Mitlerinin yörüngesinde ilerleyen Batı siyaseti

Dr. Celal Fedai / Yazar, Şair
14.04.2018

Batı siyasî düşüncesi, ‘devlet’ gerçeğini basit bir organizasyon olarak görmediği için asla kendi mitlerinden kopmadı. Bugün olduğu kadar 100 yıl önce de böyleydi bu. Türkiye ise şu günlerde tarihin yüzlerce yıllık seyri içinde oluşan ‘Türk devlet algısı’nı yeniden hatırlamak durumunda kalıyor. Zira Avrupa, ABD ve Rusya siyaseti, kendi ‘devlet miti’nden asla vazgeçmediğini hiç bu kadar net göstermemişti Türkiye’ye.


Mitlerinin yörüngesinde ilerleyen Batı siyaseti

Tarihin yüzlerce yıllık seyri içinde oluşan ‘Türk devlet algısı’nı lağvetmeye yönelik çabaların geçmişi, 150 yılı bulmaz Türkiye’de. Fakat bu çabalar öyle yoğundur ki epeyce mesafe kaydedildiği de bir gerçektir. 1970’li yılların başında Kemal Tahir kıdemli bir Marksist olarak Devlet Ana romanını yayımladığında, onun bu devlet algısını benimsediğine dair işaretler görülünce nasıl aforoz edildiği akıllardadır. Türkiye’de sol tandanslı düşüncelerin ekseriyeti, ‘Türk devlet algısı’nı tart etmek için elinden geleni yapar. Onlara göre Türk halkı, devletini, ‘devlet ebed müddet’ şeklinde algıladığı sürece o devletin bir devrimle yıkılması mümkün görünmemektedir. Bu yüzden de C. Bukowski’nin hedonist anarşizminden M. Foucault’nun ‘iktidar’ kuramına kadar her yol denenerek ona karşı türlü şekillerde mücadele edilir. İş bu konuya gelince sadece Türk solu değil Türkiye’deki çoğu liberal çevreler, bağnaz laik güçler de sessiz bir antlaşma yapmış gibi işbirliği halindedir. Türk devlet algısının tarih boyunca üstlendiği kaderin getirdiği hiçbir sorumluluğu benimsemedikleri için ‘vatan, millet, Sakarya’ dedikleri bir karikatür icat etmişlerdir. Türkiye şu günlerde tarihin yüzlerce yıllık seyri içinde oluşan ‘Türk devlet algısı’nı yeniden hatırlamak durumunda kalıyor. Zira Avrupa, ABD ve Rusya siyaseti, kendi ‘devlet miti’nden asla vazgeçmediğini hiç bu kadar net göstermemişti Türkiye’ye.

İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında ‘Batılı devlet miti’nin tüm dünyada yol açtığı felaketler karşısında korkuya en çok kapılanlar bizzat Batılılar oldu. Avrupa, çok sevgili ‘Europa’sında bir daha kan akmaması için derhal AB idealini inşa için adımlar attı. Amerika’da üniversiteler bu konuda mühim bir gayretin içine girdiler. W. Barret, ABD tarzı rasyonalitenin katı yanlarını kırmak, aklın sınırları dışında oluşabilecek düşünsel alanların varlığını göstermek için meşhur İrrasyonel İnsan’ı yazdı. Bu yolda en dikkat çeken çaba ise, Ernst Cassirer’den geldi. ABD’ye geldiğinde zaten söyle-diklerine itibar edilen biri olan Cassirer’den, Amerikalı meslektaşlarının istedikleri şey, İkinci Paylaşım Savaşı öncesinde olanların anlamını tıpkı İnsan Üstüne Deneme’de yaptığı gibi yorumlamasıydı. O da Devlet Miti’ni kaleme alarak Platon’dan 1940’lara değin Batılı devlet algısının gelişim sürecini irdeledi. Ona göre bilim, felsefe, dil ve sanat, insanı özgürleştirme görevini yerine getiremediğinde ilkel dini mitler insanlar üzerinde hükümranlığını kuruyordu. T. Carlyle’nın tarihte kahramanların rolü üzerine söyledikleri, Gobineau’nun ırkların eşitsizliği hakkındaki görüşleri 20. yüzyılda Hitler ve benzerlerini doğurmuştu. Mitler, aklın uyuşuk olduğu dönemde sadece gündelik hayatta etkili değildi. Günümüzde siyasî mitler, ilkel toplumlardaki büyülerin, efsanelerin yerini tutuyordu. Cassirer’in görüşlerinin 1940’lı yılların entelektüelleri üzerinde sınırlı bir etkisinden söz edilebilir. Türk entelektüelleri böylesi ‘aydınlanmacı’ görüşleri çok sevdiği için ondan istifade ederek ‘Türk devlet algısı’nın mit haline dönüştüğü iddiasına onun görüşlerin-den de dayanak buldu kuşkusuz. Lakin Amerika’da Soğuk Savaş döneminin ‘Amerika Devleti miti’ bundan hiç de etkilenmedi; tabii ‘SSCB miti’, ‘Avrupa Birliği miti’ de… Israrla yıkılmaya çalışılan, ‘Türk devlet miti’ oldu geçen zaman içinde. Orta Asya’dan aldıklarıyla Selçukîlerle Anadolu’da neşvünema bulan, Osmanlı ile kıtalara yayılan bir mirasa sahip Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son 50 yılda beş büyük askerî darbe gördü. Başka milletlerin entelektüelleri, kendi devlet mitlerinin varlığını zamana göre yorumlamaya çalışırken Türkiyeli okumuşların dilinde ‘dövlet’ diye telaffuz edilen bir karikatüre indirgenmek istendi.

Mitlerden kopmadılar

Batı siyasî düşüncesi ‘devlet’ gerçeğini basit bir organizasyon olarak görmediği için asla kendi mitlerinden kopmadı. Bugün olduğu kadar 100 yıl önce de böyleydi bu. Birazdan alıntılayacağım çok mühim satırlar, A. D. Mordtmann’ın İstanbul ve Yeni Osmanlılar kitabının sonsöz bölümünden. Mordtmann, kitabını 1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Osmanlı’ya karşı Avrupa’da oluşan ilgi nedeniyle kaleme almış. Abdülaziz dönemi ile II. Abdülhamid döneminin ilk yılları... 1879’da İstanbul’da vefat eden Mordtmann, uzun yıllar ‘Osmanlı memuru’ gibi çalışmış. Bugün Avrupa’da onun rolünü, çoğunlukla Türkiye kökenli kalemler almış durumda. Rolü ne miydi? Osmanlı, yani Türklerin o zamanki devlet algısı aleyhinde kanaat oluşturmak. Belli bir eğitim seviyesindeki Avrupalı okur için oluşturulması gerekli bir algı var. Bu uğurda o, pek çok bilgiyi amacı doğrultusunda sistemli şekilde çarpıttı. Ancak kitabının sonunda dilin altındaki baklayı bir başka yazar üzerinden çıkardı. Orada konuşan, ‘Doğu’ya ve onun ihtiyaçlarına karşı içten bir anlayış geliştir’mekle övdüğü Marcus v. Niebuhr. Dikkatle okunası satırlar bunlar. Zira 100 yıl önce Türklere karşı “Mezopotamya halkları” adı altında bakın nasıl bir organizasyon planlanıyor: “Asya’nın çöküşü tamamlandı; şimdi artık yeniden ayağa kalkmayı ümit edebilir. Bunun ön şartı, Avrupalıların ya da Avrupa kökenli Amerikalıların hâkimiyetidir. Fakat Türklerin 2 bin yıl boyunca yaptıkları tahribattan kendini kurtarmış olan üstün kabiliyetli Ari ve Sami halklardan geri kalanların bu hâkimiyet altında salt gücün öğretisiyle kendilerini toparlayacaklarına ve Avrupa modellerinin zulmü altında ya da Avrupa medeniyetlerini taklit ederek, bağımsızlık için ihtiyaç duyacakları gücü tamamen kaybet-meyeceklerine dair ümit besleyebiliriz. Anadolu ve Ermenistan, Suriye ve Filistin, Mezopotamya ve Babil, Medler ve Persler, Avrupa veya Amerika devletlerinin ya da anonim şirketlerinin müstemlekeleri olarak değil, kendilerine özgü kültürleriyle bağımsız birer devlet olarak tekrar parlak günlere kavuşacaklardır. Bunun tohumları 2 bin yıllık tahribata rağmen hala bu muhteşem ülkelerde saklıdır. Eğer bunun koşulları yok edilirse, Avrupa o ülkelere sadece demiryollarını, bankalarını ve plantasyonlarını, anayasalarını, kodekslerini ve askeri eğitim sistemini götürürse ve şimdiye kadar Hindistan’da olduğu gibi, yapılanlar yüzeysellikten öteye gidemezse, o zaman insan soyunun artık yaşama gücünü kaybettiğini, ‘çağdaş uygarlığın’ bunamaya başladığını ve Babil’in düşüşü ile başlayan Avrupa’nın zafer koşusu tamamlanırken bu soyun tarihinin de son bulacağını gösteren açık işaretini almış olacağız.”

‘İstanbullu efendi’

Mordtmann, burada dile gelenlerin ciddiye alınmaya değer olduğunu; çünkü evvelce de ispatlandığı gibi Doğu’nun ‘hasta’ durumda bulunduğu-nu; lakin onun hastalığının, 93 Harbi’nde Rusya’ya karşı direncinden de görülebileceği gibi ölümcül de olmadığını vurguluyor. Ve sinsilikte sınır tanımayan cümleler geliyor: “Hastalığımız İstanbullu efendilerin egemenliğidir. Açgözlülüğün, dolandırıcılığın, yolsuzlukların, yalanın, dini ve siyasi yobazlığın canavar tohumlarını yaratan bunlardır. Doğu’yu sömürsünler diye Allah’ın lütfu olarak tahsis edilen bir alan, Doğulu insanı da (din farkı gözetmeden) sadece efendi için çalışacak köle gibi gören bunlardır.” Gerçi Mordtmann, hemen sonrasında Doğu için Avrupa’nın kapitalist yaklaşımını yerse de umudu gene Avrupa’dır; dilinin altındaki bakla, kendi rezaletini ifade ettikten sonra çıkabilir ancak: “Avrupa Doğu’yu bir kanser illetinden, bu canavar tohumundan kurtarma iradesini ve gücünü gösterebilirse bütün dünyayı kurtaran bir iyilik etmiş olacak ki nimetleri önce Avrupa’nın kendisine geri dönecektir. ‘Şark Meselesi’ kâbusundan kurtulacak, Doğu halklarını kendine bağlayacaktır.”

Mordtmann kendinden bir Doğulu gibi söz ediyor. Bir Doğulu olarak, tıpkı ‘altın post”u almaya Kafkaslara gelen Jason gibi Doğu’nun erdemle-rini almak için gelinmesini istiyor. Ona göre Doğu’nun Strauss’a, Proudhon’a, Darwin’e ihtiyacı yok. Onun kanaatkâr dünya görüşü bütün bu modern mutluluk reçetelerine ihtiyaç duymamaktadır. Mordtmann’a göre, “esasen ateist olan İstanbul efendisi bile bu modern görüşleri benimsemek”ten çekinecektir; zira “onun ayrıcalıkları Kur’an’ın ilahi vahiylerine ve doğuştan gelen asaletine dayanmaktadır.”

Önce Mordtmann’ın ardından da Niebuhr’un görüşlerinin bugün nasıl yürütülmekte olduğunu görmek lazım. Avrupa âşığı Mordtmann, muhteşem bir ikiyüzlülükle hareket ederek tek sorunun aslında ateist olan zamanın padişahı II. Abdülhamit olduğunu ifade ediyor. ‘İstanbullu Efendi’nin temsil ettiği şeyde, Niebuhr’un 2 bin yıldır Anadolu ve Ortadoğu’daki Türk hâkimiyeti dediğinin, yani ‘Türk devlet miti’nin olduğunu biliyor. ‘İstanbullu Efendi’ yok edilirse, bu koca coğrafyadaki halklar kendi kendilerini yönetebileceklerdir. “Açgözlü, hırsız, dinî ve siyasî yobazlığın canavar tohumlarını yaratan.” şeklinde nitelediği ve Avrupa’nın devlet miti’nin aleyhine gördüğü II. Abdülhamit’i kendine hedef seçmiş durumda. Bugün bu sıfatların her biri son beş yıldır yeniden dolaşıma sokulmuş durumda. Siyasal İslam’ın yükselişine dair iddiaları yolsuzluk suçlamalarını izledi. Şu günlerde “dinî ve siyasî yobazlığın canavar tohumları”nın neler olduğunu kanıtlamak için ilahiyatçılar üzerinden yürütülen “dinî yobazlığın canavar tohumları” aşamasını yaşıyoruz. Batı, vaktiyle saltanatla gelen II. Abdülhamit’te gördüğü ‘Türk devlet miti’ni, bugün milletin oyuyla seçilmiş Cumhurbaşkanı üzerinde görüyor. Yakın zaman önce aynı şeyi kısmen Ecevit ve Özal’da da görmüştü. Onun karşı çıktığı şey, ‘Türk devlet miti’nden başkası değil.

Niebuhr, bize bir tarih dersi veriyor. Türklerin Anadolu ve Mezopotamya’daki varlığını 2 bin yıl öncesine götürüyor. Bu varlık, ona göre büyük bir tahribattan ibaret; fakat Türklerin tüm tahribatına rağmen buraların üstün Sami ve Ari halkları, Avrupalı modellerinin kimi olumsuzluklarından etkilenseler de kendilerine özgü kültürleriyle bağımsız birer devlet olacaklardır. Bu olmazsa, çağdaş uygarlık bunamış demektir. Babil’in düşüşüyle başlayan Avrupa’nın koşusu, tamamlanacak, bu soyun tarihi de son bulacaktır. Niebuhr’un ağzından yine bir Avrupa miti konuşuyor…

Birinci Paylaşım Savaşı sonundan başlayarak Anadolu, Ortadoğu’nun nasıl paylaşıldığını ve o günlerden bugünlere akan kanı düşününce, Cas-sirer devlet mitinin tehlikelerine ne kadar işaret ederse etsin, Mortdmann ve Niebuhr’un aynı bâdeden içtiğini görebiliriz. Onlar gibi günümüzün ABD, Avrupa merkezli Jason’ları, inançla bağlı oldukları bir mitin bugün de peşindedir. Efsaneye göre Eurupa, Zeus tarafından dünyaya egemen olmak için seçilmişti. Doğu, Europa’nın annesinin diyarıydı. Bu yüzden yüce gönüllü, güzel Europa, onun da mutluluğunu sağlamak durumundadır. Makedon-yalı Büyük İskender, ‘Şark Meselesi’ni çözmek, Doğu’ya mutluluk götürmek üzere yola çıkar ama zamansız ölümü her şeyi mahveder. İş yarım kalır. Jason’ın, Helen gençlerle ‘altın buzağı’yı aramak için çıktığı yolculuk ise, çıkar içindir. O iş de gerçekleşmez.

Şu günlerde Batı siyaseti mitlerinin izini dikkatle takip ediyor. Acaba Türkiye, ‘Türk devlet miti’ne dönebilecek mi?

@CelaliFedai