Takiye siyaseti versus kurucu siyaset

Yunus Şahbaz / Kırıkkale Üniversitesi Araştırma Görevlisi
26.05.2019

Türkiye’nin önünde yeni dönemde ikili bir yol vardır; ülke siyaseti ya popülist, pragmatist, takiyeci siyasete mahkûm olacaktır ya da blokların inşa edileceği zemini sağlam, kurucu söylemlerin yarışacağı bir politik kültürle yoluna devam edecektir. Bunlardan ikincisini daha önce ve hızlı bir şekilde kotarabilen de yeni dönemin kurucu aktörü olacaktır.


Takiye siyaseti versus kurucu siyaset

16 Nisan 2017 referandumunda getirilen, Cumhurbaşkanlığı için seçilme şartı olan yüzde 50 artı bir ve bu koşulun bir sonucu olan ittifaklar sistemi yeni dönemin temel politik parametresi oldu. Türkiye siyasetinde pek de olumlu çağrışımlar yapmayan koalisyonlardan farklı olarak seçim öncesi ittifak sistemi ve seçmenin bu sistem içerisinde nasıl bir oy verme davranışında bulunabileceği merak ediliyordu. Seçmenin bu tavrını anlayabileceğimiz bir genel ve Cumhurbaşkanlığı seçimi ile bir yerel seçim yapıldı. Bu seçimler sonucunda, ittifaklar sisteminin aslında Türkiye siyasetini beklenmeyen yönlerden de dönüştürebileceği hususunun gözden kaçırıldığı görüldü. 

Çünkü Türkiye’de aslında siyasal tartışmalar çok sığ ve dar bir çerçeveden yapılır çoğunlukla; söz gelimi yeni cumhurbaşkanlığı sisteminin yeni bir sultanlık rejimi olduğundan tutun da bu sistemde muhalefetin hemen hiç kazanma şansının kalmayacağına kadar bazı olağanüstü kehanetler çokça yapıldı bu iki yıllık süre zarfında. Oysa iki yıllık tecrübede ne sultanlık rejimi ihdas edildi ne de muhalefet ülke siyasetindeki konumundan silinmiş oldu. Son yerel seçimlerde de görüldüğü gibi, seçmen ister muhalefet adaylarını desteklediği için olsun ister AK Parti’ye tepkili olduğu için olsun Ankara, Adana, Mersin gibi yerlerde mevcut iktidar adayını değil muhalefetin adaylarını işbaşına getirdi. 

Oysa tartışmalara biraz daha geniş zaviyeden bakınca ortaya daha farklı bir manzaranın çıktığı görülebilir. Bu farklı siyasal manzarayı anlamlandırabilmek için seçmen tercihlerini etkileyen dinamikler ile siyasal partilerin yeni sistem dahilindeki, biraz zorunlu olarak da olsa, değişen ya da değişemeyen söylemlerine bakmak gerekir. 

Değişen seçmen algısı 

Türkiye’de genel olarak seçmen çoğunlukla yakın zamana kadar kabaca kimlik politikaları olarak kodlayabileceğimiz saiklerle hareket etmekte idi. Bu kimlik politikalarının altında dinî/İslâmî saikler, geçmiş dönemde yaşanan ve çoğunlukla hayat tarzından, insanların inancından dolayı oluşan mağduriyetler ve etnik tercihleri sıralayabiliriz. Bunun karşılığında da katı laikçi, devletçi, adeta devleti daha doğrusu Kemalist müesses nizamı koruma güdüsüyle hareket eden, etnik ve dini taleplere karşı son derece alerjili ve fakat kendi tercihinde temel olarak milliyetçi ve laikçi hassasiyetlerden yola çıkan bir kesim tespit edebiliriz. Ve son olarak her dönem bir şekilde geçer akçe olduğu düşünülen ekonomi, yoksulluk, yolsuzluk gibi yoğun popülizm soslu temalar da dönem dönem artan faktörlerdir. 

Çevre merkeze taşındı 

2017’deki düzenlemelerden sonra da esas olarak bu temel yarılma noktalarının daha da muhkemleşeceği sol/seküler cenah adına en büyük tereddüt kaynağı idi. Zira kabaca 65’e 35 olarak gördükleri (bu oranlar artı 5 ya da eksi 5 olarak da kodlanabilir) sağ ve sol seçmen skalasında kendilerine iktidar alanı kalmayacağını düşünüyorlardı. 

Ancak yüzde 50 artı bir şartı beklenenden farklı hatta tam tersi gelişmeleri beraberinde getirdi. Yüzde 50 artı bir öncelikle ittifakları zorunlu kıldı; ittifaklar da marjinal ve çeperdeki söylemleri merkeze itti. Toplumsal çoğunluğu oluşturan değer ve beklentilerin siyasetin merkezine taşınmasına vesile oldu. Kabaca oluştuğu gözlemlenen iki ya da iki buçuk bloklu bu yapıda artık siyasetin merkezi genişledi; çevredekiler de merkeze taşınmak zorunda kaldı.

Ancak yeni sistem ittifakları zorunlu kılsa da salt yapısal nedenlerle politik manzarayı açıklamanın eksik yönleri olacaktır. Zira ittifaklar tesis etmek tek başına yeni sistem için yeterli değildir. Bu ittifakların ne etrafında; hangi politik ilkeler, kabuller, temeller etrafında yapılacağı çok da tartışılamadan ve biraz da seçimlerin gelmiş olması dolayısıyla siyasal aktörler bir anda ittifak mesaisi içinde buldular kendilerini. Önceden bir seçimi kazanmak için yüzde 40’larda oy almanın yeterli olduğu seçimlerde artık bu oran yetersiz kalabilmektedir. Dolayısıyla da siyasal partiler ittifakla ya da ittifak haricinde yüzde 40’ın dışından da oy alabileceği bir söylemi geliştirmek zorundadır. Bu da tek bir söyleme hapsolmamayı ve kitlesel olarak daha geniş bir kitleye hitap edebilecek bir söylem tutturabilmeyi icbar etmektedir. 

Yeni stratejiler 

Dolayısıyla da yeni dönem yeni söylemleri ve stratejileri gerektirmektedir. Burada görüldüğü kadarıyla ikili bir stratejiden bahsedilebilir. Bunlardan ilki, yüzde 50 potansiyeline ulaşmak için yoğun popülizmle retorik olarak çok çeşitli ve fakat içerik olarak hayli zayıf bir söylem tutturmaya çalışmaktır. 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Muharrem İnce’nin denediği ve fakat seçmen nezdinde kabul görmeyen strateji kabaca böyleydi. İnce’nin popülist temalarının başarısız olmasının esas sebebi dönemin, hatta çağın ruhuna aykırı temaları öne çıkarmaya çalışmasıydı. Zira telefon ve tablet kullanımının ilkokul yaşına kadar düştüğü bir çağda traktörle, halay çekmekle bir cazibe oluşturması, en azından kentli, eğitimli orta sınıf nezdinde bir politik aktör olması pek mümkün değildi. Nitekim geleneksel CHP tabanı dışından da ancak biraz fazla oy alabildi. 

İnce’nin denediği ancak asıl mimarının Kemal Kılıçdaroğlu olduğu bu ‘esnek’ siyasetin 31 Mart seçimlerine giden süreçteki aktörü Ekrem İmamoğlu. İmamoğlu ismi ilk açıklandığında CHP’nin katı ulusalcı kanadını temsil eden isimler çok sert tepki göstermişti. Ekrem İmamoğlu bu kesimleri teskin etmek için bir taraftan her fırsatta Atatürk, Anıtkabir, Cumhuriyet vurgusu yaptı. Bir taraftan da kendisine CHP’nin geçmiş dönemdeki icraatları sorulduğunda “Ben o zamanlar yoktum bile” diyerek kendisini klasik bir CHP’li profilinden farklı göstermeye çalıştı. Daha ötesinde bir CHP’li büyükşehir belediye başkanı adayı için yakın zamana kadar düşünülemeyecek olan camide Kur’ân okumak gibi faaliyetlerde bulundu. İlginç olanı ise, CHP’nin değil radikal ulusalcı kanadı, Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu bile geri çekildi. Adeta 31 Mart öncesi ortalıkta görünmemeye çalıştı. Sağ seçmeni ürkütmemek için geçmiş tweetleri ve ‘militanik’ tavırlarıyla öne çıkan CHP’nin İstanbul İl Başkanı 31 Mart akşamına kadar nerdeyse hiç ortalıkta gözükmedi. 

İstanbul seçimlerinin YSK tarafından yenilenme kararının verilmesinin ardından ise CHP 31 Mart öncesi stratejisini daha da ileri düzeye taşıyarak tekrar uygulamaya başladı. Kemal Kılıçdaroğlu geri plana çekildi; Ekrem İmamoğlu üzerine bir kampanya inşa edilmeye başlandı. İl Başkanı ortaya çıkmak zorunda kaldığında ise iftar sofrasına katılmak ve o masadaki gerekli ritüelleri yerine getirmek noktasında İmamoğlu’na eşlik etti. Nitekim daha sonra bizzat kendisi bu stratejilerini takiyecilik olarak ifade etti. Sağdan oy almak için, en geniş tabanlı seçmen kitlesine hitap edebilmek için geleneksel CHP’li olarak kodlanabilecek hiçbir söyleme başvurulmazken, iftar sofraları, aile babası profili gibi temalar öne çıkarılmaya başlandı. 

Meselenin daha da ilginç tarafı, bu takiyeci siyasetin 31 Mart öncesinde seçmen tarafından kısmen kabul görmüş olması. Zira İmamoğlu hem kendisini klasik bir CHP’li olarak görmeyen ve ancak AK Parti veya Tayyip Erdoğan’ı zayıflatması umuduyla kendisini kerhen destekleyen CHP’li tabanın desteğini aldı. Hem de neticede bir CHP adayı olarak sağ seçmenden kısmen destek gördü ve muhtemelen de kendisinin bile beklemediği kadar oy aldı. 23 Haziran’a giden süreçte takiyeci siyasetin dozajını daha da artırması muhtemelen 31 Mart’ta bu siyasetin işe yaradığını düşünmesinden kaynaklanıyor. Üstelik artık sadece kendisi değil İl Başkanı da dahil olmak üzere CHP kadroları da bu işin içinde artık. Ancak bir süreklilik unsuru daha var; o da Kemal Kılıçdaroğlu’nun yine geri plana atılması. Öyle ki 23 Mayıs’taki Ekrem İmamoğlu’nun seçim kampanyası tanıtımına tüm belediye başkanları, il başkanı ve milletvekilleri katıldığı halde Kemal Kılıçdaroğlu yoktu. Dolayısıyla anlaşılan o ki, seçimden hemen sonra Anıtkabir’i ziyaret eden, her fırsatta Cumhuriyet ve Atatürk vurgusu yapan bir adayın CHP adayı değil de adeta bağımsız bir aday gibi propagandası yapılmaya çalışılacak. 

Kurucu siyaset 

O halde takiyeci siyaseti yeni dönemin ve ittifaklar siyasetinin zaruri bir sonucu olarak mı görmek gerekir? Bu soruya koşullu bir ‘hayır’ yanıtını vermek mümkün. O koşul da bu takiyeci, popülist soslu siyasal stratejiye nasıl cevap verileceğiyle ilgidir. Zira şayet AK Parti ve MHP ittifakı CHP’nin İstanbul seçimlerinde barizleşen bu takiye siyasetine benzeri bir siyasetle karşılık vermeye çalışırsa bu stratejinin orta ve uzun vadede tıkanması kaçınılmaz olur. Daha da ötesinde, birçok avantajlar barındıran yeni dönem ve ittifaklar sisteminin ucuz söylemlere, popülist vaat ve gösterişlere kurban edilmesi gibi bir sonuca da sebep olabilir böylesi bir tutum. Bunun tam aksine olmak üzere, dar kalıp ve sınırlara mahkûm bir retorik de bir siyasal parti için yüzde 50 şartının arandığı bir siyasal konjoktürde sonuç alıcı olmayabilir. Söz gelimi beka kaygısı ve söylemi siyaseten önemini korumalıdır; hele de mevcut iç ve dış politik şartlarda beka önemlidir ancak tüm siyasal söylemi beka üzerine kurmak seçmen nezdinde soyut kalabilir ve geniş bir siyaset imkânını azaltabilir. 

Devletin yeniden tanzimi 

Bunun yerine AK Parti ne dar bir siyasal söyleme hapsolmalı ne de hayli esnek, takiyeci ve popülist bir anlatıya başvurmalıdır. Yeni bir kurucu siyaset ve söylemle yeni dönemin ruhuna uygun bir blok ve ittifak tesis edilebilir. Türkiye siyasetinin yeni döneme uygun bir hikâyeye ihtiyacı vardır. Bu hikâyenin de altyapı reformları, devletin yeniden tanzimi gibi meselelerle seçmenin gündelik kaygısını giderecek şekilde formüle edilmesi gerekir.  Popülist, pragmatist ve kişisel PR’lar üzerinden tesis edilecek blokların yakın gelecekte, örneğin ilk genel seçimlerde, krize girmesi kaçınılmaz olacaktır. Söz gelimi HDP, CHP ve İYİ Parti seçmenini genel seçimde buluşturmak, kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklarla bile mümkün olmayabilir. Dolayısıyla Türkiye siyasetinin ihtiyaç duyduğu yeni hikâyeyi yazacak aktör yeni dönemin ruhuna uyum sağlamış olacaktır. Orta ve uzun vadede de Türkiye’nin politik kültürünün sağlam temeller üzerinde yükselmesine vesile olabilir. 

CHP’nin başını çektiği blokun yeni bir hikâye yazması ve sosyal, ekonomik, kültürel veçheleriyle yeni bir anlatı inşa etmesinin şimdilik zor olduğu görülmekte. Zira 31 Mart kampanya direktörünün özetlediği gibi CHP ‘yaptığın muhalefet, muhalefet ettiği şey güçlendiriyor mu, zayıflatıyor mu’ gibi bir stratejiyle mevcut konumunu elde edebilmiştir. Bu stratejide belirleyici olan kendi gündemi, öncelikleri, kabulleri ve prensipleri olan bir siyaset değil, karşı tarafı zayıflatmak için gerekirse kendi kabullerine ve ilkelerine bile sırt çeviren Makyavelist bir siyasettir. Bu taktikle kısa vadede bazı kazanımlar olabilir; ancak orta ve uzun vadede bu siyaset tıkanmaya mahkûmdur. İstanbul seçimlerinin yenilenme kararından sonra İmamoğlu üzerinden oluşturulan PR’ın ve genişleme söyleminin sınırlarına varmış olması bu tıkanmanın işaretleri olarak görülebilir. 

Türkiye ittifakı   

Seçimlerden sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dile getirdiği ve sonrasında da 19 Mayıs’taki tablo gibi aşama aşama inşasına giriştiği ‘Türkiye İttifakı’ söylemini bu blok oluşturma girişiminin bir öncüsü olarak görebiliriz. Türkiye İttifakı söylemini önceki seçimlerden sonra da görülebilen, seçim sonrası yumuşama vs. girişimi olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. Türkiye İttifakı adı altında ya da başka bir şekilde yeni kurucu söylem ve siyasetin her iki blok adına da üretilmesi gerekmektedir. Şayet AK Parti bunu yapabilirse, kendi tesis etmiş olduğu yeni dönemin ruhuna da ayak uydurmuş olacaktır. Aksi halde ya yeni dönemden bir ricat, son dönemlerde dile getirildiği gibi ya da popülist ve ilkesiz, pragmatist siyasetin hâkim olduğu bir siyasal atmosfer Türkiye siyasetini domine edebilir. 

Rahmetli Sabahattin Zaim Hoca’nın bir sözü vardır; “Özal bizdendir, onları idare etmeye çalışıyor; Demirel onlardandır, bizi idare etmeye çalışıyor”. Bu söz tam da özellikle Özal ve Demirel gibi popülist temayülleri yüksek siyasetçileri tanımlamaktadır. Ancak yeni dönemi ayıracak en temel husus da tam buradadır; birilerini bir süreliğine idare eden değil, kendi politik çizgisi doğrultusunda blok oluşturup o bloka da seçmeni ikna edebilen bir siyasal kültürün yeşermesi gerekmektedir. Dolayısıyla da Türkiye’nin önünde yeni dönemde ikili bir yol vardır; ülke siyaseti ya popülist, pragmatist, takiyeci siyasete mahkûm olacaktır ya da blokların inşa edileceği zemini sağlam, birçok temel siyasal konuda belli başlı politik gündemleri olan kurucu söylemlerin yarışacağı bir politik kültürle yoluna devam edecektir. Bunlardan ikincisini daha önce ve hızlı bir şekilde kotarabilen de yeni dönemin kurucu aktörü olacaktır. 

[email protected]