Taslaman ve Sifil neyi tartıştı?

M. Taceddin Kutay / Türk Alman Üniversitesi
29.07.2017

Caner Taslaman ve Ebubekir Sifil’in neredeyse hiç kesişmeyen iki ayrı dil kullanıyor olmalarının sebebi tarafların metod olarak benimsedikleri geleneklerin farklılığı. Sifil ilim metodunu kullanıyor, Taslaman ise teologların takip ettiği metodun bir benzerini İslam literatürüne tatbik etmeye çalışıyor.


Taslaman ve Sifil neyi tartıştı?

Ebubekir Sifil ve Caner Taslaman arasında uzun süredir sosyal medya üzerinden cereyan eden tartışma televizyon ekranına taşındı. Ekrandaki tartışma, tartışmanın menbaı sosyal medyada büyük ses getirdi. Öyle ki Sifil ve Taslaman arasındaki tartışmayı adeta İslam alemindeki bir yarılmanın açığa çıkması şeklinde yorumlayanlar dahi oldu. Bununla birlikte Taslaman ve Sifil’in iki ayrı şeyi tartıştığı, dahası müşterek bir zeminlerinin olmadığı gözle görülür bedahette. Taslaman’ın getirdiği eleştiriler orijinalite bakımından zayıf, uzun süredir müştereklik ettiği ilahiyatçılar tarafından zaten dile getirilen eleştirilerdi. Buna mukabil söz konusu eleştiriler temelinde yaşanan bir tartışmanın  İslam aleminde yaşanan bir yarılmanın açığa çıkması şeklinde okunması son derece zor. Zira Taslaman ile Sifil aynı şeylerden bahseder görünürken bile farklı zeminlerde konuşmak zorunda kaldılar. Bu durumun en önemli sebebi tartışanın iki şahıstan ziyade teoloji ve ilim olması, farklı zeminlerin karşı karşıya gelmesiydi. Dolayısıyla öncelikli yapılması gereken söz konusu iki geleneğin neler olduğunu ortaya koymaktır. Bu yazının amacı bu sebeple tamamen bu ayrıma değinmektir.

Tanrı akıldır

Yuhanna İncili “Başlangıçta ‘Logos’ vardı. Logos Tanrı ile birlikteydi ve Logos Tanrıydı” şeklinde başlar. Logos eski Yunanca söz anlamına geldiği gibi akıl, mantık anlamlarına da gelebilen bir kelimedir. Bu sebeple “Başlangıçta logos vardı” sözü  “Başlangıçta söz vardı”  anlamına gelebileceği gibi, “Başlangıçta akıl vardı” yahut “Başlangıçta mantık vardı” anlamlarına da gelebilir. Papa XVI. Benedictus ünlü Regensburg konuşmasında bu ayetlere atıfta bulunarak “Hıristiyanlığın İslamiyet’ten temel farkı ‘Logos’un merkezde olması farkıdır” demişti. Bu iddialı ve kısmen tarihsel hakikatleri yok sayan bir açıklamaydı ve İslam dünyasında büyük reaksiyonlara sebep oldu. Oysa açıkca ortada olan hakikat Hıristiyanlık ve İslamiyet arasındaki temel farkın Hıristiyanlığın teoloji ile geliştiği, İslamiyet’in ise bir teolojisinin olmadığı hakikatidir.

Teoloji Tanrı hakkında önerilerde bulunma ve bu önerilerin delillerini ortaya koyma bilimidir. Tarih boyunca teologların temel uğraşı bu olmuştur. Sezaryalı Ösebyo henüz 2. asırda “Tanrı cömert olmalıdır. Bu sebeple insana tanrılığını da vermiştir. Her insan kusurlarından arınarak tanrılaşma imkanına sahiptir” demişti. Sinoplu Marchion “Tanrı’nın tabiatı ikilidir” derken kendisine itiraz eden Tertullianus “Tanrı’nın tabiatı tektir, ancak kendisi tabiatını teksir eder” demişti. Canterburyli Anselm “Tanrı’nın tabiatı tektir ancak iç ve dış haşmeti vardır” diyerek tartışmaya 700 yıl sonra katkıda bulundu. Akinalı Tomas “Tanrı vardır demek Tanrı’nın tabiatı vardır demek değildir. Mesai harcanması gereken  Tanrı’nın tabiatıdır” demişti. Martin Luther “Tanrı’nın inkarne olması ve insan suretine bürünerek İsa olması tanrının eşek olması ile aynı şeydir. İnsan da eşek de tanrının dûnundadır. Dolayısıyla alçalma alçalmadır” demişti.

Teologların söz konusu önermelerini kutsal kitaptan desteklemek gibi bir zorunlulukları olmadığı için skolastik Tanrı üzerine yalnız mantık yürütmek suretinde önermeler yapmayı mümkün kılmıştı. Skolastik tam olarak bu temelde ortaya çıktı.

İslam dininin bir teoloji tesisine açık kapı bıraktığını iddia etmek mümkün değildir. İslamiyet Rasul-i Ekrem’den sadır olanların yorumlanması ile gelişmiş bir dindir. Dolayısı ile Allah hakkında yapılacak çıkarımların risalet makamından sadır olan bir kaynak olmadan yapılması mümkün değildir. Bu bakımdan skolastik teologları birer filozof olarak görülür; ancak İslam alimlerini filozof olarak tavsif etmek müşküldür. Bir Hıristiyan’ın yorumladığı bizzat tanrı iken Müslüman’ın yorumlayabileceği yegane şey Peygamber’den sadır olan kitap ve sözlerdir. Bu ayrımın en önemli sebebi iki kutsal kitap arasındaki ayrımdır. Kur’an-ı Kerim Allah’ı tavsif eden bir kitap olarak karşımıza çıkarken Kitab-ı Mukaddes tanrının tavsifi konusunda Kur’an kadar zengin bir kaynak değildir.

 Caner Taslaman ve Ebubekir Sifil’in birbiri ile neredeyse hiç kesişmeyen iki ayrı dil kullanıyor olmalarının en önemli sebebi tarafların metod olarak benimsedikleri geleneklerin farklılığında yatıyor. Kaynakların örtüşmesi ve örtüşen kaynakların yorumlanmasını önceleyen ilim metodu Sifil’in tercih ettiği metod. Buna mukabil kendisini bir filozof olarak tanımlayan Taslaman teologların takip ettiği metodun bir benzerini İslam literatürüne tatbik etmeye çalışıyor. Sorun tam olarak burada ortaya çıkıyor; zira teologların akıl mizanına Tanrı’yı vurmaları Hıristiyanlığın bir gereği idi. Analiz edilmesi gereken Tanrı idi ve teologlar “logos” olan Tanrı’yı logos ile analiz etti. Ancak mesele İslamiyet olunca analiz edilmesi gerekenler Peygamber’den mervi şeyler haline geliyor. Taslaman ve benzerlerinin teologların uyguladıkları metodun bir benzerini ehadis-i nebeviyyeye uygulamaları İslam geleneğinde alışılmadık bir metodoloji sorununu doğuruyor: Mantık ile kaynakları analiz etmek mümkünse her devir farklı kaynakları hakikat olarak kabul edecektir. Zira Taslaman anakronik bir önerme ile günümüz bilimi ve mantık önermeleri kıstasına vurarak kaynakların bir kısmını hatalı bulmakla, bundan sonraki asırlarda kendi önermelerinin de aynı kıstasla reddedilebileceği gerçeğini göz ardı ediyor. Bu durum dini objektivitenin yok edilmesi ve süreklilik arz eden bir dinin ortadan kalkması anlamına gelecektir. Taslaman’ın metod önerisi İslamiyet’i bir din olmaktan çıkarıp, Hıristiyanlık benzeri her asırda farklılık arz eden bir inanç topluluğu haline getirecektir. Grek ve Roma temelli bir metodolojinin bir dine tatbik edilmesinin ne gibi neticeleri olduğunu Hıristiyanlık tecrübesinden yola çıkarak gözlemleme imkanımız var. Bu bakımdan Taslaman’ın asıl sorununun İslami kaynaklar ile olmadığı, aksine İslamiyet’i bir din olarak kuşaktan kuşağa aktaran temel mantık ve metod ile olduğunu söylemek gereklidir.

Taslaman’ın önerilerinin kamuoyunda beğeni bulması şaşırtıcı değil; zira bunlar modernitenin dinamikleriyle çelişmeyen öneriler. Buna mukabil Taslaman’ın önerileri arasında tarihsel tecrübelerimizle çelişen öneriler pek fazla. Peygameri ile arası son derece iyi olan Türk milletinin kız çocuklarını sünnet ettirmek gibi bir geleneğinin olmaması, deve idrarı, sinek, acve hurması gibi örneklerin hayata aksetmemesi söz konusu eleştirilerin bilimsel anlamda vitalite (yaşama uyumluluk) sorunu olduğunu ortaya koyuyor. Bir filozoftan yüksek vitalite verimi beklemek elbette mümkün değil, ancak söz konusu eleştiriler din gibi pragmatik bir sahaya yöneltilince insan “Bu eleştiriler bir filozofun işi değil” demekten kendisini alamıyor. Ancak Taslaman’ın eleştirileri arasında en temel sıkıntı DEAŞ’ı doğuran faktörün geleneksel din yorumu olduğu şeklindeki öneri. Bu öneriyi de bizzat hayatın reddettiğinin altını çizmekte fayda var. Zira İslamiyet’in kendi dinamikleri ile tatbik olunduğu asırlarda din adına ortaya konan benzer hareketler ile karşılaşmıyoruz. Aksine modern mantık, ideolojiler ve enternasyonalist heyecanlar Müslümanların hareketlerinde müessir hale geldikten sonra cihatçılık geleneğinin ortaya çıktığının altı çizilmelidir. Bu vurgu DEAŞ gibi bir hareketin İslamiyet’in kendi dinamiklerinden çıkmadığını, aksine Taslaman’ın önerdiği modern akıl ve metodlar ile meydana geldiğini bizlere gösteriyor.

Luther bir Hıristiyanın kurtuluşunun dört faktöre bağlı olduğunu, bu dört faktörden ilkinin yalnızca kutsal kitaba inanmak olduğunu önermişti. Luther’in bu önerisini yaparken nasıl bir dünyada yaşadığını göz önünde bulundurmalıyız. Almanya’nın Erfurth şehrinden teoloji okumak için Roma’ya giden ve burada teoloji doktoru olan Luther; Papa Alexander Sixtus’un ve halefi Papa Sixtus’un tahtta oturdukları Katolik Kilisesi ile muhatap olmuştu. Kilise’de rüşvetin alıp yürüdüğü, papaların alenen heteroseksüel gizli olarak homoseksüel ilişkilerinin olduğu, dinin pazarda alınıp satıldığı, pazarda ise kimsenin birbirine güven taşımadığı bir Roma’da tahsil gören Luther, insandan şüphe etmeyi zaruret olarak görmüştü. İnsanın kıymetsizleştiği ve güvenilmez bulunduğu böylesi bir ortamda kitap güvenilebilir yegane dini referans haline gelmekte, din adamları ve dindarlar ise haklarında şüphe duyulması gereken kimseler olarak görülmekte idi.

DEAŞ’ı doğuran gelenek mi?

Günümüz İslam dünyasında cari bir pazar güveninden bahsetmek mümkün değil. Şu halde insandan ziyade kitaba güvenme temayülünün ortaya çıkması anlaşılmaz bir durum değil. Bunun en önemli komplikasyonunun insanın değersizleştiği bir dünyayı yaratmak olduğu açık. İnsan sadece güvenilmez değil, aynı zamanda malı ve canı kıymetsiz bir varlık. Dolayısıyla DEAŞ insanların kıymet sorunu olmadığı bir gelenekle değil, aksine güven ve kıymet sorunu doğuran modern dinamikler ile beslenmekte ve cinayetlerinde bu dinamikleri kullanmakta. Ekranlarda ilahiyatçılar tarafından din adına yalan söyledikleri iddia edilen din adamlarının va’zü nasihatlerinin kıymeti her geçen gün düşüyor. Din adamları insanları din adına cinayet işlemekten alıkoyamıyor; zira modern dindar kendisini sahtekar olarak gördüğü dini camiaya karşı mes’ul hissetmiyor. Taslaman’ın önerdiği dini metodoloji tam olarak bu değersizliğe hizmet ediyor. DEAŞ’ı doğuran olmasa da besleyen şeyin bu metodoloji olduğunun altını çizmek gerekir.  

[email protected]