Türkiye-İran ilişkileri nereye?

Dr. Hakkı Uygur / İRAM Başkan Yardımcısı
21.10.2017

Barzani yönetiminin attığı yanlış adımdan vazgeçmemesi durumunda Türkiye’nin Irak içinde sürdürdüğü PKK karşıtı operasyonların Merkezî Yönetimin de onayıyla daha geniş bir alana yayılması sürpriz olmayacaktır. Şüphesiz Kerkük’teki sürecin bu kadar hızlı ve kansız ilerlemesinde İran-Irak ve Türkiye arasında yakın dönemde geliştirilen ilişkilerin de özel bir payı bulunmaktadır.


Türkiye-İran ilişkileri nereye?

Kuzey Irak ve Kerkük merkezli son gelişmeler bir kez daha İran’ın bölgedeki rolünü ve Türkiye ile olan ilişkilerini gündeme taşıdı. İki ülkenin Kürdis-tan’daki gayri meşru referandum konusundaki ortak tutumu, Astana Süreci ile devam eden ve Suriye’deki çatışmaları minimuma indirmeye çalışan inisi-yatifte Rusya ile birlikte hareket etmeleri, aynı süreç içinde Katar yönetimine karşı girişilen komplonun boşa çıkarılmasında benzer pozisyon almaları, Türkiye İran ilişkilerinde son beş yıldır yaşanan gerginliğin sona erdiğini ve iki ülkenin daha yakın iş birliğine başladıklarını düşündürüyor.

Daha önce de çeşitli vesilelerle vurgulandığı üzere aslında Türk-İran ilişkilerinin son yüzyıla vuran sabit bir karakteristiği vardır ve istisnalar dışında bu ilişkilerin doğası son derece öngörülebilir durumdadır. Aralarında sınır sorunu olmaması, yüzyıllara dayanan imparatorluk bakiyeleri olmalarından mütevellit birbirlerinin reflekslerini iyi bilmeleri, İslam devrimine kadar olan dönemde güvenlik bürokrasilerinin yakın işbirliği içinde olması gibi etkenler ikili ilişkilerde radikal bir değişikliğin meydana gelmesini engellemiştir. 1979’da gerçekleşen İran devriminin ülkede ortaya çıkardığı coşkulu ruh hali bile Türk- İran ilişkilerine ciddi bir hasar verememiştir.

Bununla birlikte Arap Baharı’nın Suriye ayağında iki başkentin çatışmanın karşıt taraflarında yer almaları modern dönemdeki en gergin ikili ilişkile-rin tecrübe edilmesine neden oldu. Ankara bu süreçte İran yönetimini Baas diktatörlüğünü desteklemek ve katliamlarda pay sahibi olmakla suçlarken, Tahran, Suriye devriminin ilerleyen aşamalarında ortaya çıkan terör örgütlerinin Türkiye’nin desteğine sahip olduğunu ileri sürdü. İki ülke arasındaki tansiyon zaman zaman oldukça yükseldiyse de bu dönem içinde bile karşılıklı başkentlerin ziyaret edilebildiği gözlerden kaçmadı.

Suriye krizinde Batılı müttefikleri tarafından yalnız bırakıldığını, süreç içinde konunun başka bir ülkedeki demokrasi hareketini desteklemekten ülke içinde terör hatta beka meselesi-ne dönüştüğünü fark eden Ankara, Suriye politikalarında dönüşüm gerçekleştirdi. Şüphesiz bunda yalnızca ABD gibi küresel değil, Suudi Arabistan gibi yerel müttefiklerinin bölgesel politikalarının altını oyduğunu, örneğin Mısır’daki darbe girişimini finanse ettiğini görmesi de etkili olmuştur. Nitekim Ankara Suriye iç savaşının daha fazla uzamasını engellemek için 2016 Haziran’ında Rusya ve İran ile birlikte Halep’in tahliyesi operasyonuna girişti. Söz konusu girişimin hemen ardından gerçekleşen 15 Temmuz kanlı darbe girişimi Türkiye’nin yeni Suriye politikasını daha da hızlandırmasına neden oldu ve Ocak 2017’de Astana Süreci resmen başladı.

Ortadoğu’da ABD sorunu

Türkiye’nin 2017 başı itibariyle Rusya ve İran ile ilişkilerini geliştirmesindeki en önemli faktör şüphesiz ABD ile ilişkilerin bozulması olmuştur. Obama’nın ikinci döneminde hızla gerileyen ilişkiler neticesinde Türkiye içeride ve dışarıda yoğun terör ve propaganda operasyonlarına maruz kalmıştır. Gezi protestolarıyla başlayan Türkiye karşıtı eylemler, ‘MİT tırları’ gibi kara propaganda faaliyetleriyle sürmüş, bir süre sonra ise Ankara’nın tarihinde gördüğü en şiddetli terör eylemlerine dönüşmüştür. ABD’nin Türkiye karşıtı son hamlesi olan vize krizinin etkin aktörlerinden Büyükelçisi Bass kanlı eylemlerin durmasının ABD yönetiminin ‘iş birliği’ sayesinde mümkün olabildiğini savunmuştur. Gerçekten de Obama’nın görev süresinin sona ermesin-den sonra Türkiye’nin önemli bir terör eyleminin gerçekleşmemesi dikkat çekicidir.

Ankara’nın tepkisini çeken ve bölgesel siyasetlerini revize etmesindeki tek etken şüphesiz ülke içindeki terör ve tedhiş eylemleri değildi. Terör örgütü PKK’nın uzantısı PYD özellikle 2013 sonrasında Türkiye’nin güney sınırlarındaki alan hakimiyetini artırmıştır. ABD’nin diğer rejim muhaliflerine ver-mediği hatta Türkiye gibi müttefiki bir ülkeye satmaktan sakındığı ağır silahları PYD’ye vermesi sonucunda terör örgütü Türkiye’nin güney sınırlarını kapatmaya başladı. Ağustos 2016’da Türkiye’nin yaptığı Fırat Kalkanı Operasyonu ile birlikte El Bab kasabası ele geçirildiyse de ABD’nin koruma sağladığı YPG’nin Münbiç ve Tel Rıfat’ı ele geçirmesine engel olunamadı. Bu süreçte Türkiye en üst ağızdan defalarca “Ya biz ya PYD” şeklinde uyarı-larda bulunduysa da istediği cevabı alamadı.

Türkiye’nin B planı

Bu şartlar altında Türkiye’nin inisiyatif aldığı Astana sürecini yürüten ülkelerin arasındaki güven seviyesinin son bir yıldır ciddi oranda artması, ör-neğin Türkiye’nin uçak krizinden sonra neredeyse savaşın eşiğine geldiği Rusya’dan stratejik hava savunma sistemleri alma seviyesine gelmesi ya da tarihte ilk kez İran ile Türkiye arasındaki Genel Kurmay Başkanları ölçeğinde askeri ziyaretler yapılabilmesi Türkiye’nin Suriye içindeki çok daha büyük ve stratejik bir alana nispeten düşük riskle operasyon düzenleyebilmesine imkan vermiş ve Ekim ayı ortalarında Türk askerleri İdlib’in çeşitli bölgelerinde konumlanmıştır.

Suriye’deki çatışmaların planlandığı gibi sonlanabilmesi durumunda üç garantör ülkenin gözetiminde ülkenin toprak bütünlüğünü ve Suriye halkının tercihlerini yansıtacak bir şekilde barışçıl geçiş süreci başlatılabilecek, bu durum Merkezî Yönetim muhaliflerle ve DEAŞ gibi terör örgütleriyle mücadele ederken alan kazanan PYD’nin konforunu önemli ölçüde bozacaktır. Bu noktada önemli husus geçiş aşamasından önce özellikle büyük güçler çatışma sonrası kalıcı oluşumlar için sahneye girmeden PYD’nin kazanımlarının statükoya dönüşmesinin engellenmesidir. Bölge ülkelerinin koordinasyonuyla bölücü akımların ne kadar çabuk geri adım attıklarını Kuzey Irak örneği göstermiştir. Türkiye’nin tüm ısrarlarına ve dostça uyarılarına rağmen bağımsızlık referandumu düzenleyen Barzani yönetimi Cumhurbaşkanının da belirttiği gibi elindeki yerlerden de olmuştur. Referandum sürecindeki siyasetçilerin hamasi söylemlerinin sahada bir karşılığının olmadığı, Halilzad’dan Kushner’e Batılı ‘müttefiklerin’ verdiği tüm destek mesajlarının anlamsızlığı, dahası Kürt oluşumlar içindeki çok temel görüş ayrılıkları son birkaç gündür yaşanan gelişmelerle iyice ortaya çıkmıştır. Merkezî yönetimin tartışmalı bölgelerde hakimiyeti sağlaması, Türkiye sınırına doğru yaklaşması, PKK ile ortak mücadele vurgusu yapması Türkiye tarafından olumlu karşılanmıştır. Özellikle bundan sonraki süreçte Barzani yönetiminin attığı yanlış adımdan vazgeçmemesi durumunda Türkiye’nin Irak içinde sürdürdüğü PKK karşıtı operasyon-ların Merkezî Yönetimin de onayıyla daha geniş bir alana yayılması sürpriz olmayacaktır. Şüphesiz Kerkük’teki sürecin bu kadar hızlı ve kansız ilerleme-sinde İran-Irak ve Türkiye arasında yakın dönemde geliştirilen ilişkilerin de özel bir payı bulunuyor.

ABD nabız mı yokluyor?

Vize meselesinin çözümü için Türkiye’ye geldiği belirtilen ABD heyetinin renkliliği ve boyutu göz önüne alındığında taraflar arasında yalnızca tek-nik bir konsolosluk meselesinin görüşülmediği rahatlıkla söylenebilir. ABD’nin her zamanki sopa ve havuç politikasını izlemesi, özellikle bu ülkede gözaltında tutulan Türk iş adamı, bürokrat ve güvenlik personelinin yargılamalarını Ankara’ya karşı şantaj amacıyla kullanması durumunda Türkiye’yi tamamen kaybedeceği açıktır. Böylesi bir sonuç iki taraf için de istenmeyen durum olsa da zaten 15 Temmuz darbesiyle en kötüsünü deneyimlemiş Tür-kiye açısından etkileri daha hafif olacak ancak ABD Balkanlardan, Somali’ye oradan Afganistan’a kadar olan coğrafyada çok önemli bir bölgesel partne-rini kaybedecektir.

Kesin olmamakla birlikte ABD’li heyet, Trump’ın 13 Ekim’de İran’ın bölgesel nüfuzunu engellemek amacıyla müttefik ülkelerle yeni stratejiler gö-rüşüleceği açıklaması ile ilgili nabız yoklamış da olabilir. Ankara böylesi bir durumda Washington’dan FETÖ’den PYD’ye Obama yönetiminin destek-lediği terör örgütlerine kesin darbe indirilmesini talep edecektir. Trump’ın “DEAŞ’ı Obama kurdurdu” şeklindeki açıklaması göz önüne alınırsa yeni başkanın, Obama’nın diğer terör örgütleriyle kurduğu ilişki mirasını sahiplenmesi için de bir neden görünmüyor. Ancak Türkiye “Trump dosyalara tam olarak hâkim değil” mazeretini daha fazla kabul etmeyecek ve yine üst düzey Türk yetkililerin tabiriyle “kendi göbeğini kendisi kesecektir” ki bunun sahadaki örnekleri net bir şekilde görülmektedir. Çekiç Güç’ten beri 25 yılı aşkın zamandır yatırım yapılan bölgesel oluşumun Türkiye’nin desteğini çektiği an nasıl bir kaderle karşılaştığı ortadadır.

Türkiye’nin tercihleri

Son beş yılda bölgede yaşanan gelişmeler Türkiye’nin Orta Doğu’da tek belirleyici güç olmadığını gösterdiği kadar, Katar krizi, Astana Süreci ve Kuzey Irak Referandumu gibi konular Türkiye’nin rasyonel tercihler yaptığında bölgesel ağırlığının ne kadar belirleyici olduğunu da ispatlamıştır. ABD özellikle son 5-6 yıldır Türkiye ve İran’a karşı ilan edilmemiş bir ‘çifte kuşatma’ stratejisi izlemektedir. Bu bağlamda hedef olarak zaman zaman Tahran zaman zaman Ankara öne çıksa da genel seyir oldukça açıktır. Türkiye kendisine yönelik bu operasyonun farkındadır. ABD’nin uygulamalarında çok belirgin bir değişiklik görmediği takdirde Türkiye de son dönemde izlediği politikaları değiştirmeyecektir. Dolayısıyla İsrail ile Suriye ve müttefikleri arasında Golan üzerindeki çatışmaların sıklaştığı, muhtemel savaşı geciktirmek en azından doğrudan karşı karşıya gelmemek amacıyla İsrail-Rusya görüş-melerinin rutin hale geldiği, İsrail’in geçtiğimiz aylarda tedarik ettiği ve dünyanın en gelişmiş savaş uçağı olarak tanımlanan F-35 uçağının Suriye hava savunma bataryalarını vurduğu gün ‘kuş çarpması sonunda’ zarar gördüğü açıklamasının yapıldığı, yine DeyruzZur, Haseke, Kamışlı hattında rejim ve YPG arasında çatışmaların başlamasının an meselesi olduğu bir dönemde Türkiye’nin tavrı bölge için hayati önemde olacaktır. Türkiye kendi bekası ve müttefiklerinin çıkarı için en doğru kararı verecektir.

[email protected]