Uluslararası sistemin teopolitik açmazları ve umutları

Prof. Dr. Ali Murat Yel / Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi
10.02.2018

Ortadoğu konusu Batılı siyasetçiler için teopolitikanın bir konusudur ve siyasetçinin kimliği ile siyasi tavrı arasında benzerliğin en çok olduğu alana işaret eder. Papaların modern dünyada siyasi güçleri çok olmasa da mesela Kudüs gibi bir hususta Avrupalı siyasi liderler üzerinde etki kurabilmesi mümkündür.


Uluslararası sistemin teopolitik açmazları ve umutları

Bilindiği gibi, uluslararası sistemin nasıl işlediğini anlatmaya çalışan çeşitli teoriler mevcuttur. Realizm ve idealizm olarak adlandırılan bu teoriler, uluslararası ilişkilerde ülkelerin “ulusal çıkarları”nı nasıl korumaya çalıştıklarına dair yöntemlerdir. Bu iki temel teoriye, meydan okuma anlamında, inşacılık ya da sosyal inşacılık denilen ve “sosyal kimlikler, ortak değerler, fikirler ve kültürler ülkelerin dışişleri politikalarını belirlemeli” anlayışını taşıyan üçüncü bir görüş de eklenebilir. Çoğu zaman uluslararası ilişkiler disiplininin dışından (mesela sosyoloji veya ekonomi) ithal edilen bu teoriler, devlet, insan veya devlet sistemi gibi, odaklandıkları hususta ya geçmiş davranışları açıklamakta ya da bir ülkenin gelecekteki davranışlarını tahmin etmeye çalışmaktadır. Devletlerin davranışlarının açıklanması konusunda şimdiye kadar din faktörü çoğunlukla göz ardı edilmiş veya dile getirilmeye çekinilmiştir. Halbuki dine dönüşün en bariz biçimde ortaya çıkmış olması, içinde bulunduğumuz post-modern çağın en önemli özelliklerinden biridir. Her ne kadar dindarlar dinin hiçbir zaman ortadan kaybolmadığını, dolayısıyla geri dönüşünün bu bakımdan söz konusu olamayacağını iddia etse de modern dönemde din, en azından “sekülerleşme tezi”nin güçlü hissedildiği bir ortamda çok fazla hissedilmemiştir. Ama günümüzde tuhaf bir şekilde, teolojinin, hatta dinin kendisinin bile dışarıda bırakıldığı bir alanda din kendisini göstermeye başlamıştır. Sekülerleşmenin en yoğun olarak hisse-dildiği günümüzde dine olan ilginin en çok da kendisini özel alana hapsetmeye çalışan siyaset alanında ortaya çıkması tezat olarak görülebilir. Ama modern siyaset, Carl Schmitt’in çok önceden işaret ettiği gibi zaten “Modern devlet teorisinin bütün kavramları aslında teolojik kavramların sekülerleştirilmiş halidir. Mesela her şeye kadir olan Tanrı’nın yerine her şeye kadir kanun insanı gelmiştir. Yani bu değişim sadece tarihi bir süreç değil aynı zamanda bu kavramların sosyolojik olarak tespit edilmesi gibi sistematik bir yapıyla da ilgilidir; hatta hukuktaki istisna terimi teolojideki mucizeye benzetilebilir” (Political Theology: Four Chapters On The Concept Of Sovereignty, Cambridge: MIT Press, 1985, s. 36). Bu çok meşhur alıntıdan da anlaşılacağı gibi bundan sonra siyaset teorisinde artık hükümran (sovereign) ile bu hükümranın ne zaman ve kim için istisna (exception) yapmaya karar vereceği önemli hale gelmektedir. Hatta “komşunu seveceksin” emrinden yola çıkarak bu hükümranın ne zaman kimleri düşman ilan edeceği veya bugünlerde tartışılan olağanüstü halin (state of emergency) aslında “istisna hali” (state of exception) olduğuna karar verebilmesidir.

Olağanüstü değil istisna hali

Ama buradaki en önemli nüans aslında olağanüstü hale karar verebilen bir egemenin bu halin dışındaki durumun da garantisi olmasıdır. Gerçi daha sonraları Walter Benjamin “Bu istisna hali artık normal hale gelmiştir” (Illuminations: Theses on the Philosophy of History, New York: Schocken Books, 1969) diyerek Schmitt’e eleştirilerini yöneltirken gerçek bir istisna haline geçilmesi gerektiğini belirtmiştir. Siyaset teorisinin serüveninde bir sonraki aşama ise bu istisna halinin aslında kanunların mevcut olduğu ama artık önemlerinin yittiği görüşünü homo sacer, yani öldürülebilen ama kurban edilemeyen birey örneği ile kutsal olan insanın hukukun dışına itildiği bir istisnacılık fikrini geliştiren Giorgio Agamben’den (Homo Sacer: Sovereign Power and Bare Life, Stanford: Stanford University Press, 1998) neşet etmiştir. Agamben, bu fikre itiraz ederken aynı zamanda siyasi erkin modern dönemde nasıl dönüştüğünü de izah etmeye çalışmıştır.

Michel Foucault’dan ilhamla geleneksel olanla modern olan arasındaki en önemli farklardan birisi hükümranın iktidarı ile modern dönemdeki biyo-iktidar arasındaki geçiş değil (History of Sexuality, London:Penguin, 1981) hükümranca zaten eskiden beri kontrolü altında tutulan ve siyasi alanın bir parçası olarak görülen bedenin artık çok daha berrak bir şekilde obje haline getirilmesidir. Tabii hayat bundan böyle hükümranın iktidarına teslim olmayı gerektiren ölüm yoluyla siyasallaşmıştır. Öte yandan, belirtilmesi gereken bir husus burada “siyasal” olanın daha çok “yönetimsel” olarak anlaşılması gerektiğidir; yani iktidar işleyişinin bir dizi kanun yerine bir dizi kaideye taşınarak mesela kimin hapishanede kalacağına, kimin dışarı çıkabileceğine karar veren bir mekanizmanın varlığı olarak düşünülmesidir. Zaten 11 Eylül 2001 olaylarından beri Amerika Birleşik Devletleri’nin içinde bulunduğu durum “olağanüstü hal” değil, “istisna hali”dir. Daha açık bir ifadeyle, kural ve kaideler egemen tarafından sistemli bir şekilde ihlal edilmektedir. Ancak kurtarıcı bir Mesih’in gelişiyle hukuk ile hayat arasındaki şiddet bağı kesilecektir. Nitekim siyasi iktidarın homo sacer üretimindeki kudreti de bios denilen belirli normlar ya da kültüre sahip bir hayat tarzının sadece canlı olmaya işaret eden zoe’ye egemen kılınmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, bireyin sadece canlı olmak bakımından hayata sahip olması onu belirli kanunlar önünde öldürülebilir kılmaktadır. Bu kanunların “kutsal” ya da ilahi bir kaynakla ilişkilendirilmesi de egemenin tasarrufundadır.

İlahiyat ve siyaset

Kutsal ile siyasalın ilişkisi de tarih boyunca hep var olmuş, hatta pek çok siyasi otorite iktidarlarını ilahi bir kudrete dayandırmaya çalışmıştır. Ama modernite ile sekülerleşme arasındaki ilişki her nedense hep din ile politikanın birbirlerinden kesin çizgilerle ayrışması gerektiği görüşünün hakim olmasına neden olmuştur. Ancak Alexis de Tocqueville’in de gözlemlediği gibi Amerika istisnasının en önemli hususlarından birisi, ülkede resmi laiklik anlayışının hâkim olmasına rağmen halkın dindarlığının siyasetçilerin, özellikle din alanında, alacakları kararlarda oldukça önemli bir role sahip olmasıdır. Amerika’da siyasetçilerin kendilerine oy veren milyonlarca seçmenin inançlarını görmezden gelmeleri beklenemezken gerek Avrupa devletlerinde gerekse Müslüman ülkelerde din ve devlet işleri daha net bir ayırıma sahiptir. Amerika dışında başka yerlerde dine karşı böylesine hasmane bir tavır sergilenirken Birleşik Devletler’de köktendinciliğin her geçen gün artması sadece bazı televizyon vaizlerinin çabaları ya da bazı kilise kurumlarının çalışmaları ile açıklanamayacak kadar derin bir konudur. Belki de bu durum bazı Amerikalı siyasetçilerin ülkelerinin dünyanın süper gücü olmalarının doğurduğu bir sonuç olarak kendilerini her şeye kadir olarak görmelerinden de kaynaklanmaktadır. Zaten ekonomik olarak sağlam bir temele dayanması ve bir anlamda savaş makinesi olmasının getirdiği siyasi istikrar ve güç de ülke halkının büyük bir kısmının dindar olmasının tabii bir neticesi olarak görülmektedir. Yani, eğer bir başkan bireysel dindarlığının da getirdiği dürtülerle Hz. İsa’nın dünyaya ikinci sefer dönüşünü hızlandırabileceğine inanıyorsa elinden geleni yapmaya çalışmaktadır. Kendileri refah içinde yaşarken dünyanın geri kalan kısmının çektiği fakirlik genelde dinden uzaklaşmalarıyla açıklanmaktadır. 11 Eylül saldırılarından hemen sonra tedavüle giren “kötülük ekseni” deyimi de oldukça basite indirgenmiş bir din anlayışı ile medeniyetler, dinler, ideolojiler veya siyasi görüşler çatışması olarak algılanmıştır. Ayrıca, o güne kadar hep “Sezar’ın hakkını Sezar’a vermeyi” öngören bir dinin mensuplarının siyasetle çok yakından ilgilenmediklerini ama artık eşcinsel haklarından okul müfredatlarına kadar pek çok sosyal konuda yapılan siyasi tartışmalara din mensupları da dâhil olmaya başlamıştır. Halkı ilgilendiren siyasi konulara dini grupların din ve inançları ekseninde müdahale etmesine yönelik bu olgu, yani “teopolitika” (ilahiyat ve siyaset) artık gözle görülebilir bir seviyeye gelmiştir.

Teopolitika ve ABD

Teopolitika aslında ABD için çok da yeni bir kavram değildir; zira gerek Protestan gruplar ve gerekse Katolik Kilisesi eskiden beri yasa ve düzenlemelerde mesela, doğum kontrolü, bireysel haklar veya Vietnam karşıtlığı gibi hususlarda kendi inançları doğrultusunda tartışmalara dahil olmuşlardır. Ama bugünkü teopolitika, geçmişten farklı olarak daha çok köktenci tavırlara mensup küçük kiliselerin doğrudan siyasete müdahale etmeye başlamasını vurgulamaktadır. Zira söz konusu kurumlar eskiden hangi parti iktidara gelirse onunla perde arkasında pazarlıklar yaparak kendi lehleri-ne bir durum oluşturmaya çalışırken şimdilerde bariz bir şekilde partizan bir siyaset izlemektedir. Başka bir ifadeyle, siyasetin doğrudan aktörü haline gelmişlerdir. Sanki ABD’de Dindar Sağ yerine George W. Bush yönetiminden beri milliyetçi dindarlık ön plana çıkmış gibidir.

Günümüzde de her ne kadar Donald J. Trump adaylığını ilk açıkladığında başından daha önce geçmiş evlilikler veya kaba sayılacak bir konuşma tarzına sahip olması ve dindar bir portre çizmemesi sebebiyle Evanjelik Hıristiyanların adayı olmaktan uzak gibi görünse de seçimlerin sonu-cunda onların oylarını almış gibi görünmektedir. Fakat başkan seçildikten sonra, giderek artan bir tonda Evanjelik bir dil kullanması, dini grupların başkan adaylarını desteklemesi ya da muhalefet etmelerini yasaklayan 1954 tarihli Johnson Kanunu’nda değişiklikler yapacağı, devlet görevlilerini atamada dindarlık ölçeğini kullanacağı sözlerini vermesi, modern seküler dünyada geniş yankılar uyandırmıştır. Hatta Vatikan bile bu tür politikaları keskin bir şekilde eleştirmiş (“Evangelical Fundamentalism and Catholic Integralism in the USA: A surprising ecumenism”, Antonio Spadaro, SJ &ManueloFigueroa, La CiviltàCattolica (https://laciviltacattolica.com/church-life/evangelical-fundamentalism-and-catholic-integralism-in-the-usa-a-surprising-ecumenism/?ncid=edlinkushpmg00000313) ve ABD’de son gelişen olaylarda gerek başkan Trump gerekse Steve Bannon gibi siyasilerin İncil’i kendi istekleri doğrultuda eğip-bükerek yorumladıklarını belirtmiştir. Bütün bu eleştirilere rağmen Amerikan başkanı kendisini Hz. İsa’nın dönüşünü hazırlayan hatta hızlandıran bir figür gibi görmekte, Ortadoğu’da kaos çıkaracak her türlü girişimden sakınmamaktadır. Dünyayı iyi ve kötü olarak ikiye ayıran bu inanca maalesef bazı Evanjelik köktenci din adamları da İncil’den destekleyici pasajlar bulabilmektedir. Öte yandan, Papalık bu tür girişimlere çok da sessiz kalmamaktadır. Zira Ortadoğu konusu Batılı siyasetçiler için teopolitikanın bir konusudur ve siyasetçinin kimliği ile siyasi tavrı arasında benzerliğin en çok olduğu alana işaret eder. Papaların modern dünyada siyasi güçleri çok olmasa da mesela Kudüs gibi bir hususta teopolitikanın da etkisiyle özellikle Avrupalı siyasi liderler üzerinde etki kurabilmesi mümkündür. Bu bağlamda, söz konusu hadisenin teopolitikaya dair olumlu bir örnek teşkil ettiği ifade edilebilir. Ayrıca, bahsedilmesi gereken bir diğer önemli husus ise Kudüs’ün yasadışı başkent ilan edilmesine karşı Türkiye’nin öncülüğüyle uluslararası toplumun BM’yi harekete geçirmesidir. Bahsi geçen girişim, Kudüs’e yönelik İsrail’in yasadışı uygulamalarının yanında son 15 yıldır uluslararası hukuku adeta ortadan kaldıran Amerikan istisnacılığına karşı en önemli darbedir.

[email protected]