Vesayetin değil hepimizin Türkiye'si

İhsan Aktaş
15.04.2017

Bu referandum, Batlılaşma süreciyle başlayan son 200 yıllık tarihimizde milletin eline geçen en önemli fırsattır. 2014’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi Türkiye’de yeni bir döneme geçişin ilk adımıdır. Artık halk tepesinde bir vasi görmek istememektedir. Seçtiği liderlerin vesayetçiler tarafından alaşağı edilmesine seyirci kalmayacağını 15 Temmuz’da tüm dünyaya ilan etmiştir.


Vesayetin değil hepimizin Türkiye'si

16 Nisan Pazar günü yapılacak referandum, demokratik sistemin kuralları içerisinde olağan bir halkoylamasıdır aslında. Kıta Avrupası’nda herhangi bir ülkede buna benzer bir anayasa değişikliği için referandum yapılacak olsaydı, o ülkede yaşayan vatandaşların yarıya yakını  yapılacak anayasa değişikliğine muhtemeldir ki ilgisiz kalırdı. Türkiye’de ise bırakın referandumu yerel seçimler bile, siyasi aktörler tarafından kurulu sistem ve ona yönelik muhtemel tehditler ekseninde bir hayat memat meselesi haline dönüştürülebiliyor.

Türkiye’de yapılacak bir seçim ya da anayasa değişikliğinde bütün meseleler yeniden karıldığı için siyasilerin zikrettiği gibi her seçim hayati denecek düzeyde önemli oluyor. Osmanlını son yüzyılından itibaren modernleşme sürecinde devlet ve toplum ilişkisini belirleyen yapısal sorunlar yeniden masaya getiriliyor.

Şerif  Mardin, Osmanlının son yüzyılından bugüne kadar siyaset alanında yapılan bütün tartışmaların Batıcılar ile Muhafazakarlar arasında geçtiğinden bahseder. Halil İnalcık ise bu tartışmaların özünde merkez ile çevre arasında bir iktidar paylaşımı savaşı olduğunu iddia eder.

Osmanlı devlet adamlarının da münevverinin de 17. Yüzyıl sonlarından itibaren temel meselesi devleti yeniden ayağa kaldırmaktır. Bunun için en kestirme yol sistem arayışlarında Batı’ya yönelmektir.  Bir kere Batı örnek alınınca, Batılı eğitimden geçmiş, Batı’nın gözüyle dünyaya ve olaylara bakan bir elit zümre ortaya çıkmış ve zamanla etkinliklerini arttırmışlardır. Bu yönde Batı›dan destek aldıkları da muhakkaktır.

İttihat Terakki içerisinde yapılan tartışmalarda, merkeziyetçi, devletçi, otoriter yönetimi savunan Ahmet Rıza ve arkadaşlarının temsil ettiği görüşler, Prens Sebahattin’in savunduğu ademi merkeziyetçi görüşlere karşı üstünlük sağlamıştı. Bu politikalar Cumhuriyet kurulduktan sonra devletin resmi politikası haline gelmiştir. Yeni kurulan devletin resmi ideolojisini merkezde bulunan asker ve sivil bürokratlar eliyle temsil etmek en güvenli yol olarak görülmüştür.

Batıcı aydınların Türkiye’si

Yeni Osmanlılar ve son dönem Mehmet Akif gibi münevverlerin ısrarla üzerinde durdukları, Batı’nın İlmini ve fennini alalım, kültürünü almayalım şeklinde özetlenebilecek görüşe, sekter ve Batıcı aydınlar tarafından itibar edilmemiş, terakki için kültürel bir dönüşümün de gerekli olduğu konusunda ısrar edilmiştir. Çatışmanın başladığı nokta da özü itibariyle burasıdır. Zira bu düşünceye sahip aydın ve bürokrat kesim gücü ellerine geçirdiklerinde, toplumu dönüştürme ameliyesine başlamışlar, hatta işi milletin kültürel ve dini değerlerine karşı açıkça bir mücadeleye götürmüşlerdir.

Bu durum devlet ve yönetici elitle halk arasına kalın bir duvar örmüştür. Yönetici elitler, halkı ve onun değerlerini daima tehdit olarak algılamışlar, halkın temsilcilerinin yönetime gelmemesi, gelse bile icrai sorumluluklarını yerine getirememesi için dünyada örneği olmayan bir vesayet düzeni tesis etmişlerdir. Cumhuriyet tarihi boyunca yapılan bütün darbeler, vesayetin gediklerini kapamak ve halkın yönetime sızmasını engellemek üzere vesayeti tahkim etmek amacına matuftur.

Çok partili hayata geçildikten sonra ne zaman devletin temsili demokrasi yoluyla sivillerin eline geçme ihtimali ortaya çoksa, geleneksel devlet refleksi devreye girmiş, darbelerle, muhtıralarla seçilmişlerin otorite sağlaması engellenmiştir. 1960 darbesinden 15 Temmuz’a kadar başarılı başarısız bütün darbeler, özünde bürokratik elitin halkın iradesine teslim olmaya gösterdiği direncin neticesidir.

Aslında merkezi tutan bürokratik elit, köken itibariyle halkın içinden gelmektedir. Osmanlı’da aristokrasi ve burjuvazinin Batılı anlamda varolmaması, devşirme bir merkezi elitin oluşturulmasını gerekli kılmıştır. Ünlü tarihçi Kemal Karpat’a göre sistem bir şekilde devlet kademelerine giren vatandaşını da dönüştürmekte, dönüşmek zorunda bırakmaktadır. Cumhuriyet elitleri, aslında halk kökenlidir ve halk adına iktidarı ele geçirdikleri halde halktan ayrı düşmüşlerdir. Sosyal kökeni ne olursa olsun devlet safına geçenler, yani bir şekilde devlet iktidarını paylaşmayı başaranlar, mutlak devlet fikrinin baş savunucularına dönüşmekte ve vatandaşı devlet emrinde çalışan, yaşayan bir mahlûk gibi görme eğilimine kapılmaktadırlar. Hem de durmadan demokrasiden söz ederken...

Hakimiyet doğrudan millete

“Hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olması”, tam olarak çoğulcu, yarışmacı bir siyasal düzenin kurulması anlamına gelmemektedir. Kemalist seçkinler millet tanımını da bu amaç doğrultusunda yorumlamışlardır. Süleyman Seyfi Öğün’ün altını çizdiği gibi Kemalist söylemdeki “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” sözündeki “millet”, “halk”tan farklı olarak “politik toplum”u ifade etmektedir. Bu söyleme göre millet, etnik ve kültürel köklerinden soyutlanmak suretiyle politize edilmiş olan yurttaşlar topluluğudur. İşte kısaca “Merkez” olarak kodladığımız, bu yapının ana omurgasını da bu politize edilmiş, halkın değerlerine yabancı, imal edilmiş bu kesim oluşturmaktadır.

Bu merkezin siyasi temsil ayağında kuşkusuz CHP yer almaktadır. CHP’nin anayasa değişikliğine gösterdiği direncin arkasında kendisinin devletin gerçek sahibi olduğuna dair iddiası yatmaktadır.

Demokrat Parti’nin siyaset sahnesine çıkmasıyla, merkezi devlet yapısını temsil eden CHP’nin, halk desteği ile iktidara gelme ihtimali zora girmiştir. Fakat darbeler ve sahip olduğu bürokrasi gücüyle, fiilen iktidarda kalmayı başarmıştır.

Ak Parti siyaset sahnesine çıktığı zaman da müesses nizamın sivil siyasete kurmuş olduğu tuzakların farkında idi. Bu tuzakların hiç birisine düşmedi. Ülkenin var olan ihtiyaçlarını doğru tespit etti, ilk başlarda sisteme ilişkin sorunlara hiç dokunmadı.

Halkın acil beklentilerine odaklanarak, halkı yanına çekti. Hükümetin, hizmet siyaseti halkta karşılık bulunca adım adım sistemin kangren olmuş konularına el atmaya başladı. Ak Parti’nin ilk yıllarında, iktidarda kalamayacağı ve askeri darbe yoluyla iktidardan uzaklaştırılacağı savı alelade ortamlarda konuşuluyor, gariptir bu tarz değerlendirmeler o günlerde pak de yadırganmıyordu.

Parti kapatma girişimi ve e-muhtıranın sistemin elitlerinin ve ona müzahir çevrelerin hiç beklemedikleri bir karşılık bulması, Türkiye’de artık dengelerin değişmeye başladığının da göstergesiydi. Sivil siyaset ilk defa, kendisini seçen halkın iradesine sahip çıkıyor, şapkayı alıp gitmiyordu. Bu Türkiye için yeni bir durumdu. Ancak Türk siyasetinde vesayetçilik öyle bir hastalıktı ki, odaklar değişse de ülkeye hükmetmenin yolunun bürokratik hâkimiyetten geçtiğine dair inanç bazı kesimler tarafından bir türlü terkedilememektedir.

Nitekim, darbecilerle mücadele ettiği zannedilen FETÖ’cülerin, kendilerinin darbeye kalkışması, halkı yok sayan, aslolanın devlet kademelerine yerleşmek olduğunu ve bu sayede hakimiyet tesis edilebileceğini düşünen anlayışın bir başka  formda karşımıza çıkmasından başka bir şey değildir.

Son 14 yılda  Ak Parti hükümetleriyle vesayet rejiminin direnci büyük oranda kırıldı.  Ancak bu hiçte kolay olmadı. Türkiye’deki vesayet sisteminin çatladığını gören dünya sistemi, klasik yöntemlerle Türkiye’deki vesayetçi yapıyı tahkim edemeyeceğini anlayınca gezi olaylarından itibaren yeni yöntemleri devreye soktu. Uluslararası müdahale 17-25 aralıkta sürdü. Bunlardan da sonuç alamayınca 15 Temmuz’da içerideki Truva atlarını kanlı bir darbeye ikna ettiler ancak bu seferde hüsrana uğradılar.  Bu aşamaya kadar taşeronlar eliyle sürdürülen, Türkiye’nin gelişmesini durdurma girişimi, doğrudan Emperyalist devletlerin medya sistemlerinin devreye girdiği bir sürece dönüştü. Almanya’da bütün gazeteler “hayır” kampanyasına destek veren manşetler attılar. Fakat The Economist’in Sayın Cumhurbaşkanını diktatörlük ima eden bir manşetle kapak yapması, Cumhurbaşkanlığı sisteminin yalnızca içerideki sistem savunucularını değil, küresel düzeni de tedirgin eden büyük bir devrim olduğunu anlamak için kafidir.

Yeni ve güçlü Türkiye

AK Parti’nin anayasa değişikliği ile ilgili siyasi tutumu , kuruluşundan bugüne sistemi sivilleştirme vizyonunun gereğidir. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir ve bu yetki kurumlar eliyle kullanılır’’ hükmü gereğince halkın iradesini kurumların eline teslim eden zihniyeti, doğrudan halka devretme girişimidir.

Milliyetçi Hareket Partisi ve onun lideri Devlet Bahçeli, başta kendi partisi ve Türkiye için yürütülen programların farkında olan bir lider olarak, ülkenin,  terör, dış tehdit, Suriye iç savaşı vb. onlarca tehditle uğraşırken, bir de sistem tartışmaları ile vakit kaybetmemesi için sistem sorununu çözmeyi amaçlamıştır ve bu tutumunda ısrarcı olmuştur. Ülkenin karşı karşıya kaldığı problemleri beka meselesi olarak görmüş devletin gücünü tahkim için yerli bir ittifakın ortağı olmuştur.

Hayır cephesinin önerilen sistem değişikliğinin reddi için elle tutulur bir argümanı yoktur. Meclis tartışmaları sırasında bu yasanın geçmemesi için gerekirse kan dökeriz diyen CHP, kampanya sürecinde siyasetsizliği benimsedi, çarpıtmaya dayalı bir söylem geliştirdi. Müttefikleri olan HDP ve diğer sol unsurları gizlemeyi başaran bu konsept, kampanya sonuna kadar korunamadı. CHP’nin klasik tavrı nüksetti; üstenci, halkın iradesini hor gören bilinçaltı Hasan Bozkurt gibi CHP temsilcileri tarafından açık edildi.  Yüzyıldır Türkiye’nin sivilleşmesi ve çevreden gelenlerin siyasette yükselmesine karşın CHP cephesinin argümanları bellidir. Bu argümanların kökleri Osmanlı döneminde, Osmanlının devamını savunan aydınlara karşı sömürgecilerin geliştirmiş oldukları gericilik ve eskiye dönüş temrinleridir.

Bu seçimin en kayda değer yaklaşımını HDP ortaya koymuştur. Sürekli kendilerine zulüm yapmakla suçladıkları eski rejim kalıntıları ile uzlaşarak, Kürt meselesine de el atan Ak Parti’ye savaş açmakla aslında mevcut yapıdan hiç de rahatsızlık duymadıklarını ortaya koymuş oldular. Demek ki HDP’nin  Kürt’lerle ilgili bir meselesi yokmuş… Bu ittifakın arkasında küresel aktörlerin, özellikle  Almanya’nın etkisinin olmadığını iddia etmek biraz saflık olur. Referandum sonucuna göre Türk milletine ve yöneticilerine devleti yeniden yapılandırma gibi büyük bir sorumluluk düşüyor. Bu sorumluluk her şeyden önse yeni nesillere karşıdır.

Bu referandum, Batlılaşma süreciyle başlayan son 200 yıllık tarihimizde  milletin eline geçen en önemli fırsattır. Aslında 2014 Ağustos ayında Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhuriyet Cumhurbaşkanı seçilmesi  Türkiye’de yeni bir döneme geçişin ilk adımıdır. Artık halk tepesinde bir vasi görmek istememektedir. Seçtiği liderlerin vesayetçiler tarafından bundan önce defalarca yaşandığı gibi, alaşağı edilmesine seyirci kalmayacağını 15 Temmuz’da tüm dünyaya ilan etmiştir. 

Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un da vurguladığı gibi, 15 Temmuz ikinci bir kurtuluş mücadelesidir. Her kurtuluş mücadelesinin bir de inşâ süreci vardır. Vesayetçi yapı bütün kurumlarıyla çökmüştür. Devletin yeniden yapılandırılması acil bir ihtiyaçtır.  Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçiş bunun en önemli adımıdır. Güçlü ve büyük Türkiye’nin inşâsı da Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçişle mümkün olacaktır.

[email protected]

İhsan Aktaş / GENAR Başkanı