İslamcılık ve Türkiye’nin gelecek sosyolojisi

Prof. Dr. Mazhar Bağlı - Yıldırım Beyazıt Ünv. Öğr. Üy.
3.08.2013

“İslam çağımızın sorularına cevap verebilir mi” gibi bir sorgulamanın yapılıyor olmasına yol açan esas faktör, hayatın dinamik dönüşümünden koparılmış devlet tekelinde bir dinin varlığıdır.


İslamcılık ve Türkiye’nin  gelecek sosyolojisi

Müslümanlar için epistemoloji aynı zamanda “akidevi” bir konudur da. Onu (Allah’ı) bilmek, buyruklarının çizdiği sınırları ihlal etmemek için her daim bir dikkat sahibi olmak gerekir. Ve tabi ki hangi yaklaşım bizi, evreni, dinin öngördüğü dil ile okumaya sevk edecekse onu tercih etmek durumundayız. Ki bu durum, insanın insanla olan ilişkisini de kapsayan bir alandır ve dolayısıyla da “siyasetle” de doğrudan ilişkilidir. Siyaset ile din arasında hep “istismar” kavramı üzerinden kurulan ilişkinin oluşturduğu algı ile onu hayatın dışında bir alan gibi göstermenin gerçekçi bir tarafının olmadığını sanırım her sosyal bilimci bilir. Dahası bu tarz bir ilişkinin kurulmasını dışlayanlar tam da dünyaya ve hayata siyasetin merkezileştiği bir “dini” çerçeveden bakmaktadırlar.

Her ne kadar kimi çevrelerde din ile siyaset arasında kurulan her tür ilişki, bir yozlaşma ya da İslami literatürdeki ifadesi ile “bidat” olarak yorumlansa da siyasetle ilgili olmayan hiçbir dini metnin olmadığını, en azından dinlerin insanları daha iyi olduğuna inanılan bir dünyaya davet etmesinden anlamak mümkündür. Siyaset içermeyen bir dini buyruk söz konusu değildir. Tabi siyaseti toplumsal işleyişin yönetimsel ortak paydasını oluşturan referanslarla kurulan sistematik bir mekanizma olarak tanımlıyorsak eğer. Muhakkak siyasetin başka tanımları da var ama hepsinin ortak paydasında “yönetim” kavramı vardır. Yönetim işi de tanrının yaratma eyleminin bir yansıması gibidir adeta. Bundan dolayı da mağrurlanma, neredeyse tüm tarih boyunca her yönetici için karşılaşılabilen potansiyel risklerden birisidir. Tüm toplumsal kesimleri, hatta koca bir coğrafyayı ilgilendiren bir konunun yönetim örgütlenmesinin dışında ki alanları cımbızla sosyolojik dokunun içinden çekip bağımsız bir alan olarak yorumlamasını istemek ya da böyle davranmak sadece hayali bir farazi olabilir.

Osmanlı Müslüman mıydı? 

Oysa bu alanda Türkiye merkezli bir tartışmanın lokal kalmayacağı, bunun etkisinin bütün bir İslam dünyasına yansıyacağını söylemek mümkündür. Bundan dolayı da konu hayatiyete sahiptir ve mutlaka hak ettiği yeri almalıdır. Türkiye merkezli bir tartışmayı önemsiyor olmamın hiçbir etnik referansı yoktur. Aksine bugün dünyaya egemen olan Batı epistemolojisinin Doğu ile giriştiği “muharebe meydanının” burası olmasındandır. Bir başka ifade ile Batı’nın Doğu ile karşılaştığı merkez burasıdır. Çünkü Osmanlı Doğulu olduğu kadar Batılıydı. Hem İslamdı hem Roma. Osmanlı için “Rumi” ifadesinin kullanılması da bundandır. O, İslam’ın, Bizans’ın ve Grek’in mirası üzerinde yükselmişti. Dile getirmek istediğim konu etnik, coğrafi ya da kültürel kodlara dayalı bir argümana dayanmamaktadır. Aksine sosyolojik bir dönüşüm üzerinden temellenerek vücut bulan siyasi ve toplumsal bir yapıdan bahsediyorum.

İslam’ın Araplara, kendi ana dillerinde hitap etmesinin sağladığı büyük bir avantajın var olduğu gerçeği inkar edilemez. Ancak İslam’ın karşılaştığı her kavme hitap edebildiğinin somut kanıtı diğer kavimlerin açılımları veya yorumlarıdır. Bir kavmin sahip olduğu dilin imaları ile çatısının ilahi buyrukları yansıtacak bir araca dönüşmesi tabi ki önemsenecek bir konudur. Ancak bana göre İslam’ın bir başka dilde ki yorumu onun insan topluluklarına hitap etme potansiyelini arttıracak ve evrenselliğini somutlaştıracak çok değerli bir bilgi ve tecrübedir.

Bundan dolayı da Arap olmayan kavimlerin İslam’a katacakları yorumlar onunla ilgili en çarpıcı açılımlar ve referanslar olacaktır. Ki siyasal İslam’dan kastın bu olduğunu da dikkate aldığımızda işin salt bir siyasi pratik olmadığı da görülecektir. Siyasal İslamcılığın bittiğini ya da bitmiş olmasını arzu edenler bu durumun farkındalar mı acaba?

Evrene ilişkin bir okuma biçimi olan İslami düşünce Batılı epistemoloji karşısında zaten ilk önce Osmanlı merkezli mevziler kaybetmiştir. Bu kaybın oluşturduğu psikoloji ile yani özgüven kaybının oluşturduğu bunalım ile bizim insanlarımız dünya, evren ve yönetim alanında hep önlerine konulan yolda yürümek, “taklitçi” bir politika izlemek durumunda kalmıştır. Bu durumu özellikle gerçekleştiren en önemli adımlar malum, tek parti döneminde atılmıştır. Özellikle de dini alanın sivilleşmesini engelleyerek bunu yaptığını söyleyebiliriz. Görece özerk bir alan olan dini eğitimin devletleştirilmesi, tekkelerin kapatılması ve din adına karar verme mercinin kamu ile zorunlu bir bağ içinde olan tek bir elde toplanmış olması İslam açıcından son derece “tutucu” bir geleneğin oluşmasına neden olmuştur.

Elbette tek partiden önce büyük bir çeşitliliğin, derin bir entelektüel tartışmanın var olduğu söylenemez. Ama buradaki temel sorun bu yönde bir değişimin oluşmasına giden yolun kapatılmış olmasıdır. Ki zaten İslam açısından aslolan, özgün yaklaşımlar ortaya koyabilecek imkanların oluşturulmasıdır. Hakikatin doğmasının ilk şartıdır. Bu konudaki en klasik yaklaşımın temel ilkesi malum yanlış yorum yapılması bile sevaptan, kayrılmaktan mahrum kalınmayacağıdır. İsabetli karar ile hatalı olan arasındaki farkın bir mahiyet farkı olarak değil de bir derece farkı olarak görülmesi esas vurgunun sa’yu gayrete olduğuna işarettir.

Devletin din tekeli

Oysa tek tipleştirme, kontrol altına alma ve kamu ile zorunlu bir nedensellik içine hapsetme din üzerindeki düşünceyi kısırlaştıran bir etkide bulunacaktır ve nitekim de öyle olmuştur. Özellikle de laiklik üzerinden yürütülen politikalar yozlaşmanın temel alt yapısını oluşturmaktadır. Siyasi tarih açısından kaba bir okuma yaptığımızda ülkenin politik, diplomatik ve ekonomik olarak sıçrama yaptığı her gelişim döneminin klasik devletçi laikliğin dışına çıkıldığı anlarda olduğu görülür. Bu durumu göremeyen ya da kabullenemeyenler konuyu muhafazakarın kendi iktidarlarında yandaşlarına kamu bütçesini peşkeş çekmeye bağlamaktadırlar.

Aslında bizim ülkedeki laiklik batılı ülkelerden “ontolojik” olarak farklıdır. Tam olarak laikliği içermese de devlet dayatması ile var olan “din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması ve devletin dini referanslarla yönetilmemesi” tanımı, din ile devlet arasındaki ilişkiyi belirlememektedir. Aksine dini devletin emrine bırakan bir politikanın, dinin devlet tekeline hapsolunması demektir. Bunun en büyük olumsuz etkisi dini vecibelerin yerine getirilip getirilmemesi üzerinde değil dini düşüncenin zamana cevap verme kabiliyeti üzerinde olmuştur. “İslam çağımızın sorularına cevap verebilir mi” gibi bir sorgulamanın yapılıyor olmasına yol açan esas faktör devletin tekelinde hayatın dinamik dönüşümünden koparılmış bir dinin varlığıdır. Ez cümle Batı Avrupa’da laiklik, dinin devlete müdahalesini engellemek içindir bizde ise devletin dine müdahalesi içindir. Devlet kontrolündeki bir dini düşünce tabi ki dünyayı okumada sorun yaşayacaktır. İslam tarihinde zaman zaman görülen tutuculukları ve bağnazlıkları tamamen bir kenara bıraktığımı ya da görmezden geldiğimi kimse düşünmesin. İşaret etmek istediğim esas konu da burasıdır. İslam düşüncesi bir krizle karşılaştığı anda kendi içindeki argümanlarla yürüteceği bir tartışma ile onu çok rahatlıkla aşabilir ki bugüne kadar da hep böyle olmuştur. Bir başka kültürle karşılaşıp onu dönüştürdükten sonra içine aldığı bu yeni unsurları asla bünyeyi tahrip eden “habis ur” gibi görmemiştir.

[email protected]