Kardeşliğin yıkıntıları

Prof. Dr. KEMAL SAYAR/Marmara Ünv. Tıp Fak. Psikiyatri Böl.
9.03.2014

Zor zamanlardan geçiyoruz. Kılıçlar kınından çıkarılmış, bir zamanlar aynı ülküler etrafında birleştiğini zannettiğimiz insanlar, hasım haline gelmiş.


Kardeşliğin yıkıntıları

Grup psikolojisinin insanların davranışlarını güdülediği, savaş halinin ahlakı askıya aldığı, gayeye ulaşmak için her vasıtanın mubah görüldüğü, kara çalma ve hakaretin havada uçuştuğu zamanlar. ‘Moral sermaye’nin aşındığı bir zaman. ‘Kavgada yumruk sayılmaz’ denir ya, artık ahlakın bir bağlayıcılığı da yok: ‘Savaş hali ahlakı askıya alır, ebedi kurumları ve yükümlülükleri ebediliklerinden yoksun bırakır ve koşulsuz zorunlulukları geçici bir süre için yürürlükten kaldırır’ demişti Levinas. 

İnsanın mensubu bulunduğu grubu gerçekle uyumlu olmayacak bir biçimde yüceltmesi ve idealize etmesi, bilinen bir insan ihtiyacı. Hepimiz kendimizi beğendiğimiz gibi, ait olduğumuz grubu da beğenmek ve yüceltmek isteriz. Bireysel narsizmin benliğin sosyal veçhelerine yayıldığı durumlarda, kendi kimliklerimizi, aidiyetlerimizi ve içinde yer aldığımız toplulukları yere göğe koyamayız. Orada olmakla biz aslında seçilmişler arasına dahil olmuş ve hakikat yeleğini giymişizdir. Eric Hoffer, ‘kesin inançlı’ diyordu hakikati temellük eden kişiye; ona kalırsa, endişe ve anlamsızlıktan kaçan birey kitle hareketlerine sığınıyor ve orada bir teselli arıyordu. Bir grubun narsistik yüceltimi, gerçekten de zayıf ve tehdit altındaki egomuzu korumak için bir strateji olabilir. İnsanlar, doğru yolda olduklarına inanmak ister ve bu yüzden grubun ortak kimliğine narsistik yatırım yapar. Kişi kendi grubunun biricik ve özel olduğuna inanmakla, kendi seçilmişliğini ve biricikliğini de tescil eder. Aidiyetlerimiz, mensubiyetlerimiz bizi insan ilişkilerinden uzaklaştıran kalpsiz bir dünyada birer sığınak işlevi görür, dış dünyanın tekinsizliğine karşı kırılgan benliklerimizi koruma altına alır.

‘İnsan yıkıcılığının anatomisi’ adlı kitabında Erich Fromm, ‘grup narsizmi’ kavramını ortaya atmıştı. Onun tarifine göre grup narsizmi, kişinin kendi grubuna ve o grubun ülkülerine sorgusuz sualsiz bir itaat, sadakat ve beğeniyle bağlanmasını ve eleştirel tutumların düşmanlık olarak algılanmasını ifade ediyordu. Grup narsizmine duçar olan toplumsal yapılar kendilerini seçilmiş, mükemmel ve seçkin olarak tanımlarken dışarıda kalanları da muhtemel düşmanlar olarak algılayabilir. ‘Bizim iddia ve doğrularımız, diğerlerinin doğrularını belirler’ diye düşünür. Narsistik grubun üyesi, ‘eğer kendi grubumdan olan insanlara yardım edersem, bu beni daha iyi bir insan yapar’ diye fikir yürütür ve böylece grup-içi dayanışma, diğer gruplarla dayanışmanın önüne geçer.

Kolektif narsizm, büyüklenmeci kendilik imgesine bir saldırı algıladığında, öfke ve saldırganlıkla mukabele edebilir. 

Bir grup her zaman müntesiplerinden fazlasıdır. İki insan bir ihtilafla karşılaştığında uzlaşma yoluyla bunu çözmeleri daha kolaydır ancak iki grup arasında uzlaşı ihtimali çoğu kez daha düşüktür. Grup hareketleri bireysel tutumlara göre daha zıtlaşmacı, rekabetçi ve düşmanca olabilmektedir. Gruplar kendi üyelerine ahlaki bir yetke vermek suretiyle kimileyin yanlış eylemlere meşruiyet sağlayabilmektedir. Hatta grubun hayata geçirdikleri değil de zaman içinde bizatihi kendisi, kendi başına bir olumlu değer, bir sonuç haline gelebilmektedir. Böylece grup tek bir organizma, tek bir beden gibi hareket etmektedir. Hep söylendiği gibi, bir grubu ayakta ve diri tutan ona hasım olarak kabul ettiği grupların varlığıdır. Ancak bir düşmana sahip olmak her şeyi açıklamaya yetmez: İdealist gruplar kendilerini terk edenleri, ‘davadan dönenler’i etiketlemekte mahirdir. Fransız devrimini izleyen yıllarda giyotinin nefret edilen aristokratlar için değil de daha çok ‘hainler’ için kullanıldığını hatırlayalım.

Benliği koruyabilmek

Carl Schmitt şöyle yazmıştı: “Her dini, ahlaki, ekonomik veya etik antitez insanları dost ve düşman ekseninde yeterince güçlü bir biçimde gruplayabilirse, politik bir hüviyet kazanmış olur.”  Ona göre politik olan dost ve düşman arasındaki ayrımda tanımlanmaktaydı. Politik bir eylem, benliğin korunmasına ve benliği tehdit eden şey her neyse onun tahrip edilmesine dayalıydı ve üstelik tartışma yoluyla ihtilafı gidermenin pek imkanı yoktu. Böylesi bir eylem de devletin hakkıydı, devlet isterse kendisini korumak için içindeki düşmanlardan kurtulabilirdi. ‘Kötü’ olarak isimlendirilenlere ne yapıldığı zaten çoğu zaman ilgimizin dışındadır, sözgelimi  2. Cihan Harbi’nin bitiminde Çekoslovakya ve Polonya’da zorunlu tehcire maruz bırakılan 11.5 milyon Alman; Nazi uygulamalarını aratmayan zalimce uygulamalara muhatap olmuş ve 2.5 milyonu da yollarda ölmüştür. Sürülen insanların pek çoğunun kadın veya çocuk olması, savaş veya katliamda yer almamış olmalarının hiçbir önemi olmamıştır. Ne de olsa Almandılar ve kötüydüler. Ötekinin kötü olması bizim iyiliğimize delalet etmez oysa, onun kötü olduğu kadar biz de kötü olabiliriz. Ötekini kötü ilan etmekle onunla savaşmak için her aracı mubah sayamayız. Oysa sözüm ona idealist o kesin inançlı kişi, iyi bir sebep uğruna dövüşüyor olmasının ona yeterince bir meşruiyet alanı açtığını düşünür. Saldırgan ve kurban arasındaki ilişki saldırganın gözünde bambaşka bir içerik kazanır: Düşünür ki, ona saldırmasaydı, kendisinin kurban olması işten bile değildi. Suç kurbanın omzuna yıkılır ve ona saldırgan elbisesi giydirilir. Kötü uygulama ve özellikler, ’öteki’ne yansıtılır, kişinin kendi grubunu diğer gruplara muhalif olarak konumlamasıyla kuvvetli bir grup aidiyeti yaratılır.  Beyaz subaylara göre, Kızılderililer vahşi ve ‘kötü’ yamyamlardı, bu doğru olmasa da böyle inanmayı yeğlemekteydiler. 

Biz ve onlar arasındaki ayırım fazlasıyla önemsiz ayrıntılardan beslenebilir. Freud’un ‘ufak farkların narsizmi’ dediği bu durum, büyük çatışmaları ateşleyebilir. Grup dayanışması insan için temel bir ihtiyaçtır ve grup çok su geçirmez bir yapıya büründüğünde yani grubun içindeki insanlar birey olarak düşünmeyi ve grubun değer, ülkü ve eylemleri üzerine eleştirel bir muhakemede bulunmayı terk ettiklerinde, bu dayanışma üyelere zarar vermeye başlar. Bireysel düşüncenin yerini grupdüşüncesi dediğimiz ortak düşünme biçimi alır. Biz ve onlar arasındaki ayırım bir kez iyiden iyiye yerleştirildiğinde, kişiler kendi değer ve yargılarını grubun ortak değer ve yargılarıyla değiştirir. Bireysel düşünce ihtiyacı kaybolur ve kendi başına düşünmek bile gruba sadakatsizliğin bir belirtisi olarak ele alınabilir. Bilinç bireye özgüdür ve kitlelerin bir bilinci olmaz, bu da grupları ahlaki bağlardan koparabilir. Grup kimliği kimileyin,  bireysel ve ahlaki düşünce üzerinde bir zafer elde eder. Bireyselliği terk etmek, düşünce yeteneğini de teslim etmek demektir. Ötekini bir birey olarak tanımlayabilmek için senin de birey olabilmen gerekir oysa, sen benliğine yabancılaşırsan kaçınılmaz olarak ötekine de yabancılaşırsın. Her insanın insanlığını tanımak gerek. İdeoloji veya grup kimliklerine has maskelerinin insanlığı görebilme yeteneğimizi örtmesine izin vermemeliyiz. Kendisi ve düşmanı arasında hiç fark göremeyen, bütün kötülüğü düşmanına veren ve kendisine hiç pay çıkarmayan kişi giderek düşmanına benzer. Düşmanımdan ne  kadar farklı olduğumu düşünürsem o kadar aynı olurum, ne kadar aynı olduğumu düşünürsem o kadar farklılaşırım. 

Kollektif narsizme mağlup olmuş gruplarda şiddete veya tahakküm kurmaya dönük eylemler için, yüksek ve saf ahlaki güdüler sunulabilir müntesiplere. Bütün bunlar derinlerde yatan kendine hizmet etme güdüsünü, bencilliği ve grup çıkarlarını gizliyor olabilir. Avrupa Afrika’ya sömürgeci olarak giderken kendi kültürünün üstünlüklerini siyah ‘geri adam’la paylaşmak gibi bir mihnet (!) üstlenmişti. Bugün amaçlarının sadece para ve kolonizasyon olduğunu biliyoruz. Alternatif tarih yazımı arttıkça bize büyük bir keşif olarak sunulan Kolomb seferlerinin nasıl adi bir yağmalama ve soykırım harekatı olduğunu da anlayabiliyoruz (Bkz. David Stannard, American Holocaust ve Howard Zinn, ABD Halklarının Tarihi). 

Devlet dersinde ölmek

Lafı buraya kadar yuvarladıysam, bu memlekete dair bir söz edeceğim içindir. Bir dönem devlet marifetiyle yaratılan kollektif narsizm, bu ülkede seçkinci Batıcı çevrelerin kendi yurttaşlarını hor ve hakir görmesine yol açtı. Devletimiz adeta ‘bazı yurttaşlar daha eşittir’ tarzı bir anlayışla insanların içine kibir ve önyargının tohumlarını ekti. Daha az eşit olan çokları, ‘devlet dersinde öldürüldü’, kimi başını örttüğü için okuldan uzaklaştırıldı, kimi polis sopası ve işkencesiyle can verdi, kimi fişlenerek işinden atıldı velhasıl büyük acılar çekildi. Geçmişin mağdur  ve madunlarını, oynadıkları iktidar oyununda bekleyen en büyük tehlike, giderek, bir zamanlar kendilerine  düşman saydıklarına  benzemeleridir. Dil acımasızlaşıyor, yöntemler ahlaksızlığın dibini buluyor, amaca ulaşmak için her yolun mubah kabul edildiği yeni bir kötülük dili galip geliyor. Böylesi bir ortamda çocuklarımıza ve gençlerimize din ve maneviyatın dilinden söz etmek çok zorlaşıyor. İktidar oyunu on yılların kültürel emeğini berhava ediyor, iyilik ve güzellik adına söylenmiş olan bütün sözleri havada bırakıyor.  Havada artık sadece kılıç şıkırtılarının ve ‘büyük kulak’ın ahlaksızca bize üflediği mahrem kayıtların sesi var. 

Ve yerde, bir kardeşliğin yıkıntıları.

[email protected]