Laiklik, sekülerizm ve ‘seküler-din’

Prof. Dr. Bedri Gencer / Yıldız Teknik Ünv. Öğr. Üyesi
2.01.2016

Özgürlük arayışıyla başlayan sekülerizmin nihaî sonu kula kulluktu. Kula kulluğun getirdiği tahakküm ilişkisinin ise zalimlik veya mazlumluk dışında seçeneği yoktu; mazlum olmak istemeyen, zalim olmaya mecburdu. Zira insanlar arası ilişkide zulüm ile korku, ikiz kardeştir; zalimler korkak, korkaklar zalim insanlardır.


Laiklik, sekülerizm ve ‘seküler-din’

Türkiye, kısır polemiklere boğulmuş, değil ağaçlardan ormanı, ayağa takılan çalılardan ağaçları göremez bir ülkeye dönüşmüş durumda maalesef. Sosyal medya, bu bilinç körelmesini daha da arttırıyor. Olay ve olguların arkasındaki hakikatler örgüsünü kavrayamadan duygusal etki/tepkilere dayalı kısır tartışmaların girdabında sürükleniyoruz. Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez’e gösterilen tepkiler, bunun yeni bir örneği. Sayın Görmez, ABD Başkanı Obama’nın Müslüman Topluluklar Özel Temsilcisi Şerik Zafer ve beraberindeki heyeti kabul esnasında şu görüşlerini dile getirmişti: “İlahî dinler, insanoğluna dünyayı daha güzel yönetmesi, barış içerisinde birlikte yaşasınlar, rahmeti, şefkati, adaleti egemen kılsınlar diye geldi. Ama insanlar dinleri de kendilerine dönüştürebiliyorlar. Mahza rahmeti yeryüzüne getiren dinler, şiddetin, vahşetin aracı haline getirilebiliyorlar (...) Fransız ihtilâliyle birlikte insanlık başka bir arayış içine girdi. Dinlerin dışında daha seküler (laik) bir dünya kurmayı tasarladı. Fakat sekülerizm dinlerden kaynaklanan şiddeti de geride bırakarak dünyayı topyekûn bir savaşın içine soktu. İnsanlar da bilimsel keşiflerle atom bombasını düşünebildi.”

Bu beyanata karşı mahut “şeriat istemezükçü” çevreler hemen hücuma geçti. Sayın Mehmet Görmez’in dile getirdiği görüşler etrafındaki tartışmanın üç boyutu ayırt edilebilir.

Birincisi, tarih tekerrürden ibarettir. XIX. asır Osmanlı-İslâm dünyasında olduğu gibi, kritik siyasî dönüşüm süreçlerinin bu tür temel felsefî tartışmalara yol açması tabiidir. Ülkenin sancılı bir modernleşme sürecine sürüklendiği son Osmanlı devrinde Namık Kemal, modernleşme eleştirisinin en sonunda sekülerizmle hesaplaşmaya dayandığını görmüştü. Bugün de insanlığı sekülerizmle hesaplaşmaya zorlayan benzer bir evrensel köklü dönüşüm sürecinden geçtiğimiz halde maalesef iki uç, akademik dünyaya münhasır entelektüel tartışmalar ile güncel kısır polemikler arasında salınıyor, bu kopukluğun aşıldığı kuşatıcı ve verimli bir tartışma ortamı oluşturamıyoruz.

İkincisi, bu tartışmanın keyfiyeti mahiyeti kadar önemlidir. Keyfiyet boyutundan kasıt, bu meselelerin tartışılması tarzı, Sayın Görmez’in dile getirdiği görüşlere gösterilen tepkilerin ortaya koyduğu zihniyet problemidir. Marshall McLuhan’ın “Themedium is themessage” dediği gibi, işin mahiyeti kadar keyfiyeti, amaç kadar araç da, aydınlarımızın “ne” tartıştığı kadar “nasıl” tartıştıkları da önemlidir.

Dine karşı seküler din

Sayın Görmez’in görüşlerine, laiklik ve sekülerizm olarak iki bakımdan tepki verildiği görülmektedir. Laik bir devletin memuru olarak onun konumunun bu tür konularda görüş beyan etmesine müsait olmadığını savunan sözde tarihçiler, aydınlar, daha laiklik ile sekülerizm arasındaki ayırımın farkında değillerdir. Laiklik, anayasal bir ilke, ancak sekülerizm bir dünya görüşüdür. Dolayısıyla, hele Sayın Görmez gibi dinî otoriteyi temsil eden bir akademisyense, laik bir devletin görevlisi, pekâlâ sekülerizmi eleştirebilir. Bugün Türkiye’nin geldiği noktada Başbakan Ahmet Davutoğlu ve Mehmet Görmez’in aynı zamanda entelektüel birer akademisyen olmaları tesadüf değildir. Görmez, bir akademisyen, dahası ilahiyat, dahası hadis profesörüdür. İslâm’da ilimdin, din de hadis olduğuna göre Diyanet İşleri Başkanı’nın bir hadis profesörü olması daha da anlam arz eder. Dolayısıyla İslâm adına yapılan yanlışlar, Müslümanlara, Diyanet kurumu ve başkanına fatura edilirken, formel bakımdan “mevkidaşı” Papa’nın İslâm dünyası aleyhine beyanatı gündem oluştururken aynı zamanda entelektüel bir akademisyen olan Diyanet İşleri Başkanı, bütün insanlık adına “sekülerdin”i eleştirmekten çekinemez.

Onun sekülerizmi eleştirmesinden sekülerizm adına alınan ve gocunan Batı’dan çok Batıcıların durumu ise ibretlik. “Beyaz Türk” denilen Türkiye aydını, zihnen sömürgeleşmiştir. İbni Haldun gibi âlimlerin de zikr ettiği “el-hukmüli’l-gâlibi” düsturu, Batı/Doğu örneğindeki gibi hâkim/mahkûm kültürlerin karşılaşması tarzını belirler. Mahkûm, “hüküm gâlibindir” düsturu gereğince misilleme tutumunu benimseyerek hâkime güç kazandıran şeyi taklide yönelir. Ancak son Osmanlı devrinde olduğu gibi, dinin bütün hayatı kuşattığı geçmişte, seküler Batıcı aydınlar bile dine atıfla görüşlerini savunmaya çalışmışlardır.

Bilim çağında dini hurafe diye tamamen reddeden, Büchner, Moleschott ve Vogt gibi materyalist düşünürlere karşılık Abdullah Cevdet, Celâl Nuri ve Kılıçzâde Hakkı gibi aydınlar, benimsedikleri materyalizmin İslâm’a uygun olduğunu âyet ve hadislerle ispatlamaya çalışmışlardır. Meselâ Kılıçzâde Hakkı, tekâmül nazariyesini reddetmenin bir “küfr-i sarih” olduğunu savunurken, Abdullah Cevdet, Darwin’in temel tezlerinin Kur’ân’da “icmâlen ve remzen pekâlâ mevcut” olduğunu ifade etmiştir.

Son Osmanlı devrinde olduğu gibi, Batıcı aydınlarca en heretik doktrinlerin bile dine atıfla meşrulaştırılmaya çalışılmasından bugün dine total karşıtlık noktasına gelmiş bulunuyoruz. Bugün Batıcılık, kraldan çok kralcılık misali Batıdan çok Batıcılık, tamamen din karşıtlığına dönüşmüş durumdadır. Sayın Görmez’in beyanatına tepki gösteren bugünkü “çağdaş” aydınların Batı karşısındaki durumu, “Bükemediği bileği öpen, tecavüzcüsüne âşık olan mağdur” misalidir. Özellikle postmodern çağda Batı’da sekülerizmin çöktüğü ilan edilirken bizim sözde aydınlar, kaba bir muhalefet saikıyla çöken bir şeyi hararetle savunuyorlar.

Üçüncüsü, bu tartışmanın mahiyetidir. “Çağın hâkim ruhu” olarak tanımlayabileceğimiz Zeitgeist’ın belirleyicisi hikmettir. Farklı dinlerden topluluklar, geçmişte ortak bir hikmette buluşurlarken, modern çağda hikmetsizlikte buluşur hale geldiler. Sayın Görmez’in sekülerizmin insanlığı sürüklediği şiddetle ilgili tespitleri, neredeyse aynı ifadelerle çağdaş Doğulu ve Batılı aydınlarca dile getirilmişti. Şiirin şuuruyla dünyaya bakan Namık Kemal ve Thomas Eliot, kula kulluğun sistemleştirildiği faşizmin sekülerizmin doğasında yattığını tespit etmişlerdi:

“Çün≠kü benim iktidarımca efrâdından bulunduğum ümmet-i Os≠ma≠niye hürriyet ister; fakat o cevherin bir ‘atâ-yı ilâhî olduğunu unu≠tur da şu≠nun bunun inâyetinden isterse hem şanını muhil, hem men≠faatine mu≠zır olur. Ben hür doğmuş iken niçin ‘utekâdan olduğumu tasdik edeyim? Niçin beni esir eden hareketlerin meşruiyetini kabul ile avdetine zımnen cevaz göstereyim. Şeriat gibi tagayyürden mâsûn bir esas varken niçin inkılâbı zarûriyâttan olan ef’âl-i insaniyeyeisnâd-ı hukuk eyleyeyim?” Eliot da”Tanrı edinmediğin takdirde Hitler veya Stalin’e hürmetlerini sunacaksın demektir” (Ifyouwill not haveGod (and He is a jealousGod), youshould pay yourrespectsto Hitler or Stalin) sözüyle aynı gerçeği ifade ediyordu.

Özgürlükten kulluğa

İkisi de Katolik Hıristiyanlığa tepkiden doğmuş olsalar da laiklik ile sekülerizm, farklı anlamlara sahip doktrinlerdir. Laiklik, Fransa’nın merkezinde yer aldığı Katolik dünyada Kilise ile Devlet arasındaki müzmin mücadeleden galip çıkan Devlet’in kendini korumak için geliştirdiği anayasal doktrindir. “Tanrı ile İnsan” arasında ilişkinin zamanla “Tanrıya karşı İnsan” ilişkisine dönüştüğü sekülerizm ise Yahudilik ile Protestanlığın eseridir. Yahudi-Protestan cephe, geleneksel olarak Katolikliğe karşı Avrupa’nın solunu temsil ederken XIX. asırda zirveye çıkan sekülerleşme süreci sonunda Batı’nın sağı, hâkim gücü olmuştur. Sekülerizm, Yahudilik-Protestanlığın felsefî, Siyonizm ise siyasî ideolojisidir. Bu anlamda Siyonizm sanıldığı gibi Yahudiliğe ait dinî bir ideoloji değil, Yahudi-Protestan Batı’nın emperyalizm ideolojisidir.

Katolik Hıristiyanlık, insanı tanrılaştırdı, Yahudilik ve Protestanlık ise tanrıyı insanlaştırarak kula kulluğu getiren sekülerizme vücut verdi. Sekülerizm, onu hiçe sayan kahhar küllî iradeye karşı insanın cüz’î iradesinin savunulduğu hümanizm, irade özgürlüğü arayışı olarak başladı; özgürlük arayışı ise sonunda deizme vardı. İlahî ile beşerî irade arasında uyum imkânının kaybolması, bizzat iradenin ortadan kaldırılacağı deizme dayalı mekanistik bir evren tasavvuruna yol açtı. Antik Yunan oyunlarındaki deusexmachina gibi evren, tabiat, toplum, birer mekanik Tanrı haline getirildi. Ancak seküler dünya görüşü bir taraftan iradeyi mahkûm ederken diğer taraftan iradenin gerekleri olan bilgi ve kudret (bilim ve ekonomi) patlamasının yolunu açmıştı.Biriken muazzam kudret, hangi irade yolunda kullanılacaktı? Bu durumda araçlar amaçları, iradeyi belirleyecekti. Ne kadar ürkütücü de olsa tanıdığı, tanımadığı şeyden ehven gelir insana. Bu yüzden esrarengiz bir Tanrı’nın iradesi yerine insan, Şeytan, Leviathan veya bu gücü ele geçiren Prometheus’un (günahkâr hemcinsinin) iradesine tâbi olmayı, kula kulluğu tercih etti.

Özgürlük arayışıyla başlayan sekülerizmin nihaî sonu kula kulluktu. Kula kulluğun getirdiği tahakküm ilişkisinin ise zalimlik veya mazlumluk dışında seçeneği yoktu; mazlum olmak istemeyen, zalim olmaya mecburdu. Zira insanlar arası ilişkide zulüm ile korku, ikiz kardeştir; zalimler korkak, korkaklar zalim insanlardır. Medine’nin dışında ağaçların altında tek başına uyuyan Hz. Ömer ile Roma elçisinin karşılaşması örneğinde olduğu gibi, ancak adil olan emindir. Eğer insan, Hz. Ömer gibi Allah’tan hakkıyla korkarsa hiç kimseden ve şeyden korkmaz ve zulm etmez. Bazı Müslümanlarda olduğu gibi yanlış korkuyorsa zulme ve şiddete düşebilir. Sekülerizmde olduğu gibi Allah’tan hiç korkmuyorsa kendisinden başlayarak herkese, her şeye zulm eder.

Kur’âncılıktan tekfirciliğe

Batı’da özgürlük arayışının kula kulluğun ve ontik şiddetin sistemleştirildiği deizme dayalı sekülerizmle sonuçlandığını söyledik. Çağdaş İslâm dünyasındaki şiddet de radikal “tevhidî bilinç” söylemiyle kendini gösteren gizli deizmden kaynaklanmaktadır. Modern ulus-devletleri çağının doğurduğu radikalizm=İslamizm, bir ifrattı; ulus-devletlerinin çözülmeye başladığı İslâmcılık sonrası süreçte ifrat ve tefritler daha da arttı. Batı’da teizm denen rubûbiyetin kanalı nübüvvettir; kul, gönderdiği peygamberle ancak Rabbini tanır ve sayar. Dolayısıyla ulûhiyet rubûbiyete, millet şeriata, “tevhid/şirk” ayırımı “iman/küfür” ayırımına bağlıdır. İbni Teymiye gibi âlimlerin yaptığı rubûbiyet tevhidi, Allah’tan başka Firavun gibi sahte rablerin inkârı, yani “rubûbiyet makamı”nın tevhidi demektir; “risâlet” kavramı altında toplanabilecek meleklik, nübüvvet ve velayet gibi “rubûbiyet kanalı”nın değil. Bu açıdan ulûhiyet ile rubûbiyet tevhidi fiilen birbirinden ayrılamaz. Bugün olduğu gibi sözde tevhidî bilinç, ulûhiyet tevhidi diye şefaat, mucizeler, gavsiyet ve rabıta vesilesiyle risâletin inkârı, Müslümanları gizli bir deizme götürmektedir.

Şiddeti besleyen bu gizli deizmin göstergesi, Kur’ân vurgusu, mealcilik ve tekfirciliktir. Sözde tevhidî bilinç adına peygamber ve varisleri âlimler (veliler) gibi dinî otoriteler, rubûbiyet kanallarının, “Kur’ân’a dönüş, Kur’ân’daki din, uydurulan din” gibi sloganlarla kendini gösteren hadis ve sünnetin inkârının adresi deizmdir. Hadisin okunduğu, sünnetin yaşandığı bir toplumda edeb ve barış hâkim olur; buna karşılık tekfircilik ise şiddeti besler. Mesela Mısır’da hadis usûlüne dair bir risale bile yazan Hasan Bennâ’nın 1940’lı yıllarda hadis-sünnet temelli olarak başlattığı İhvan-ı Müslimîn hareketiyle bilahare 1970’li yıllarda Şükrü Mustafa’nın liderliğinde Hicre ve Tekfir grubu adıyla ortaya çıkan tekfirci hareketlerin mukayesesi, bu tespitimizi doğrular.

Sünnetten barışa

Dahası Hz. Ali’nin tavsiyesi, bu tespitimizin bir abartı olmadığını gösterir. İslâm tarihinde siyasî tutumları meşrûlaştırmak için Kur’ân’ın istismarı, Hâricîler ile başlamıştı. Tahkîm olayının bâtıl olduğuna delil olarak Mâide sûresinin 44, 45 ve 47. ayetlerinde geçen “Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir... zâlimlerdir... fasıklardır” ifadelerini göstermişlerdir. Hâricî zihniyetin sloganı haline gelen “Lâ hükme illâ lillâh” ifadesi, bu ayetlerden alınmıştır. Hâricî zihniyeti, bağlamından kopuk, lafızcı ve “Her âyetin her durum için bir mesajı olduğu” mantığıyla Kur’ân âyetlerini keyfî yorumlamıştır. Hz. Ali’nin “Bâtılın murad edildiği hak bir kelime” sözü, Kur’ân’ın istismarına karşı tepkinin klasik ifadesi olarak tarihe geçmiştir.

Bu yüzden Hz. Ali, İbni Abbas’ı Hâricîlerle tartışmaya gönderirken “Git onlarla tartış, ama onlara karşı Kur’ân’dan delil getirme, çünkü Kur’ân âyetlerinin, çeşitli yorumlara açık yönleri vardır (zûvucûh), onlara karşı Sünnet’ten delil getir” demiştir. Başka bir rivayette ise İbni Abbas, Hz. Ali’nin bu ifadelerine karşılık, “Ey müminlerin emiri! Ben Allah’ın Kitâbını onlardan daha iyi bilirim, nitekim Kur’ân bizim evlerimize inmiştir” deyince Hz. Ali, “Haklısın, ancak Kur’ân, çeşitli anlamlara gelebilir, sen bir şey söylersin, onlar başka bir şey söylerler. Onlarla sünnetler üzerinden tartış, bu takdirde kaçacak yer bulamazlar” diye cevap vermiştir. Nitekim İbni Abbas, Sünnet’ten delil getirince Hâricîlerin söyleyecek bir sözü kalmamıştır.

Lafzen “barıştırmak” anlamına gelen İslâm’ın mensupları bizlerin evrensel barışın inşası için hadis ve sünnete dönmekten, yeniden hakikî anlamda ehl-i sünnet ve cemaat olmaktan başka çaremiz yoktur.

[email protected]