Post-gerçeklik zamanları

Elif Esen / Siyaset Bilimleri Araştırmacı
13.11.2016

Trump ya da Brexit karşıtlarının, asıl tehlikenin cahil çoğunluğun aydın azınlığa tahakkümü olduğu şeklinde geliştirdikleri argümanlar, seçmenlerin gerçek kaygılarını anlamaktan uzak bir elit siyasetin er ya da geç kaybetmeye mahkûm olduğunu gösteriyor.


Post-gerçeklik zamanları

Batı demokrasileri son birkaç yıldır yeni bir fenomeni tecrübe ediyor: Post-gerçeklik. Post-gerçeklik, özellikle siyasette, söylenen yalanların -doğrulanması kaygısı taşınmaksızın- paylaşılmaya devam edilmesi; gerçeklerden ziyade duyguları pekiştirilerek karar verilmesinin sağlanması olarak tanımlanabilir. Verilerin kontrol edilmesi, söylenenlerin yalan olduğunun kanıtlanması, bu yalanların oluşturduğu etkiyi azaltmaya yeterli gelmiyor. Korku ve endişeler üzerinden inşa edilen yalanlar, kolayca yayılıp genel-geçer görüşlere dönüşebiliyor. Fukuyama, yaklaşık 30 yıldır liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinin zaferi ile tarihin sonuna, bir post-ideoloji dönemine girdiğimizi tartışadursun, Irak işgali ile sona eren bu rüyanın ardından dünya bir de post-gerçeklik ile yüzleşmek durumunda. Konu sorulduğunda Fukuyama, post-gerçeklik için temel sorunun kurumların otorite boşluğuna düşmeleri olduğunu söylüyor. Batı toplumunda siyasi ve sosyal yaşamını tanımlayan kurumlar, sendikalar, siyasi partiler, aile, kilise gibi yapılara güven azaldı. İlginç bir tespiti de var: Güven azalmasının sorumlularından biri teknoloji. Aslında aynı şekilde işlemeye devam eden kurumlar artık teknoloji sayesinde çok daha şeffaf ve yakından takip edilebiliyor. Kurumların nasıl işle(me)diğinigören halk, güvenini kaybediyor.


Post-gerçeklik fenomeni esasen Batı’nın liberal demokrasisindeki erozyona işaret eden önemli bir gösterge. Seçmen, kendi sorunlarını anlamaktan uzak siyasi elitleri meşru sistem üzerinden sandıkta cezalandırırken, bu memnuniyetsizliği iyi kullanan ve yakın geçmişe kadar marjinal olarak görülen hareketler, ana akım haline gelmeye başlıyor.

Brexit yalanları

Birleşik Krallık’ın Haziran 2016’da Avrupa Birliği’nden ayrılma referandumu (Brexit) post-gerçeklik tartışmalarının somut bir örneği oldu. Başlangıçta dönemin Başbakanı David Cameron’ın AB’den Birleşik Krallık adına daha fazla hak ve ayrıcalık sağlayabilme kozu olarak tasarlanan referandum fikri, ayrılmayı destekleyenlerin yalanları sayesinde Birleşik Krallık’ın egemenlik ve ekonomisinin AB üyeliği nedeniyle eridiği argümanlarına dönüştü. En fazla öne çıkan iki yalan; “Birleşik Krallık her hafta AB’ye 350 milyon Sterlingönderiyor. Bu bütçe hâlihazırda kriz içindeki Milli Sağlık Sistemi’ne (NHS) aktarılabilir”ve “76 milyon nüfuslu Türkiye AB üyesi olacak ve önümüzdeki sekiz yıl içinde bir milyon Türk, Birleşik Krallık’a göç edecek”oldu. Bu yanlış iddialar, AB üyeliğinin devam etmesini savunanlar tarafından neredeyse aynı gün içinde yalanlanmasına rağmen referandumda, başta Birleşik Krallık’ın kendisi olmak üzere tüm AB’yi şok eden Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması kararı çıktı. Referandum sonucunun açıklandığı gün, ayrılma kampanyasını yürütenler NHS ile ilgili vaatlerinin gerçekleşemeyeceğini açıklayarak yalansöylediklerini itiraf etmiş oldular. Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili her iki tarafın da göç karşıtı açıklamalarının karşılığı olmadığı zaten açıktı. Brexit sonrası diğer Avrupa ülkelerinde de bazı siyasi partiler, AB’den ayrılma konusunu seçim kampanyalarında kullanacaklarını açıkladılar.

AB’ye güven eridi

Aslında bu noktada, post-gerçeklik kavramının asıl derin sorunların üzerini örtmek için kullanışlı bir bahane olduğunu görmek gerekiyor. Ekonominin gerilemeye başladığı AB ülkeleri, başta Suriye ve Afrika ülkelerinden olmak üzere artan göç dalgası korkusuyla güvenlik ve istikrarı önceleyen politikalar geliştirmeye başladılar. Sınırların kalktığı bir Avrupa artık ilerlemeyi değil, dış tehlikelerin yayılmasını temsil ediyor. AB’ye ilişkin bu endişe atmosferi ekonomik krizle başladı. 2008 yılında ABD’nin dördüncü büyük yatırım bankası Lehman Brothers’ın iflas etmesiyle patlak veren kriz, kısa sürede tüm dünyaya yayılarak küresel bir ekonomik krize dönüştü. Krizin olumsuz etkileri AB’de büyük ölçüde hissedildi ve Avro Bölgesi 2009 yılında yüzde 4,1 küçüldü. Yunanistan, İspanya gibi ülkelerde kriz hala sürerken, AB genelinde toparlanma 2012 yılını buldu. Bu kriz ardından AB, 2013 yılında yayınladığı bir raporda, AB’yi oluşturan ülkelerin en büyük altısını inceledi ve sonuçlar Polonya, İtalya, Fransa, Almanya, Birleşik Krallık ve İspanya’da halkların AB kurumlarına güveninin eridiğini gösterdi. AB’ye büyük bir ümit ve iyimserlikle dâhil olan Polonya’da 5 yıl içinde (2007-2012) AB kurumlarına duyulan güvensizlik yüzde 18’den yüzde 42’ye yükselirken, bu süreçte ekonomisi büyük darbe alan İspanya’da güvensizlik yüzde 72’ye ulaşmış durumdaydı. Bu yıl Brexit’e yüzde 52 oranında ayrılma yanlısı oyla karar verildiği Birleşik Krallık içinse AB kurumlarına güvensizlik 2007-2012 yılları arasında yüzde 49’dan yüzde 69’a yükselmişti.

ABD şoku

Benzer bir durum çok daha dramatik bir şekilde ABD Başkanlık Seçimlerinde yaşandı. Cumhuriyetçiler, aday adaylığı süreci başında hiç ciddiye alınmayan işadamı/şovmen Donald Trump’ı aday olarak gösterdiler. Trump’ın kampanyası boyunca yaptığı konuşmalarda savunduğu görüş ve verdiği rakamları dayandırabildiği bir veri çoğu zaman yoktu, Trump söylediklerini açıkça inkâr etmekten ve yalan söylemekten çekinmedi, geri adım atmadı. Adayların canlı yayın münazaralarında Trump, bugüne dek Demokratların adayı Hillary Clinton ile üç kez karşı karşıya geldi. Her münazara sonrası medya, hangi adayın hangi konularda yalan söylediğine dair istatistikler yayınlamaya başladı. İstatistiklerde Trump’ın daha fazla yanlış/yalan argüman kullanmasının yanında, doğru bilgileri bile manipülasyon amaçlı kullandığı ortaya çıktı.

Ekim ayı anketlerinde Trump’ın oylarında ciddi bir düşüş yaşandığı görüldü ancak bunun nedeni Trump’ın yalanlarına karşı sunulan kanıt ve yalanlamalar değildi. Asıl neden, geçmişte Trump’ın kadınları taciz etmekle övündüğü bir ses kaydının ortaya çıkması ve ardından Trump tarafından tacize uğradıklarını iddia eden kadınların teker teker öne çıkmaya başlamasıydı. Son anketler Clinton’ı yüzde 4-10 arası bir oy oranıyla önde gösteriyordu ancak FBI’ın Clinton’ın Dışişleri Bakanı iken kurumsal mail yerine kendi mailini kullanması üzerinden başlattığı soruşturma, söz konusu maillerin danışmanı Huma Abedin ve eşinin ortak kullandığı bilgisayarda çıkmasından sonra yeniden gündeme geldi. Clinton, devlete ait gizli bilgileri kendi özel server ve mailinde saklamakla itham edilirken, silinmiş olan on binlerce mail de eleştiri konusu olmuştu. Seçime birkaç gün kala anketler Clinton ve Trump oylarını başa baş göstermeye başladı. Bir diğer başa baş giden anket ise seçmenlerin adaylar hakkındaki olumsuz görüşleri: İki aday için de seçmenlerin yaklaşıkyüzde 60’ı olumsuz görüş bildirmiş durumdaydı. ABD’de de beklenmeyen şok yaşandı ve Donald Trump artık Devlet Başkanı. Florida, Ohio ya da North Carolina gibi başa baş eyaletleri kazanmakla kalmadı, Demokrat olduğu için clinton’ın kampanya yapma ihtiyacı bile hissetmediği Wisconsin eyaletini de kazandı. Mevcut elit düzenin tamamının arkasında daha önce hiçbir aday için olmadığı kadar durduğu Clinton – belki en çok da bu yüzden – kaybetti. Seçim sonuçları çok şaşırtıcı istatistikleri de beraberinde getirdi: New Mexico, Nevada ve North Carolina gibi eyaletlerde Hispanik nüfus, geçen seçimin Cumhuriyetçi adayı Mitt Romney ile karşılaştırıldığında Trump’a daha fazla destek vermiş durumda.  

Suçlu cahil halktı

Tüm bu sonuçlarla birlikte Batı medyasında ve sosyal/siyasi eliti oluşturan çevrelerde hala Brexit destekçileri ya da Trump’a oy verecekler hakkında cahil ve geri kalmış oldukları görüşlerinin öne çıktığı görülüyor: Bu yalanlara inandıklarına göre bu seçmen kesiminde bir sorun olmalı. Hatta Brexit sonrası demokrasinin referandum gibi basit bir seçenekle sıradan halkın insafına bırakılmayacak kadar kıymetli olduğunu savunan yorumlar yayınlanmakla kalmadı, herkesin seçim hakkı olmaması gerektiğine kadar varan görüşler de medyada yer aldı. ABD’de seçimin resmi sonuçları açıklanmadan ABD siyasi sisteminin, hatta demokrasisinin,çöktüğü yorum ve yazıları gelmeye başladı. Dolayısıyla post-gerçeklik argümanlarının daha derin sorunların üstünü örtmekle kullanıldığı görülüyor; Birleşik Krallık’ta AB kurumlarına karşı var olan güvensizlik referandum için önemli bir göstergeydi ancak Brexit sonrası yorumlarda yine göz ardı edildi; suçlu cahil halktı.

Siyasi elite karşı alternatiflere yönelen seçmenin, bu tercihlerinin ardındaki gerçek nedenlere inmeden post-gerçeklik tartışmalarının sığ kalacağını görmek mümkün. Trump seçmeni için daha az eğitimli, beyaz işçi kesimi genellemesi yapılsa da Cumhuriyetçilerin aday adaylık yarışında ortaya çıkan sonuçlar, Cumhuriyetçiler arasındaki Trump destekçilerinin ABD ortalamasından daha yüksek bir gelire sahip oldukları ve eğitim oranlarının da yüksek olduğu şeklindeydi. Bu şekilde Trump ya da Brexit karşıtlarının, asıl tehlikenin cahil çoğunluğun aydın azınlığa tahakkümü olduğu şeklinde geliştirdikleri argümanlar, seçmenlerin gerçek kaygılarını anlamaktan uzak bir elit siyasetin er ya da geç kaybetmeye mahkûm olduğunu gösteriyor. Hâlbuki Türkiye, tüm bu argümanların karşısında durabilecek yegâne örneklerden biri. 1990’larda siyasi ve ekonomik krizleri en derin şekilde yaşayan bir ülke olan Türkiye için, post-gerçeklik argümanının tamamen tersine işlediği bir son 15 yıldan bahsetmek mümkün. Ülke ekonomisinin IMF kontrolü ile zar zor ayakta kaldığı yıllarda siyasiler “ekonomiyi 500 günde düzlüğe çıkartma”, “1 ev 1 araba”, “her işsize 350 TL maaş” gibi gerçekleşmesi mümkün olmayan seçim vaatlerinde bulunuyor ve bu vaatler elbette gerçekleşmiyordu. 2002 yılından bu yana her seçimde popülist “seçim ekonomisi” uygulamalarından uzak duran AK Parti iktidarları, seçim vaatleri konusunda da seçmenler arasında bilinci artırdı. Son olarak Haziran 2015 Genel Seçimleri için CHP’nin bir vaatler kampanyası yürüttüğü görüldü. Ancak ekonomi alanında nasıl gerçekleştirileceğine dair açıklamaların yer almadığı bir vaatler paketi sunan CHP, aldığı eleştiriler üzerine Kasım 2015 kampanyasında bu vaatleri daha somutlaştırma durumunda kaldı. Seçmen bu vaatlere inanmak istese bile ilk olarak bunların nasıl gerçekleşeceğini öğrenmek istiyordu.

Maruz kaldığı her bilgiyi sorgulamadan kabul etmeyen bilinçli bir seçmen profilini en açık şekilde yansıtan ise 15 Temmuz darbe girişiminde yaşananlardı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi önünde toplanan halk arasından haber yapan bir muhabir, halkın korku içinde olduğunu söylediği anda halktan sert bir tepki görüyor: “Yalan söyleme. Halkın korkusu yok!”. Ateş altında bile yalana tahammülü kalmadığını görülen bir seçmen var artık Türkiye’de.  Tüm bu sonuçların gösterdiği bir gerçek var: Ne Avrupa’da, ne ABD’de ne de Türkiye’de insanlar yalanlara inanıyor. 2008 yılında patlayan küresel ekonomik krizden bu yana Avrupa ve ABD’de yerleşik düzenin yalanlarından bıkmış, ekonomik kaygıları göçmen krizi ile pekişen alt ve orta sınıf seçmenler için çıkış, korkularına oynayan ve çoğu zaman ırkçı, aşırı sağ hareketler. Denenmiş ve hayal kırıklığına uğratmış yerleşik düzeninalternatifi, söyledikleri yalan olsa da bu kaygıları anlamış görünen hareket ve isimler. Türkiye’yi ise bu post-gerçeklik tartışmalarından uzak tutan, halkın korkularıyla oynamak yerine onlarla yüzleşmeyi ve onları yenmeyi seçen bir yönetimi seçme şansının olması. 

[email protected]