Referandumun ardından Batı’ya bakmak: Jeopolitik körler ve gözü açıklar

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu / Güney Yıldız Teknik Üniversitesi
22.04.2017

Batılı başkentlerde Türkiye’nin referandumdaki ‘evet’ tercihinin ele alınış biçimi, ‘Avrupalı Batı’nın jeo-politik körlüğünü de gösteriyor. Ne var ki jeopolitik, kendi çarklarını çalıştırıyor. Bu çarklar bize, coğrafya değişmedikçe, Batı güvenliğinin ve istikrarının Karadeniz’den ve Doğu Akdeniz’den yani Türkiye’nin coğrafyasından başladığını söylüyor.


Referandumun ardından Batı’ya bakmak: Jeopolitik körler ve gözü açıklar

Hiç modası geçmeyen ve siyaset yapımı içerisinde tekrar ve tekrar ziyaret edilen kavramlar vardır: Demokrasi hiç kuşkusuz onlardan biri, jeopolitik de belki ikincisi. Jeopolitik ve demokrasi arasındaki hassas dengeyi bilen bir yer varsa o da bu topraklardır -ki bu dengeyi siyasal gerçeklik ile siyasal mücadelenin çakıştığı her seçim sürecinde hatırlarız. Bir de modası çoktan geçmiş ama hala yaşayan düşünceler var: Missioncivilisé (medenileştirme görevi) bunlardan biri. Kendi barbarlarını bekleyen Batı sosyo-politik gerçekliği içerisinde yaratıldı ve büyük harflerle yazılan evrensel/evrenselci fikirlerin, örneğin demokrasinin, insan haklarının, seçim özgürlüğü gibi kavramların tekelini günün güçlülerinin eline verdi.

Bugün Batı dünyası dışında gerçekleşen her seçim ilginç bir biçimde doğruluğuna inandığımız bir fikir olan demokrasi ile acı tarihini bildiğimiz medenileştirme misyonunun rekabetine dönüşüyor. Türkiye’de gerçekleşen ve pek çok bakımdan çok önemli siyasal etkileri olacak 16 Nisan referandumu sonrası Türkiye ile Batı dünyasının iki kalbi -Avrupa ve ABD- arasındaki ilişkileri gözlemlemek bu nedenle gözlemcisinin ağzında kekremsi bir tat bırakıyor. Almanya’da çeşitli kurumlara asılan “Evet verenler giremez” mealinde tabelalardan tutalım, evet oyunun yüksek çıktığı Avrupa ülkelerinde çifte vatandaşlığın kaldırılması yönünde talepte bulunan popüler sağ çağrılara kadar, Avrupa’nın, “evrensel değerleri” kendi yansımasına indirgeyen hegemonyacı tutumu çok rahatsız edici. Tarihi biraz bilen ve hatırlayanlar için hatta ürkütücü. Üstelik bu hegemonyacı söylem ne referanduma katılım oranının yüzde 85 gibi bir rakam olmasıyla ilgileniyor ne de bu seçimin sivil-asker ilişkileri için çok önemli bir dönüm noktası olmasıyla. Unutulmamalı, Türkiye bu referandum sürecini 15 Temmuz başarısız darbe girişiminin ardından, 1980 askeri vesayet anayasasının getirdiği bir sistemi değiştirmek için yaptı. Evet oyları da hayır oyları da bu siyasi gerçeklikte, bu siyasi sürecin parçası olarak kullanıldı.

Seçim neden yanlış okunur?

Batılı başkentlerde Türkiye’nin referandumdaki ‘evet’ tercihinin ele alınış biçimi, ‘Avrupalı Batı’nın jeo-politik körlüğünü de gösteriyor. Ne var ki jeopolitik, kendi çarklarını çalıştırıyor. Ve bu çarklar bize, coğrafya değişmedikçe, Batı güvenliğinin ve istikrarının Karadeniz’den ve Doğu Akdeniz’den yani Türkiye’nin coğrafyasından başladığını söylüyor.

Genel bir soruyla başlayalım: Batı, Doğu Akdeniz’de istikrar ve istikrarsızlığın ne olduğunu okuyabiliyor mu? Bu soruya yanıt verebilmek için Batı başkentleri arasındaki farka değinmek lazım. Ne de olsa, bir Batılı düşünürün söylediği gibi, Avrupalılar Venüs’ten, Amerikalılar Mars’tan geldiler ve Dünya’yı farklı pencerelerden görüyorlar. Bugün bu fark sadece derinleşmiyor aynı zamanda çeşitleniyor da. Bu çeşitlenmenin en önemli sebebi Avrupa içerisinde ortaya çıkan farklılaşma. Brexit sonrası İngiltere’nin AB’den farklılaştırdığı konumunun altını çizmemiz gerekiyor elbette. Vurgulamamız gereken diğer husus ise AB’nin lokomotifi olmak zorunda olan yani jeopolitik okumayı doğru yapmak zorunda olan Almanya ve diğerleri arasındaki fark. Nitekim bu fark Türkiye’deki referandum sonrasında yapılan açıklamalara da yansıdı. Türkiye’deki seçimlere yönelik kimi en hafif tabiri ile kantarın topuzunu kaçıran eleştirilerin yanında Almanya Şansölyesi Merkel, Türkiye halkının kendi anayasasını düzenleme hakkına saygı duyduklarını açıkladı. 

Avrupa başkentleri bir süredir kendi referandum süreçleri içerisinde ya seçimden seçime koşuyorlar (İngiltere, Hollanda, İrlanda, Bulgaristan, Makedonya vb)ya da yakın gelecekte gerçekleşecek seçim/referandum süreçlerinin gölgesinde yaşıyorlar. Bilinen gerçekleri tekrarlayalım: Bu süreçler içerisinde Avrupalılar, Avrupa vatandaşı olan ötekilerle –bugün için en öncelikli ötekileri Müslüman ve Müslümanlarla özdeşleşen Türklerle- sorunlu bir ilişki kurdular. Bu sorunlar yetmedi, Müslüman/Türk Avrupalılığıyla özdeşleştirdikleri Türkiye ile ilişkilerini yabancı düşmanlığının çok ötesine geçen bir zemine oturttular. Erdoğan’ı bir anti-kahraman haline getirdiler. Tüm bu süreç aslında Avrupa-Türkiye ilişkisinden çok Avrupa’nın kendiyle imtihanıydı, çünkü abartılmış/romantikleştirilmiş siyasi tavır, Avrupalı kimliğini yeniden tanımlarken, Avrupa’yı çok-kültürlü, farklı, renkli yanlarından sıyırıyordu. Bu tür kimlik/kültür siyaseti yaparak da  aslında Avrupalı Batı, ekonomik analizler yapmaktan kurtuluyor. Örneğin sıradan bir Fransız ya da sıradan bir İtalyan, Libya iç savaşı içerisinde hangi petrol anlaşmaları yapıldı sorusu sormak yerine Libya’da radikaller medeniyeti nasıl tehdit ediyor sorusuyla ilgileniyorlar. Keza bu sıradan Avrupalı, “İstikrarlı bir Türkiye, Ortadoğu için -özelleştirelim, Doğu Akdeniz/Levant için yani Irak-Suriye hattı için- neden önemli?” sorusunu sormuyor; Türkiye’yi parçalanan/bölünen/ayrışan Ortadoğu’nun/Ortadoğululuğun parçası haline getirmekle ilgileniyor. Bu nedenle özellikle Avrupa, Türkiye’deki seçim sürecinde bir tarafta yer aldı, taraflı politikalar izledi, ama bu taraflılığının siyasi etkisinin kendi kaderi üzerinde düşünen Türkiyeli aktörler üzerinde ne olabileceğini hiç hesaba katmadı.

Avrupa’nın kendi kapıları dışındaki dünyayı görmezliğini “jeopolitik körlüğün estetiği” olarak yorumlayanlar var. Yani Avrupa, Soğuk Savaş yıllarından beri jeopolitik düşünemiyor, jeopolitik hesaplamalar yapamıyor. Dolayısıyla Ortadoğu/Doğu Akdeniz hattında jeopolitik bir akılcılığı Avrupa’dan beklemek mümkün değil. Ama yine de bu jeopolitik körlüğün estetik bir tarafı var. Çünkü Karadeniz’de Rus hava savunmasıyla takviye edilmiş Karadeniz donanması dolaşırken, Akdeniz üzerinde Tomahawk füzeleri uçarken demokratik seçimin nasıl bir şey olması gerektiğini demokrasi için mücadele edenlere kuram ve normlara atıfta bulunarak anlatıp duran bir Avrupa dünyası var. Yine de çok umutsuz olmayalım. Örneğin bu Avrupa dünyasının AB-Türkiye iktisadi karşılıklı bağımlılığının önemini kavramasını umalım, çünkü jeopolitik körlük yaşayan Avrupa konu jeo-ekonomi olunca genelde daha bilinçli hareket eder. Brexit sonrası İngiltere ile başlayacak müzakereler bu açıdan işe yarayabilir çünkü Türkiye ile Gümrük Birliği yenilenirken Avrupa’da Türkiye’nin istikrarlı, müreffeh ve demokratik bir ülke olmasının nasıl bir kazanç olduğu daha net anlaşılabilir. Türkiye’de hiç kuşkusuz hükümet de referanduma yüzde 85 katılımın ne anlama geldiğini düşünecek ve Türkiye halkının demokrasi talebini önemseyecektir. İşte bu talebin anlamını değersizleştirmeyecek bir söylemin Avrupalı başkentlerde hâkim olmasını beklemek, bugün için güç olsa da, hepimizin, Türkiye’den Batı’ya bakan herkesin hakkı.

Ortadoğu’ya dönüş

Trump en son katıldığı TV programlarından birinde sadece vurduğu ülkeleri birbirine karıştırmadı, konuşmasının büyük kısmını Suriye’deki durumdan ziyade ailesiyle akşam yemeğinde Çin Devlet Başkanı ile buluşmasında yedikleri çikolatalı pastaya ayırdı. Meraklılarının ibretle sosyal medyada izleyebilecekleri bu videoda Amerikan başkanının kullandığı dilin estetik hiçbir yönü yok. Trump, bölünmüş bir Amerika’da güçlü Pentagon’un kanatları altında saf bir jeopolitikten dem vuruyor: “Doğu Akdeniz rakiplere kaptırılamaz; çünkü Doğu Akdeniz hala ABD ulusal çıkarları için değerli, çünkü Ortadoğu hala ABD ulusal çıkarları için değerli.” Bu değeri, Trump yönetimi şimdilik sadece 59 Tomahawk karşılığı yaklaşık 60 milyon doları harcamakla göstermiyor. Son günlerde Afganistan’a düzenlenen, üstelik “bombaların anası”yla düzenlenen, konvansiyonel saldırı, Somali ve Irak’a sevk edilen ABD özel kuvvetlerine bağlı birimlerin haberleri bize ABD’nin Ortadoğu’ya askeri olarak döndüğünü gösteriyor.

Bu geri dönüşün en önemli sebebi Rusya Federasyonu’nun Obama döneminde, yani ABD’nin jeopolitik körlük yaşadığı dönemde, elde ettiği kazanımlardan sonra Moskova’yı dengeleme ve sınırlama isteği. Trump, Rusya/Putin sempatisini dillendirerek iktidara geldi ama jeopolitik hesaplamalara dayalı Amerikan caydırıcılığını güçlendireceğini de gösterdi. Bu nedenle Trump’tan bir Reagan çıkmasını uman yeni bir realist cenah, Amerikan yazılı ve görsel medyasında görünürlük kazandı. Tabi Reaganist bir Trump’ın Türkiye’ye, bu ülkedeki istikrara ve istikrarsızlığa baktığında ne gördüğünü tahmin etmek zor değil. Gördüğü, Doğu Akdeniz’deki güçler dengesi. Bu jeopolitik gözü açıklığın/açık gözlülüğün Türkiye açısından getirdiği riskler ve fırsatlar var.

Temel risk, Rakka operasyon planları çerçevesinde ortaya atılan Pentagon planlarında görüldü. ABD Irak-Suriye-Doğu Akdeniz güç mücadelesinde PYD/YPG/PKK’nın işe yarayacağını düşünüyor. Türkiye’nin -özellikle de Avrupa jeopolitik körlüğünün terörizmi öven noktaya geldiği günlerde- son derece rahatsız olduğu bir risk bu. Ancak bu planın masadaki yegane plan olduğunu düşünmemizi zorlaştıran gelişmeler de oluyor. Kimi ABD politika planlayıcıları gücü kendiyle sınırlı, gelecekte bölgede Arap-Kürt bölünmesini tetikleyecek PYD kartı ile nereye kadar yol alınabileceğini soruyorlar. Çünkü; düzeni kurma konusunda 59 Tomahawk ile 60 milyon dolar harcamak her zaman aynı heyecanı yaratmayabilir. Bu nedenle ABD, Rusya’ya kaptırdığı müttefiklerini, Ortadoğu’da Obama yönetiminden memnuniyetsizlik duyanları, yani Körfez ülkelerini, İsrail’i, Ürdün’ü ve Türkiye’yi kendi Doğu Akdeniz politikasında tekrar birleştirmeye çalışıyor. Bu ülkelerin parası, insan kaynağı ve askeri gücü Ortadoğu’da Rusya’yı sınırlandırabilecek, ama çok da provoke etmeyecek bir düzen oluşturmada işe yarayabilir. Nitekim Trump, Avrupalı bazı entelektüellerce eleştirilen bir hızla, seçim sonuçları üzerine Türkiye Cumhurbaşkanını arayarak, ABD ve Türkiye’nin beraber yapacak çok şeyi olduğunu duyurdu. Gerçekten de jeopolitik hatta iki ülkenin yapabileceği çok şey var. Tek fark şu; ABD, küresel güç olmanın rahatlığıyla alana baktığında soğuk jeopolitik hesaplamaları görüyor, oysa Türkiye’den bakanlar için Türkiye’nin ve bölgenin istikrarı demek. Bu nedenle Türkiye için jeopolitik akılcılık, saf-soğuk jeopolitik hesapların ötesinde politik sağduyuya sahip olmak anlamına geliyor. Bu sağduyunun parçası olarak Batılı ve Batılı olmayan ama bölge politikasında etkili tüm aktörlerle ilişkileri çeşitlendirmek bir zorunluluk. Halkoylamasından önce de zorunluluktu, sonra da bir zorunluluk. Cumhurbaşkanımızın yakın gelecekte gerçekleştireceği Trump ve Putin görüşmeleri de bu çerçevede anlam ve önem kazanıyor. O gün yeni bir değerlendirme yaparsak jeopolitik körler havanda su döverken, gözü jeopolitik gerçekliklere açık aktörlerin Ortadoğu’da ne kazandığını daha net söyleriz.

[email protected]