Anka Kuşu ve ‘kurtarıcılığın’ trajedisi

Ahmet Özcan - Yazar
14.12.2013

Eski Türkiye koşullarında ‘yüce’ amaçlarını ve kendi varlığını devletten gizlemek için inşa ettiği Truva Atına binip devleti ve toplumu fethetmeye kalkanlar, başka bir anormalliği yeniden üretiyor.


 Anka Kuşu ve ‘kurtarıcılığın’ trajedisi

Eski Çin’de bir köyün yakınında bir dağ varmış. Dağın içinde bir ejderha yaşarmış. Köylüler ejderhanın şerrinden korktuklarından her yıl düzenli olarak ona hediyeler gönderirlermiş. Arada bir köyden bir yiğit delikanlı çıkar; ejderhayı yok edeceğini söyleyerek kılıcını alır gidermiş. Ama nice yiğitler gitmiş; dönen olmamış.

Gel zaman git zaman bütün yiğitlerden daha yiğit, namı bütün bölgeyi almış başka bir delikanlı çıkmış köyden. O da ejderhayı yok etmek niyetlisi imiş. Akrabaları, dostları onu bu işten vazgeçirmek için çok uğraşmışlar. Gidenlerin dönmediğini çok söylemişler; ama nafile.

Genç yiğit azığını ve kılıcını alıp yola çıkmış. Dağa varmış; kısa bir araştırmadan sonra ejderhanın inini bulmuş ve kılıcını çekerek içeri girmiş. Bir müddet inde ilerledikten sonra karşısına korkunç ejderha çıkıvermiş. Genç soğukkanlılığını kaybetmemiş. Kılıcını olanca gücüyle ejderhaya indirmeye başlamış; ejderhanın hamlelerini de ustalıkla savuşturmuş. Bu vuruşma kısa bir süre sonra ejderhanın ölümü ile sona ermiş. Mağara gencin zafer çığlığı ile yankılanmış.

Genç heyecan içinde ileri geçip mağarayı araştırmaya başlamış. Gözleri kamaştıran zengin bir hazine bulmuş; tabii etrafa saçılmış birçok kurbanın kemiğini de görmüş. Ancak bir şey dikkatini çekmiş. Bu kemiklerin arasında hiç insan kemiği yokmuş.

Genç buna bir anlam verememiş; öyle ya bunca yiğit bunca yıldır bu dağa ejderha ile karşılaşmaya gelir ama hiçbiri dönmezmiş; ama ortadaki kemikler ancak hayvanlara ait olabilecek kadar büyükmüş. İşte ne olduysa o anda olmuş.

Genç birden titremeğe başlamış. Kılıcı tutan eline baktığında dehşet içinde kaba tüylerin derisini kapladığını, tırnaklarının uzayıp sivrildiğini, dar gelen elbiselerinin parçalandığını görmüş. Bağırmak istemiş; ama ağzından korkunç bir homurtu çıkmış. Çünkü kendisi bir ejderhaya dönüşmüş.

Kesin inançlar ve önyargıların egemen olduğu her durumda, hakikat sahipsizdir. Bireyler ve topluluklar, kendi aidiyetlerini birer put yapınca, geriye ötekinin putuna dalaşmak kalır. Ama hakikat, aslında putlardan birinde değil, bizatihi bu putperestliğin reddindedir. Bu nedenle artık şu veya bu kavgamızın şekil verip motive ettiği tarafları değil, topyekun varlığımızın kadim sorunlarını masaya yatırmak gerekir.

Cumhuriyetin erteleyip üzerini örttüğü I. Dünya Savaşı’ndaki büyük yenilgimizle hesaplaşmadığımız için ve özellikle galiplere boyun eğmişliğimizi hazmetmeyip ama onları yenmeyi de göze alamamanın adı olan bir rejimi de bir türlü sevemediğimiz için, her sorunun etrafında dolanıp bir türlü özüne inemiyoruz. Bu durum ki, toplumu o büyük parçalanmanın artçı sarsıntıları gibi ruhsal olarak ta parçalayıp birbirine karşı husumete kolayca itebiliyor. Tabi her zaman ki gibi sorunun başını devlet, daha doğrusu Osmanlı devlet-i Ali’si yerine geçirilmiş devletimsi yapı çekiyor. İlk kanı o akıtıyor, ilk suçu o işliyor ve onu yenmek için yola çıkanlar da onu taklit etmeye başlıyor. Sonuçta suç ve kan, durmuyor.

Çin masalında saklı hikmet, işte bu olsa gerek. Aramızdan birileri sürekli bizi kurtarmaya çalışıyor ve fakat ejderha da hiç ölmüyor. Çünkü, o ejderha zaten biziz ve o aramızdan çıkan kurtarıcı yağız delikanlılar, aslında hepimiz adına hepimizde olan canavarı içlerinde taşıyorlar. Yakın tarihimiz, başta vatanı kurtarıp yeni, bağımsız, çağdaş bir devlet kurduk diyerek canavarlaşan CHP ve Ordu olmak üzere, bunlardan kurtulmak için yola çıkan, dağa çıkan, Ankara’ya giden muhalif grup ve örgütlerin de aynı kurtarıcılık paradoksunu yaşattığı örneklerle dolu.

Devlet erkini 1920’lerde ele geçirmiş olanların imtiyazlı ve buyurgan edası bile son tahlilde onlarla savaşanların rol modeli olabiliyor. Eski Türkiye düzeninin ürettiği dini, sol ve etnik yapılara bakıldığında, kendi içlerinde ve birbirilerine karşı, sanki çok farklıymış gibi görünen ama özünde aynı mayayla nükseden imtiyaz ve hegemonya talebi görülüyor. Örneğin ikisi de 12 Eylül darbesinin ürünü olan Camia ve PKK gibi yapılar, Kemalist elitlerin topluma efendilik tarzının kötü birer kopyasına dönüşmüş gibi.

Büyük yenilgiden geriye kalan

Hindistan’da insanların ineğe tapmasının tek bir açıklaması var, diyor bir filozof: Açlık! Türkiye’de de insanların ideolojik yapılara yönelip kurtuluşa ermeye kalkmalarının tek bir açıklaması var galiba: Batı karşısındaki büyük yenilgimiz. Aşamadığımız, yüzleşemediğimiz, baş edemediğimiz, rövanşını alamadığımız o büyük yenilgi. Ondandır belki, yenmek için sadece birbirimizi seçmemiz.

Batı karşısındaki büyük yenilginin şehvetle kabullenilmesi ve yeni devletin bu doğrultuda toplumu şekillendirme çabası olan Kemalizm, dini ve etnik sorunların da kaynağı durumunda. Çünkü bir daha bölünmemek adına toplumu esastan ve usulden bölüp, üstüne dedelerimizin istiklal savaşı verdiği gavura benzemeye kalkmanın o affedilmez suçunu temsil ediyor. Bu suç, ‘Türk’ kavramının sekülerleştirilip ulus devlet denilen örtülü sömürge hükmündeki kabile yapısının adeta tanrısı yapılarak işlendi. Devlet erkinin baş edilmez gücü karşısında toplumun tek çaresi ise, ite dalaşmayıp çalıyı dolaşmak oldu. Millet nosyonunu bozup ulus çıkarma operasyonu, zaten bozulmuş ve yıkılmış kadim düzenin harabeleri arasında ayakta durmaya çalışan toplumu iyice tahrip etti. Sonuçta bu tahribata itirazın haklılığına yaslanmış birçok kurtarıcı kahramanımız oldu. Varlıklarını bir tür mehdi-mesih misyonuyla kutsayan, her yaptıklarını eleştirilemez, sorgulanamaz, değiştirilemez ve denetlenemez yücelikte bir imtiyazla donatan, kesin inançlarını asla tartışmayan, yargı ve yergilerini toplumla paylaşacakları birer fikir değil, kendi varlıklarını güçlendirmenin motivasyonu kılan ve ister etnik ister dini temelde devletten dayak yemiş mağdurların yeni efendisi olmaya çalışan hastalıklı yapılarla yüz yüzeyiz şimdi. Hepsinin etrafında topladığı kalabalıkları sürüklediği muhayyel gelecek hülyaları var ve hiç gelmeyen bu gelecek için varlıklarını sürdürebilmenin tek yolu, narsist bir kendine tapınma duygusu.

Her biri çıkış amaçlarından kopmuş, hatta kurtarmaya çalıştıkları insanlara bile yabancılaşmış, ama kendilerini abartıp vazgeçilmez gösteren efsane ve destanlarla ayakta durmaya çalışan, fiilen ise birer şirket ya da masonik dayanışma ve aidiyet makineleri durumundaki bu yapılar, toplamda aynı vasıflara sahip eski devlet ve elitlerinin klonlanmış hali gibiler. Sonuçta Kemalizmin iki ana özelliği, milliyetçilik ve pozitivizm, ilkesel olarak bu yapılar eliyle devam ediyor.

Hakikat ilahidir ve her yerde ve herkestedir. Devlet de hakikat gibi, herkese ait olduğu sürece meşrudur. Kemalizm, hem hakikati yalanlarla süsleyip topluma Rablik yapmaya kalktığı için hem de devleti herkesin olmaktan çıkartıp Batıcı düşünen ve yaşayanlara ait bir bekçi haline getirdiği için, tükendi. Şimdi bu tükenişin son demlerinde, Kemalizmin ürettiği kopyaların can derdini izliyoruz. Yalan, sahte, müstağni dille kendini dayatanlar, hakikati gölgeleyip, acılarımızı da istismar ediyorlar.

İnsanlığın kadim tefessühü olan Allah’la beraber başka bir güce de tapmanın nedeni, insanın kendini ve birbirini o güçlere ezdirmesi, aciz, zavallı, çaresiz hissetmesi, Allah’tan başka şeylerde-otorite, silah, para, istihbarat bilgisi, bilim-güç olduğunu vehmetmesidir. Oysa bu gönüllü kulluğun anlamadığı, güç zannettiklerinin kendi güçsüzlüğünün aynası olduğudur. Ve kendi güçsüzlüğü daima kendi evhamı, tembelliği veya cehaletinden kaynaklanmaktadır. Toplum olarak, işte bu güçsüzlük duygusundan beslenen sahte kurtarıcıların kurmuş olduğu sahte bir düzenden kurtulmaya çalışırken, onların önüne kurtarıcı olarak düşmüş birçok fareli köy kavalcılarının kifayetsiz ihtiraslarıyla da imtihandayız. Batılı paradigmanın milliyetçi, pozitivist ve pagan vasıflarını topluma ve devlete vazgeçilmez, kesin ve doğru hakikatlermiş gibi dayatıp, bunlar üzerinden insanları sahte kavgaların, ucuz ve kolay düşmanlıkların kurbanları yapmaya çalışıyorlar. Sonuçta sıradan siyasi veya hukuki sorunlar, kan davalarına dönüşüyor, tabulaştırılmış bazı kavramlar başkalarının fetişi olarak tapılacak put muamelesi görüyor, basit siyasi görüş farklılıklarından kin ve intikamın tüketici enerjisi patlıyor. Büyük yenilgiye karşı sabır ve tahammülle ayakta durup biraz huzur görmek isteyen toplum çoğunluğu ise, bir kavgadan ötekine, bir saflaşmadan diğerine sürüklenirken, aslında içten içe çürüyor artık.

Türkiye, kendine dönüp 1914’te kaldığı yerden asıl devleti, vatanı ve toplumuyla bir Anka Kuşu gibi küllerinden doğmaya kalktıkça, bu anormal refleksler azalacak elbet. Ne var ki, eski Türkiye koşullarında ‘yüce’ amaçlarını ve kendi varlığını devletten gizlemek için inşa ettiği Truva Atına binip devleti ve toplumu fethetmeye kalkanlar, başka bir anormalliği yeniden üretiyor. Kurtarıcılık sendromuyla, topluma ve devlete fatura dayatıyor.

Eski Türkiye’nin zaruri koşullarında İslami bir cemaat nosyonuyla yola çıkıp uluslararası bir postmodern camiaya dönüşen Fethullah Gülen grubu da bundan bağımsız değil. Dershane tartışmasının da gösterdiği gibi, basit bir eğitim sorunundan Türkiye’nin yönetsel, hukuki, siyasi yapısı ve uluslararası politikalarına sıçrayan tuhaf saflaşma, daha derin bir soruna işaret ediyor; Bu mesiyanik kurtarıcılık güdüsünü doğuran koşullar değişirken, kurtarıcıların ve onların kurtuluş yolunun eskinin yerine ikamesini dayatma anormalliğidir bu sorun. Kendini hiç sorgulamadan yaptığı her işe hikmetinden sual olunmaz bir tanrısallık atfeden mehdiyet psikolojisi, Türkiye’nin ulusal ve uluslararası varoluşsal sorun ve politikalarına da müdahale hakkını kendinde görüyor. Toplum nezdinde bu camianın itibarı ve misyonuna olan güvenini sarsan, küresel operasyonların taşeronu olma şüphesini uyandıran bu duruşu, camiayı hak etmediği politik kavgaların tarafı haline getiriyor. Çünkü, başkasının çocuğuyla ilgilenme erdemine yaslanarak büyüyen camianın, bu hayırlı gayrete toplumun açtığı krediyi doğru okuyup aynı yoldan yürüyüşüne devam etmesi beklenir. Ne var ki, camia, özellikle bazı sözcülerinin ağzından peygambere, Erdoğan’a, kendileri gibi düşünmeyen herkese karşı hakaretler ve tehditlerle dolu savaş dili kullanarak o sevgi ve gönül muhabbeti dolu üslubunu bozup, masumiyetini yaralamış görünüyor. Cemaat, bizzat kendi varlığını zor bir sınava sokmuş durumda. Ve en kötüsü varoluşunu garantiye almak için içine sokulduğu gereksiz kavganın muhasebesini yapmadan, sadece başkalarında suç arayan grup psikolojiyle, kendi ‘Gayretullahına’ kendisinin zarar verdiğinin farkında değil gibi.

Cemaatin kendiyle imtihanı

Oysa, bu durumlara düşmeye gerek kalmayacak bir devlet ve toplum inşa etmek için, her sıradan vatandaş gibi, siyasete katılıp meşru bir mücadeleye girişmek daha az maliyetli bir yol. Cennete gitmek için dünyaya hükmetmeye, fanatik taraftarlara, paraya, makamlara, kutsal ve büyük hedeflere gerek yok. Bunlar müminlerin değil, imansızların yollarıdır. Kuran-ı Kerim, cennetin yolunu tarif ediyor ve o hayatları meşakkatle geçen sıradan anne ve babalarımız, hiçte bu büyük misyonlara ihtiyaç duymadan, basit, mütevazi, kendi halinde yaşamlarıyla, sadece iyi birer insan olarak cennet yolunda yürüyebiliyor. Daha fazla Türk olmak isteyen, daha çok Kürt olmak isteyen, Daha fazla dindar olmak isteyen, daha çağdaş, özgür, cumhuriyetçi, demokrat olmak isteyen herkes, önce kendini devlete ve başkasına dayatmama, başkasını kendisi olmaya zorlamama, sahip olduğu ve olmak istediği güce insanları biat ettirmeye kalkmama ahlakını öğrenmeli. Hiç bir kutsal amaca böyle bir ahlaksızlıkla ulaşılamaz.

Ve tabi önce devlet bu ahlakı kuşanmalı. Topluma yeteri kadar kötü örnek olduğunu anlayıp, birazda sıradan insanın elini öpüp ondan bir şeyler öğrenerek kibrini yenmeli. Belki o zaman, bize musallat olduğunu varsaydığımız ejderhanın aslında olmadığını, ne devleti ele geçirmeye, ne ayrı bir devlet kurmaya, ne de kutsallaştırılmış putlara tapıp insanları boş kavgalara sürmeye gerek olmadığını anlarız.

Ve belki de, batıl davaları ve sahte kamplaşmaları terk edip, bize yeniden aidiyet ve haysiyet kazandıracak asıl soylu kavgamıza, La ilahe illallah’ın, yani kula kulluk düzenlerine itiraz etmenin erdemini kuşanırsak, gerçek kurtuluş yoluna girip topyekun yarım kalmış hesaplaşmalarımıza yöneliriz. Böylece İbrahim’in çocukları, insanlığa ve İslam’a musallat olmuş küresel şeytanların yuvalarına gidip baltalarını oradaki büyük puta asarlar. Muhtaç olduğumuz gerçek huzura da işte o zaman kavuşacağız. Gerisi, gerçekten boş işler...

[email protected]