… kısaca kumarbaz sofistler!

Selman Bayer/Yazar
22.02.2014

Bizim eleştirdiğimiz akademik tip, otağını medyaya kurmuş Malche Şovalyeleridir. Ateşli bir hatip, kibirli bir malumatfuruş, zeki bir ironist, sevimli bir öğretmen ya da kayıtsız ama ciddi bir âlim pozu veren istememyancebimekoycu ilim taciri olarak arzı endam eder ve bin bir iştahla Leviathan’ın huzur derslerine iştirak ederler.


… kısaca kumarbaz sofistler!

Türkiye’de akademinin hali pür melali üzerine yapılan tartışmalar konuya ilgili herkesçe bilinmektedir. Bu tartışmalara konu olan sorunlar Darülfünun reformuna dek uzanır. Rejimin ısrarla dayattığı kötürüm paradigmalardan, YÖK gibi kurumlar marifetiyle mevzuata ve hatta ruha dair müdahalelere, ilmi seviyeye odaklanan akademik tartışmalardan, akademisyenlerin özlük haklarına kadar uzanan geniş bir sorunlar yumağı bugün de katlanarak çoğalmaktadır. Bunca uzun sürece rağmen, son yirmi yılda şahit olduğumuz görece iyileşmeleri bir yana bırakırsak, hala ciddi bir seviyenin yakalanamadığı aşikârdır. Bu yüzden de Darülfünun yasasının çıktığı 1924’ten bu yana bu seviyenin neden yaşanamadığına dair sayısız akademik, güncel, siyasi ya da kültürel tartışmalar yapılmış ve uzun bir süre daha yapılacak gibi görünmektedir.

Bu yazıda, söz konusu tartışmalara eklemlenebilecek bir mahiyet arz etmesine rağmen, böylesi geniş çaplı bir meseleye doğrudan dâhil olmaktan ziyade, bugün gelinen noktada akademinin ürettiği âlim tipinin özellikle medyaya fazlasıyla meftun kesimi üzerine yoğunlaşılacaktır.

Cumhuriyetin âlim/ müderris ve hatta arifin yerine akademisyeni ikame etmek gayretinde olduğu bilinen bir gerçektir. 1933’te rejimin savunucuları tarafından yeni rejime fazlasıyla muarız bulunan; 1924’teki tüzel kişiliğinin de fayda etmediği görülen Darülfünun kapatılmış bütün ilmi gelenek Profesör Malche ve Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip’in refakatinde üniversiteye transfer edilmişti. Haliyle başlangıcından itibaren sürekli siyasi mühendisliğe maruz kalan akademi tabiri caizse mutant bir âlim tipi ortaya çıkarmıştır. Buna ister âlim, ister akademisyen, ister öğretim görevlisi, isterseniz de medya âlimi deyin, neticede aynı mutant tipten söz edilmiş olur. Yine de, adı her ne olursa olsun, Cumhuriyetin epey bir hırpaladığı ilmi geleneğin zoraki mirasçısı olduğu reddedilemez. Yani ki bütün haklı itirazlara rağmen, akademisyenin âlim yerine koyulması en azından yerine başka bir şey koyulamayacağı için haklılık içermektedir. Biz de yazımızda, akademisyenin yukarıdaki şerhi hatırda tutarak, bir âlim ya da âlim namzeti olarak telakki edildiği bir düzlem üzerinden konuşacağız.

Elbette ki bu mutant tipin hususiyetlerini bilaistisna mesele edebilmek en azından bu yazının boyunu aşar. Lakin genel bir çerçeve çizilebilir kanaatindeyiz. “Bu ülkede artık ilim yapılamaz” iddiasıyla ülkeyi terk eden Zeki Velidi Togan ve buna cesaret edemeyeceğini izhar ederek kendisine çizilen sınırlar içerisinde ilim yapmaya gayret eden Fuat Köprülü ve ruhunu rejimin tanrılarına kurban eden İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu örnekleri istidat -şahsiyet- cesaret bağlamında genel bir çerçeve ortaya koyar. İşte bu çerçeve doğrultusunda diyebiliriz ki bugünkü âlimimiz, sabah Togan gibi uyanır, okulda Köprülü taklidi yapar ama eve döndüğünde Baltacıoğlu olduğunu anlar.

Malche Şovalyeleri

Böyle bir âlimin birçok zaafı olacağını tahmin etmek zor değildir. Zaten akademik dünya da, hamaseti bir yana bırakabildiği anlarda, bu zaafların varlığını izhar ve ikrar etmektedir. İlmi seviyesizlik, hastalıklı muhafazakârlık, mesleki taassup, disiplinler arası körlük, ideolojik şaşılık, daimi bir yoksulluk ve yok sayılmak tehdidi altında gelişen madde (para, itibar ve makam) bağımlılığı, usül ve gelenek yoksunluğu, efsanevi tembellik ve tabii ki istidatsızlık! Buna bir de yapısı itibariyle ilmin ruhuna tamamen zıt bir yapı arz eden medya düşkünlüğünü de eklerseniz tablo tamamlanmış olur.

Zygmunt Bauman, Avrupa’da akademinin çöküşünün en mühim sebebinin akademisyenlerin medyaya olan düşkünlüklerinden kaynaklandığı iddia eder. Avrupa’da sistem, ilmi gelenek ve yaşam standartları anlamında yüksek seviye bu çöküşü gizliyor olabilir. Lakin Türkiye gibi ne sistemini ne de geleneğini oluşturabilmiş ülkelerde böylesi bir inkıraz kaçınılmazdır. Ayrıca yalnızca akademi için değil, siyaset, edebiyat ve sanat dünyası için de cari olan zaafların bin türlü televvün ve tezyinat sayesinde birer erdem gibi gösterildiği medyanın oburluğunu düşünün. Haliyle bu zaaflar daha da derinlere kök salacaktır. Fakat karnaval devam ettikçe bunlar pek fark edilmeyecektir.

Şunu tekraren belirtmek ve izah etmek gerekir kanaatindeyiz. Bizim eleştirdiğimiz akademik tip şahsiyetini ve vakarını bir kaplumbağa gibi sırtında taşıyan teenni sahibi âlimler değil, bilakis otağını medyaya kurmuş Malche Şovalyeleridir. Bu Malche Şovalyeleri genelde belli hususiyetlere sahiplerdir. Ateşli bir hatip, kibirli bir malumatfuruş, zeki bir ironist, sevimli bir öğretmen ya da kayıtsız ama ciddi bir âlim pozu veren istememyancebimekoycu ilim taciri olarak arzı endam eder ve bin bir iştahla Leviathan’ın huzur derslerine iştirak ederler. Bugün televizyon programlarında, gazete köşelerinde ve hatta internet semalarında İslamcı, Kemalist, çevreci, sağcı, solcu, Batıcı, muhafazakâr, Gezici, batıl, Fethullahçı kisveleriyle maskeli baloda kendilerine vaat edilen nimetlerin peşinden koşarlar.

Bir akademisyenin medyanın sağladığı imkânlardan müstefit olmak dileğini kınayacak kadar büyük ve yerleşik bir ahlak yok bu ülkede. Hele Türkiye gibi zaaflarıyla malul bir ülkede birçok dert insanı bu yola sevk edebilir. Örneğin bir akademisyenin özlük haklarından dolayı iaşe ibate derdine düşüp farklı arayışlara yönelmesi mazur görülebilir. Ya da samimi bir dertle meydana çıkıp vakarına leke sürdürmeden derdini anlatmak isteyebilir. En nihayetinde bu memlekette ilimle meşgul olan insanlardan sünnetin sınırlarını şüpheye yer bırakmayacak şekilde belirlediği alana rıza göstererek müstağni durmasını ya da Nietzscheci anlamda çileci bir ilim hayatını tercih etmesini beklemek lükstür. Lakin bu geleneklere göz kırpıp, kalender pozu veren bir takım akademisyenin ideolojik holiganlık, konjonktürel fikir canbazlığı, entelektüel kapkaççılığa meyletmesi kabul edilemez. Hele, hele çağın ruhsuzluğunun yakıcı güneşinden kaçıp ironinin loş mahzenlerinde keyif çatanların, bir kriz anında, bu mahzenin iktidara açılan gizli geçitlerine yönelmesi ve gayrı meşru iktidarların mentörlüğüne soyunayım derken havarisine dönüşmesi hiç kabul edilemez.

Yerli Makyavelizm

Nietzsche Şen Bilim’inde Prometheus’un trajedisinden söz ederken bir anlamda bugün ilme gönül vermiş insanların muhtemel kaderlerine de işaret ediyordu. Prometheus, ateşi Zeus’un elinden çalıp halka meccanen vermiş, onların vehminin üzerindeki perdeyi kaldırıp hakikati göstermişti. Fakat halk ertesi gün yine Zeus’a perestiş etmeye devam etmişti. Tam da burada Promethe’nin hayal kırıklığından söz eden Nietzsche noktayı şöyle koyar: Büyük insanları asıl yaralayan şey onların büyüklüklerinin/dertlerinin kabul edilmemesi, anlaşılmaması değil, kendi büyüklüklerinden, hakikatlerinden şüphe etmeleridir. Şüphe, ilmi bırakın imanda dahi önemli bir husustur. Emin olmak bir modernlik illetidir. Bizim geleneğimiz bütün sahih niyetine ve büyük ilmine rağmen verdiği hükmün sonuna “En doğrusunu Allah bilir” mührünü vuran, vurduran bir tevazuunun geleneğidir. Yeri geldiğinde bu geleneğin bayraktarlığını yapan medya fatihlerinin hemen her konuşmalarında, her yazılarında mutlak bir makamdan terennüm etmeleri bu gelenekten nasipleri olmadığını göstermeye yeter. Çünkü şüphe, ilahi iradenin bahşettiği kutsal bir acı, mukaddes bir yaradır. Şüphesi olmayanın sorusu olmaz. Yarası olmayanın da derdi olmaz. Elbette ki ilim de bu yaradan beslenir. Günümüzde medyaya post sermiş akademisyenlere/ âlimlere baktığımızda Cemil Meriç’in söylemiyle “nura doğru bir koşu” olan şüpheden eser olmadığı ortadadır. Hepsi kendisinden o kadar emin ki birazcık feraset sahibi birinin onları kabul edebilmesi için tüm varoluşunu reddetmesi gerekir.

Mesela güncel tartışmalarda öne çıkan yerli Makyavellerimize bakalım. Fukuyama makyajlı koca koca profesörler, zarını derin iktidarlardan yana atan kumarbaz sofistler, mugalatadaki ustalığıyla tebarüz etmiş, Türkçe’den başka dil konuşamayan İsokratesler… Fakat bunların arasında herhalde en tehlikelisi ve mide kaldıranı çadırını ironinin gevşek zemini üzerine kuranlardır.

En yerlisinin bile ancak “organik” denilerek tavsif edilebileceği; Galib Dede’nin hoş tabiriyle, “mütefernicin” medya âlimlerimizin çoğu telif ettiği eserlerden de anlaşıldığı üzere popülerin, halkın, sıradanın ve amiyanenin büyücü-peygamberliğine soyunmaya teşne olduğu aşikârdır. Şimdilerde ise, ne acıdır ki, yalancı peygamberlerinin ateşin havarisi olmakla kifayet edeyazdılar. Zaten hiçbir zaman akademik gelenekle ünsiyet peyda edememiş olmanın verdiği tereddüt ve gerginliğin ihtirasa; yaşadığı aradakalmışlık halinin verdiği gevşekliğin de ironiye ya da hamakata dönüştüğü bünyeleri epey bir süredir bir takım avarızla malul. Yazdıklarının ve fazlasıyla ironiye yaslanmalarının, Adorno’nun arkeolojik kazıları neticesinde ortaya çıkan, ironinin derinlerindeki iktidar arzusundan kaynaklandığı ehil olanlarca epeydir görebiliyordu. Fakat tereddüt edilen nokta bu Malche Şövalyelerimizin hangi iktidarın havariliğine soyunacağıydı. Son olaylardan sonra kesin olarak anlaşıldı ki Calvinini bulmuş bir Farel coşkusuyla kendi efendilerine Cenevre’yi hazırlamaya koyulmuşlar.

[email protected]