1 Kasım seçimleri ve Ortadoğu için ‘Yeni Türkiye’ modeli

Prof. Dr. Birol Akgün / SDE Başkanı
7.11.2015

Erdoğanizm tüm artı ve eksileriyle özellikle sıradan bir Arap Müslüman için çok önemlidir. 1 Kasım başarısı bu anlamda Mısır darbesi sonrası ümitleri kırılan ve 7 Haziran sonuçlarıyla sarsılan İslam coğrafyası için yepyeni bir ümit kaynağı olarak görülmektedir. Radikalizm dalgasıyla sarsılan İslam dünyasının normalleşmesi için bu başarılı hikayenin devam etmesi, Doğunun da Batının da çıkarınadır ve belki de tek yoldur.


1 Kasım seçimleri ve Ortadoğu için ‘Yeni Türkiye’ modeli

1 Kasım’da yapılan seçimlerde Ak Parti’nin halkın yüzde 50’sinin oyunu alarak iktidara gelmesinin siyasi sonuçları daha çok Türkiye’deki siyasi istikrarın geri dönmesi bağlamında içeriye yönelik olarak tartışılıyor. Ancak Türk dış politikası, Ortadoğu’daki Müslüman ülkeler açısından taşıdığı anlamı ve hatta Türkiye’nin küresel sistemde temsil ettiği değerler açısından da değerlendirilmesi gerekir. Küreselleşmiş bir dünyada yaşıyoruz ve Türkiye’deki olup bitenler yakın ve uzak coğrafyamızdaki ülkelerin halkları, siyasi elitleri, entelektüelleri ve medyası tarafından çok yakından ilgiyle izleniyor. Bazen harcı alem bir söz gibi görünse de aslında gerçekten uluslararası sistem açısından Türkiye yalnızca Türkiye’den ibaret değil. Tarihi, coğrafyası, kültürü ve imparatorluk geçmişiyle sıradan bir ülke olarak algılanmıyor ve burada  olup bitenler de pek çok ülke açısından son derece öğretici kıymetli tecrübeler olarak okunuyor. Üstelik küresel sistemde Batı dünyasının ağırlığının ekonomi-politik, stratejik ve medeniyetsel bağlamda nispeten gerilediği ve gelecek açısından çok farklı modellerin tartışıldığı bir tarihsel konjonktürde Türkiye’nin özgül ağırlığı her anlamda artmaktadır.

Yeni Türkiye modeli

Osmanlı-Türkiye modernleşmesi 19. Yüzyılda Tanzimat ve Islahat reformlarıyla başlamış, ordunun yenilenmesi, modern okulların açılması ve nihayet Kanuni Esasisi vasıtasıyla meşruiyete geçilmesi ile tedricen devam etmiştir. 20. Yüzyılda ise Cumhuriyet Türkiye’si kendisine Kemalist reformlar yoluyla çağdaş medeniyetler seviyesine çıkarma hedefini koymuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise Türkiye demokrasi ile tanışmış ve halkın iradesi ile ilk kez iktidar el değiştirmiştir. Ancak Soğuk Savaşın güvenlik devleti paradigması ülkede nominal bir demokrasi örneği yaratmış, halkın kimliği, iradesi ve taleplerinin vesayetçi kurumlar vasıtasıyla yönetime yansıması sınırlanmıştır. Menderes, Demirel ve Özal muhafazakar ve kalkınmacı liderler olarak tebarüz etseler de hiçbirinin gerçek anlamda Ak Parti’nin Tayyip Erdoğan eliyle son on yılda yarattığı özgün, sahici ve ilham kaynağı olabilecek bir Türkiye modelini oluşturmada başarılı olduğu söylenemez.

Doğrusu lider merkezli bir toplum olarak muhafazakar kültürel kimliği ile ön plana çıkan Türkiye’de geniş kitleler için Tayyip Erdoğan hem dönüştürücü bir liderdir, hem de milli kimliğimizi oluşturan değerlerin taşıyıcısı gerçekçi bir siyasi profildir. Özellikle 11 Eylül olayları sonrasında dünyada oluşan “İslami kaynaklı küresel terör tehdidi” ile mücadelede 2002 Kasımında iktidara gelen ve siyasi olarak kendisini muhafazakar demokrat kimliği ve markasıyla tanıtsa da dünyanın İslami kaynaklı bir parti olarak gördüğü Ak Parti dünyadaki egemen güçler açısından yeni bir imkan olarak görülmüştür. Dolayısıyla ABD siyasi elitleri bile BOP projesi gibi artık akamete uğrayan bölgesel dönüşüm projelerinde Erdoğan’ın liderliğinden faydalanmak istemeleri boşuna değildi.

Peki Ak Parti ve Erdoğan modelinin özgünlüğü neydi ve neyi temsil ediyordu? Erdoğan liderliğindeki Ak Parti hükümetlerinin belirgin özelliği halkın desteğini arkasına alarak reformlar yoluyla merkeziyetçi ve otoriter sistemi dönüştürmeye çalışmaktı. Devletlü bürokratik elitlere karşı temsil ettiği çevrenin değerlerini yönetime taşımak için kıyasıya mücadele etti ve böylece son on yılda sessiz bir devrime imza attı Ak Parti hükümetleri. Özellikle Kemalist ulus devlet projesinin ürettiği iki toplumsal muhalefet kaynağı olan İslamcıları ve Kürtleri demokratik açılımlar yoluyla siyasal sisteme entegre etmeye çalıştı. Devletin kuruluş felsefesindeki aşırı laik kodları yumuşattı. Serbest piyasa ekonomisi mantığını sosyal politikalarla dengelemeye çalıştı. Böylece İslam, demokrasi ve piyasa ekonomisi arasında bir uzlaşı sağlayarak kendi özgün modelini geliştirdi. Erdoğanizm yalnızca içeriye yönelik de değildir. Dış politikada uluslararası hukukun ve siyasetin meşru kurallarını ve araçlarını kullanarak çevresiyle ve dünyayla entegrasyon politikasını geliştirdi. Pragmatik bir muhafazakar lider olarak Erdoğan bir yandan AB üyeliği için olağanüstü çaba harcarken, diğer yandan İslam dünyasıyla da yakın işbirliği kurmaya çalıştı. Hıristiyan dünyası ile İslam dünyası arasındaki gerginliklerde duruşuyla yumuşatıcı bir rol oynadı. Latin Amerika’dan uzak doğuya tüm dünya coğrafyaları ile iyi ilişkiler kurmaya çalıştı.

Erdoğan’ı özellikle İslam coğrafyasındaki halklar tarafından çok sevilen ve ama aynı zamanda yönetici elitler tarafından tehdit haline getiren şey ise, Arap Baharı sürecinde sergilediği halkların yanında durma politikasıydı. 2011’de Mübarek’e “artık gitmelisin” dediğinde Tahrir meydanı Erdoğan sesleriyle çınlıyordu. Arap dünyasında kurulan yeni siyasi partilerin isimleri bile Ak Parti’nin taklidiydi. Fas’taki Ak Parti’den, Mısır’daki Hürriyet ve Adalet partisine kadar örnekler bulmak mümkün. Fakat Türkiye’nin Arap uyanışını destekleyen tutumu ne yazık ki iki kesimi rahatsız etti. Birincisi, Arap coğrafyasına çıkar ve hegemonya merkezli olarak bakan küresel ve bölgesel güçler (Avrupa, ABD, Rusya, İran) Türkiye’nin artan siyasi nüfusundan korktular. İkincisi, bölge ülkelerindeki statükonun yerel unsurları olan siyasi elitler ve yönetimler Erdoğanizmi kendi iktidarlarına tehdit olarak gördüler. 2012’den itibaren bu iki kesim arasında Türkiye’nin bölgesel etkisini sınırlandırma ve Erdoğan hikayesini bitirme amaçlı olarak üstü örtülü bir işbirliği stratejisi gelişmeye başladı. Suriye’de Esed’e destek arttı, Mısır’da Mursi devrildi, Türkiye’de de gezi olayları ve 17/25 Aralık süreçleri başladı. Ardından PKK ile yürütülen barış sürecini bitirecek hamlelere destek verildi. Böylece 7 Haziran’da Ak Parti’nin tek başına iktidar olmasını engelleyen oy oranının çıkması sağlandı. Çatı adayı projesi ve HDP’nin ve Demirtaş’ın merkez medya vasıtasıyla köpürtülmesi bu kolektif siyasi stratejinin en kritik hamleleriydi. Nitekim 7 Haziran sonrasında gerek Avrupa medyasında gerekse Arap medyası aynı dili kullanarak Erdoğanizmin bittiğini, Ak Parti hikayesinin sonunun geldiği ve Türkiye’nin de yakında Suriye gibi iç çatışmalara boğulmuş başarısız bir devlet olmaya mahkum olduğu tekrarlanıp durdu.

Milletin yazığı hikaye

Oysa kimse Türkiye’deki Anadolu insanının irfanını ve ferasetini hesap edemedi. Millet oynanan oyunları, dönen kumpasları son beş ayda yaşadığı tecrübelerle yakından şahit oldu ve tekrar istikrarın yolunu açtı. Erdoğanizm çarpıcı şekilde geri döndü. İlginçtir ki Ak Parti’nin zaferi özellikle Arap dünyasında inanılmaz şok etkisi yapmış görünüyor. Sosyal medyada “Erdoğan’ın zaferi” twitleri hit yaptı. Nedeni ise aslında çok açık. Arap halkları kendilerine sunulmaya çalışılan “ya DAİŞ ya Esed ve Sisivari baskıcılık” dayatmasından kurtulmak için Türkiye modelini üçüncü bir yol, bir çıkış stratejisi olarak görüyor. Müslüman toplumlar yüzyıllık fakirlik, baskı, ezilmişlik ve çaresizlikten çıkış için başarı örneklerine ihtiyaç duyuyor. Kendi İslami kimliklerinin tehdit olarak görülmesine isyan ediyorlar. İnsanca ve onurluca yaşamak istiyorlar. O nedenle Türkiye’deki bazıları anlamasa da Erdoğanizm tüm artı ve eksileriyle özellikle sıradan bir Arap Müslüman için çok önemlidir. 1 Kasım başarısı bu anlamda Mısır darbesi sonrası ümitleri kırılan ve 7 Haziran sonuçlarıyla sarsılan İslam coğrafyası için yepyeni bir ümit kaynağı olarak görülmektedir. Radikalizm dalgasıyla sarsılan İslam dünyasının normalleşmesi için bu başarı hikayenin devam etmesi, Doğunun da Batının da çıkarınadır ve belki de tek yoldur.

[email protected]