1 Kasım’ın imkan ve sınırları

Doç. Dr. Tuncay Önder / Gazi Üniversitesi
14.11.2015

1 Kasım seçimlerinin en önemli neticesi, burada bir “toplum” olduğunun bir kez daha teyid edilmesidir. Evet, burada bir toplum var. Büyük ekseriyetle meşru siyasetin yanında duran, sorunlarının çözümünü siyasette arayan, birinin yanlışını bir başkasının doğrusu olarak görmeyen bir toplum. 1 Kasım, AK Parti’den daha ziyade onu taşıyan sosyolojinin zaferidir.


1 Kasım’ın  imkan ve sınırları

1 Kasım’da ne oldu,  sorusu daha uzun süre zihinleri meşgûl edecek gibi görünüyor. “Halkın mesajı” irdelenecek, herkes kendi meşrebince gerçekliğin bir yanından tutmaya çalışacaktır. Belli bir ânda dile gelip konuşan, yekpâre bir halktan ve onun mesajından söz edemeyeceğimize göre, her seçim okuması bir ölçüde sonradan meşrulaştırma ameliyesidir. Bu yazıda dile getirilenler de bu çerçevede değerlendirilmelidir.

Kanaatimce 1 Kasım seçimlerinin en önemli neticesi, burada bir “toplum” olduğunun bir kez daha teyid edilmesidir. Evet, burada bir toplum var. Büyük ekseriyetle meşru siyasetin yanında duran, sorunlarının çözümünü siyasette arayan, birinin yanlışını bir başkasının doğrusu olarak görmeyen bir toplum. Baştan ifade etmem gerekir ki 1 Kasım, AK Parti’den daha ziyade onu taşıyan sosyolojinin zaferidir. AK Parti’nin Haziran seçimlerindeki yanlışlarını 1 Kasım’a taşımadığı, esaslı bir söylem değişikliğine gitmese de en azından yanlış yapmadığı ve topluma güven aşılamakta daha başarılı olduğu doğrudur. Ancak yine de 1 Kasım tablosunu AK Parti’nin performansı, vizyonu üzerinden değil, toplum üzerinden okumak daha işlevsel görünmektedir. Toplum, AK Parti’nin performansını aşan bir ferâset göstererek 7 Haziran sonrası Türkiye’yi içine sürüklendiği akıl dışılıktan çekip çıkarmış, iradî müdahalesiyle siyasetin önünü açmıştır.

Meşru siyasete çağrı

Toplumu harekete geçiren dinamikleri anlamak için 7 Haziran sonrası Türkiye manzarasına bakmakta fayda var. 7 Haziran’da AK Parti ve Erdoğan karşıtı siyaset ilk kez kendisi açısından “başarı”ya ulaştı. AK Parti’yi dışarıda bırakan bir iktidar alternatifi üretilemese de onu tek başına iktidardan eden bir netice hâsıl oldu. Zaten 2002’den beri çeşitli formlarda ortaya çıkan ve giderek bir iptilâya dönüşen AK Parti ve Erdoğan karşıtlığının ana motivasyonu, “Bunlar gitsin de ne olursa olsun” idi. Adı üzerinde bu bir karşıtlıktı ve kurucu değil, devirmeci bir siyasete tekabül ediyordu. 7 Haziran öncesi devirmeci iştahı kabartan gelişme, HDP’nin AK Parti ve Erdoğan karşıtı siyasete eklemlenmesiydi. Esasen bu eklemlenme yeni değildi. BDP’den HDP’ye geçişle başlamış, 6-8 Ekim hadiseleriyle belirginlik kazanmış, 7 Haziran’a giderken “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışıyla somutlaşmıştı. HDP’nin tanımladığı yeni pozisyon, 7 Haziran’ı aşan sonuçlara yol açtı. Kabûl etmek gerekir ki, Gezi’den sonra AK Parti’nin Yeni Türkiye iddiasının asıl ve belki de tek ortağı Kürtlerdi. Yeni Türkiye, AK Parti’nin Kürtlerle birlikteliğini îmâ ediyordu. Bu birliktelik 7 Haziran öncesinde kopuşla noktalandı.

Kuzey Suriye’deki kazanımlarını Kürtlerin önüne gelen “tarihî fırsat” olarak değerlendiren ana akım Kürt siyaseti, 6-8 Ekim hadiseleriyle birlikte “Türkiye merkezli çözüm”den uzaklaşarak “Kürdistanî” bir yola saptı. 7 Haziran’da elde ettiği yüzde 13 oy desteğini de bu tarihî fırsatı büyüten, tahkim eden bir gelişme olarak yorumladı. Temmuz ortasında PKK, Çözüm Süreciyle birlikte silahlı mücadelenin bütünüyle anakronik ve gayrımeşru bir yönteme dönüştüğü Türkiye şartlarında yeniden devrimci halk savaşı başlattı. Tırmandırılan terörün Kürtlerin kimlik talepleriyle bir ilgisi yoktu; terörün ana hedefi, PKK’nın Kürt coğrafyasında “devletimsi” bir güç olmasıydı. PKK, teritoryal kontrole dayalı alternatif bir egemenliğin peşine düşmüştü. Özyönetim/özerklik ilânları bu arayışı daha da müşahhas hâle getirmişti.

Koalisyon görüşmelerinden bir sonuç çıkmayacağı ve Kasım’da Türkiye’nin tekrar seçime gideceği belli olduktan sonra, AK Parti ve Erdoğan karşıtı siyasî ve toplumsal aktörler, AK Parti’yi 7 Haziran’ın da gerisine düşürmek için seferber oldular ve neredeyse bütün muhalif enerjilerini PKK’ya ve Kürt siyasetine aktardılar, akıttılar. Terörü, siyaseti zayıflatmak için araçsallaştırdılar; PKK terörüyle siyaseti “dövme”ye yöneldiler. Daha ileri giderek Türkiye’yi açık biçimde iç savaşla tehdit ettiler. 1 Kasım’da toplum, Türkiye siyasetinin PKK üzerinden tehdit edilmesine, muhalif enerjinin PKK’da birikmesine itiraz etti. Güçlü bir siyasî meşruiyet savunusuyla muhalefeti sandıkta cezâlandırdı.

Siyasetin imkânları

1 Kasım sonrasında birbiriyle bağlantılı dört iddia boşa çıkmış oldu: 1) AK Parti’nin oylarını bir iki puan artırsa bile bir daha 2011’deki gücüne ulaşamayacağı; 2) HDP barajı aşarak parlamentoya girdiği sürece tek parti hükûmetinin neredeyse imkânsız olduğu; 3) AK Parti’den HDP’ye kayan Kürt oylarının orada kalıcı olduğu ve yakın vâdede geri dönmeyeceği; 4) Türkiye’nin kimlik siyasetleri ekseninde kutuplaştığı, bunun siyasî merkezi zayıflatan, merkezkaç siyasetleri güçlendiren bir dinamiği harekete geçirdiği. Toplum, bu iddiaları geçersiz kılarak bir anlamda siyaseti yeniden yapılandırdı.

Türkiye, iki yıldan daha az bir zamana dört seçim sığdırdı. 7 Haziran’daki nisbî kırılma bir yana bırakılırsa Türkiye’de seçmen tercihlerinin artık yapısallaştığı, 2007 seçimlerinde belirginlik kazanan sosyolojinin konsolide olduğu söylenebilir. AK Parti ve Erdoğan karşıtı siyasî aktörlerin mezkûr sosyolojiyi hesaba katmadan yürüttükleri devirmeci siyasetin anlamsızlaştığı bir döneme girildi. Türkiye’nin önünde bugünden bakınca istikrarı îmâ eden dört yıllık seçimsiz bir dönem var.

Son birkaç yılda AK Parti, devirmeci muhalefetin şiddetlenmesine paralel biçimde, defansif bir siyasete sürüklendi ve kendisini vareden ve sosyolojik tekabüliyetini istikrarlı biçimde büyüten tedricî reform pratiğini aksattı. AK Parti açısından kendisini savunma ihtiyacı aciliyet kazandı. 1 Kasım tablosu, AK Parti’ye bu savunma hattından çıkmak ve toplumsal taleplere dayalı reformcu siyasetini canlandırmak için büyük bir imkân sunuyor. AK Parti, yeni/sivil anayasadan başlayarak dayandığı sosyolojinin toplumsal eşitlenme, demokratikleşme, özgürleşme ve orta sınıflaşma taleplerini siyasete daha güçlü bir şekilde taşıyacak yapısal değişim hamlesi için geniş bir hareket zeminine kavuşmuştur.

Muhtemel riskler

Aldığı toplumsal destek, AK Parti’ye ciddî bir sorumluluk yüklemektedir. Fakat Türkiye’nin bundan sonra hangi istikamette yol alacağı, tek başına AK Parti’nin tercihlerine bağlı olarak tayin edilebilir değildir. 2011 sonrası tecrübe, devirmeciliğe kilitlenen, siyasî meşruluk kaygısını bir tarafa bırakan muhalefetin siyaseti tahrip kapasitesini açık bir biçimde göstermektedir. Öncelikle bakılması gereken aktör AK Parti olmakla birlikte, siyasî-toplumsal muhalefetin 1 Kasım’ı nasıl okuyacağı, AK Parti ve Erdoğan karşıtlığına indirgediği siyaset tarzını aşıp aşamayacağı, en az AK Parti’nin tercihleri kadar önemlidir.

1 Kasım öncesinde, tek başına bir AK Parti iktidarının Türkiye’yi iç savaşa sürükleyeceğini, tek başına iktidar için yeterli çoğunluğu sağlasa bile AK Parti’nin artık Türkiye’yi yönetemeyeceğini iddia eden AK Parti karşıtı blok, siyasî meşruluğun sınırları içinde kalabilecek mi? Erdoğan’dan kurtulmakla sınırlı “devrim” tahayyülüne bağlılığını sürdürecek mi? Demokratik parlamenter siyaseti “cici demokrasi” söylemiyle hafife almaktan vazgeçecek mi? Şiddete üretici, dönüştürücü bir güç olarak araçsal meşruiyet tanıyacak mı? Söylem düzeyinde hegemonya arayışının ötesinde bir anlam ifade etmeyen “kutuplaşma”, “otoriterleşme” kavramlarıyla örülü politik dilini revize edebilecek mi? Siyasî uzlaşma talep ettiği siyasî aktöre “katil”, “hırsız”, “diktatör” demeye devam edecek mi? Fuat Avni’nin sosyal medya mesajlarıyla amel etmeyi sürdürerek siyasî rasyonalite kaybını daha da ileriye taşıyacak mı? AK Parti=IŞİD formülasyonunda ısrar edecek mi? Cumhurbaşkanı’nın Almanya Başbakanı ile buluşmasında oturduğu koltuğu tartışma konusu yapmayı siyaset zannetme kolaycılığından kurtulabilecek mi? Ezcümle, AK Parti ve Erdoğan karşıtı muhalefet, sahici bir siyaseti mümkün kılacak siyasî rasyonalite içinde topluma bakabilecek mi? 1 Kasım’ın ürettiği siyasî imkânı Türkiye’nin nasıl kullanacağını, bir yanıyla bu sorulara verilecek cevaplar tayin edecek.

Kişisel polemik kastıyla değil, sembolik niteliğini önemsediğim için 1 Kasım sonrasında “akademik” bir kalemden çıkan şu değerlendirmeyi okuyucunun dikkatine sunmak isterim:

“... Bu durumda önemli olan, her bireyin içinde var olduğu koşullarca belirlendiğini ve o yönde ‘eylediğini’ kabullenmek. Yozgat koşullarında, İskandinav zihniyeti beklemek olmaz. Yozgat koşullarını dönüştürmek için mücadele etmek gerekir. Neyle mücadele edildiğini bilerek. Hayal kurarak değil. İddia ediyorum. Batı demokrasilerini geçelim, Türkiye’de tek bir anayasa/kamu hukukçusu, bu seçimleri ‘demokratik seçim’ başlığı altında anlatmaya kalkarsa, öğrencisi o insanın suratına tükürür. Tükürmelidir de. Seçim ve sonuçlarına, eğer eşit ve demokratik koşullarda yapılmışsa ‘saygı’ duyulur. Bizim yaşadığımız demokratik bir seçim değildir. Kabullenmek zorunda kalmak başka bir şey, saygı göstermek başka bir şey. Affedersiniz ota boka saygı duyulmaz. Hak etmek gerekir. Bu sanki normal bir seçimmiş gibi değerlendirme yapanlar ise soytarıdır. Hepsi o yüzde 10’luk farkın hangi koşullar altında ortaya çıktığını ve nasıl bir ‘balon’ olduğunu bilmekte,  ancak pek azı dile getirmektedir.”

Doğru, Yozgat’ı anlamak, Yozgat’a bakmak lâzım.

[email protected]