100 yıl önce 100 yıl sonra...

Taha Kılınç - Gazeteci / Yazar
6.02.2016

Geçtiğimiz yüzyılın çözümlenmeyen sorunları, bir türlü selamete kavuşturulamayan iç çatışmalar, bitmek tükenmek bilmeyen ihtilaflar ve kavgalar, 100 yıl sonra Ortadoğu’yu sarsmayı sürdürüyor. Bu, bizi mantıksal olarak şu noktaya götürüyor: Bugün İslâm dünyası makul ve uygulanabilir reçeteler üretemezse, 100 yıl sonra bu bölgede yaşayacak olan insanlar, yine aynı problemlerle boğuşmaya devam edecek. Neleri kaybedeceğimizi, neleri kaybettiğimizi düşünerek tahmin edebilirsiniz.


100 yıl önce 100 yıl sonra...

Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için milli bir yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır. Filistin’deki mevcut Yahudi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına ve başka ülkelerde yaşayan Yahudilerin sahip oldukları haklara ve siyasi statülerine zarar verecek herhangi bir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır.”

2 Kasım 1917 günü, İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Arthur James Balfour tarafından, Siyonist lider Chaim Weizmann’ın yakın dostu Lord Lionel Walter Rotschild’a gönderilen mektubun içeriği böyleydi. Bu mektup Filistin topraklarında İsrail’in kurulmasına zemin hazırlayacak, tarihe de “Balfour Deklarasyonu” olarak geçecekti.    

Yeni aktör: ABD

I. Dünya Savaşı yıllarında, Ortadoğu topraklarının yeniden dizayn edilmesi için İngiltere’nin attığı diplomatik adımlar bununla sınırlı değildi şüphesiz. Londra, aynı anda hem Şerif Hüseyin’le temasa geçerek ona ‘Büyük Arabistan Krallığı’ vaadinde bulunuyor, hem Fransa’yla Moskova’da gizlice müzakereler yürüterek Suriye ve Irak topraklarını paylaşıyor, hem de Arabistan topraklarını Abdulaziz bin Abdurrahman Âl-i Suûd’a vermek için nabız yokluyordu.

Böylece, 1920’lerin başında, savaş bitip de sıra ganimetlerin paylaştırılmasına geldiğinde, aynı toprakların birden fazla kişiye ‘satıldığı’, aynı coğrafya üzerinde kesişim kümelerinin çizildiği görülüyordu.

İngiltere’nin bu çelişkili, ilkesiz ve çok yüzlü siyaseti, Ortadoğu’da hâlen mevcut olan birçok sorunun da kaynağını ve temelini oluşturuyor.

Tarih içinde İngiltere’nin Ortadoğu’da merdiven altına inmesiyle, ABD, onun yerini aldı. Kaba kuvvetine oldukça güvenen ve züccaciye dükkânındaki sakar bir fil gibi ilerleyen Amerika, İngiltere’nin 100 yıl önce yaptığı hataları bir bir tekrarlıyor. Dahası, Amerikan devlet aygıtının zihin kodları, Ortadoğu ve İslâm dünyasını her yönüyle kavrayacak derinlikte olmadığı için, önceki hatalardan daha vahim sakatlıklar da vücuda getiriyor.

ABD bugün hem Türkiye’yi memnun edecek sözler söylüyor, hem Arap-İsrail dengesini tutturmaya çalışıyor, hem İran’la gizli-açık bir ilişki yaşıyor, hem de sahadaki etnik, mezhebî ve dini azınlıkları kaşımak için hiçbir fırsatı kaçırmıyor.

Ancak ABD’nin en büyük aşkı, elbette Kürtler. Washington, onlara özel bir ilgisinin olduğunu, gözünün hep o taraflara kaydığını hiç gizlemiyor. Tam 100 yıl önce İngiltere Araplarla nasıl ve ne düzeyde ilişki kurduysa, ABD de bugün aynısı irtibatı Kürtlerle tesis ediyor. Kürtlerin, bir Şerif Hüseyin’i dahi var bu hengâmede: PYD lideri Salih Müslim.

Ortadoğu’daki, özellikle de Suriye topraklarındaki hareketlenmeye baktığımızda, bir Kürt devletinin kurulması için ciddi hazırlık yapıldığını söylememiz mümkün. Amerikan dış politikası, bu noktada öyle ilkesiz ve istikametsiz bir seyir izliyor ki, Kürtlerin, Arapların 100 yıl önce elde ettiği şeylerin yarısına bile ulaşabilecekleri şüpheli. Ama özellikle Rojava’da hâkim grupların muhalefete yaptıklarına bakılırsa, Baas Partisi türü yapılanmaların Kürtlerin tepesine çökmek için pusuda bekledikleriyse gün gibi âşikâr. 

Dönüm noktaları 

Ortadoğu’nun geçtiğimiz yüzyılında dört ana dönemden ve kırılmadan söz edilebilir. Bunlar, coğrafyanın şekillendiği, kaderinin yönünü bulmaya başladığı, etkileri günümüze kadar devam eden kırılmalardır. 

Bunlardan birincisi Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma süreciyle İsrail’in resmen kuruluşu arasındaki zamandır. Kabaca 1915-1948 olarak tarihlendirebileceğimiz bu süreçte, Osmanlı’nın hükmettiği alanlardan çekilmesiyle, bildiğimiz Arap ulus devletleri kurulmuş, Ortadoğu’nun şimdiki siyasal haritası şekillenmeye başlamıştır.

1948-1970 arasındaki dönem, Arap ülkeleri arasındaki çekişmelerin belirgin ve keskin hale geldiği, İsrail’in bölgeye giderek daha fazla yerleşmesinin bu çekişmeleri körüklediği bir çatışmalar silsilesi dönemidir. Arap dünyası, bu süreçte birlik olup ‘ortak düşman’a karşı birlikte hareket etmeye çalışsa da, her girişim ülkelerin kendi menfaatlerini öncelemesi nedeniyle hezimetle sonuçlanmıştır.

Üçüncü dönem 1970-2001 arasıdır. Mısır, İsrail’i resmen tanıyarak, Filistin sorunu bağlamında caydırıcı güç olmaktan çıkmış, Kral Faysal’ın öldürülmesiyle (1975) petrol zengini Arap ülkeleri ellerindeki zenginliği uluslararası ilişkilerde İslâm dünyası lehine bir silah olarak kullanma seçeneğini tümüyle rafa kaldırmıştır. Bu dönem ayrıca, ABD’nin bütün kaba kuvvetiyle Ortadoğu’ya ve özellikle de Körfez’e yerleşmesi bakımından da önemlidir. İngiltere, artık ABD’nin terkisinde yer alan, perde arkasına çekilen bir güçtür. Ama bölgeye dikkatle bakan gözler, ABD’nin gücünün geçici olduğunu, Körfez’de esas ‘oyun kurucu’ gücün İngiltere olduğunu hemen görecektir.     

Bu dönem ayrıca, Ortadoğu’da ‘şiddet yanlısı’ hareketlerin ortaya çıktığı ve siyaset kurumunun çözmekte aciz kaldığı problemleri çözmeye talip olduğu bir dönemdir. İran İslâm Devrimi, Kâbe Baskını ve Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali gibi üç kritik gelişmeye sahne olan 1979 yılından itibaren, 11 Eylül saldırılarına kadar geçen sürede, silahlı hareketler coğrafyadaki ezilmiş ve hakkını bulamamış kitlelerin umudu haline gelmiştir.

Döngü tamamlanırken...

100 yıllık tarihsel döngünün tamamlandığı günümüzde, Ortadoğu yeni bir sarsıntılar silsilesine daha tanıklık ediyor. Suriye ve Irak, tıpkı 100 yıl önceki gibi problem yumağı durumunda; bunların yarattığı türbülans haline, geçtiğimiz yüzyılın başında henüz ortaya çıkmamış olan bir problem de eklendi üstelik: İsrail’in Filistin’i işgali ve bunun travmaları.

Suriye’nin bugün üçe bölünmeye çalışıldığı, uluslararası aktörler tarafından artık saklanmayan bir siyasi hedef. Bu, Fransa’nın 1920’den itibaren manda yönetimi sırasında fiilen uyguladığı idari haritanın bir benzeri sadece. Irak da benzer şekilde bir bölünmeye doğru gidiyor. Libya’yı da bölünme kaderinin beklediğini söyleyebiliriz, çünkü orada da geçtiğimiz yüzyılda acemice dikilen yara çoktan patlamaya başladı. 

100 yıl önce Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan topraklarda şahit olunan parçalanma durumu, şimdi bir kez daha görülüyor. Büyük toprak parçalarının masa başında kesip biçilmesiyle Irak ve Ürdün’ün suni olarak yaratılması gibi, coğrafyada mevcut bölünme üzerinden bir bölünme süreci daha başlıyor.

Bu ise, prtatike Ortadoğu ve İslâm dünyasının daha da güçsüzleşmesi, ihtilafların artması, benlik yarışlarının kanlı kavgalara dönüşmesi ve nihayet coğrafyanın açgözlü yabancılar tarafından bir kez daha yağmalanması anlamına geliyor. 

İslâm dünyasının, 100 yıl önceki sürtüşmeleri aynen ve hatta fazlasıyla yaşaması sadece ‘tarihin cilvesi’yle izah edilemez. Problemlerin açıklaması, tek başına “düşmanın çok güçlü oluşu” da değildir.

Tarihin cilvesi mi?

Geçtiğimiz yüzyılın çözümlenmeyen sorunları, halının altına süpürülen çekimeler, bir türlü selamete kavuşturulamayan iç çatışmalar, bitmek tükenmek bilmeyen ihtilaflar ve kavgalar, 100 yıl sonra coğrafyayı yine sarsmayı sürdürüyor. Bu, bizi mantıksal olarak şu noktaya götürüyor: Bugün İslâm dünyası makul ve uygulanabilir reçeteler üretemezse, 100 yıl sonra bu bölgede yaşayacak olan insanlar, yine aynı problemlerle boğuşmaya devam edecek. Neleri kaybedeceğimizi, neleri kaybettiğimizi düşünerek tahmin edebilirsiniz.

Peki çözüm ne? Ya da en azından zihinsel bazda, nerden başlanabilir?

Öncelikle şunun anlaşılması gerekiyor: Sadece geçmişteki parlak zaferlere öykünerek ya da komplo teorileriyle zihin bulandırarak varılabilecek bir hedef yok. Coğrafyada yaşanan her olayı ya da olağanüstü gelişmeyi ‘dış mihraklar’a bağlamak bir zihin konforu ve keyfi sunabilir, ama bu izah tarzı özeleştiri ve ibret alma mekanizmasını tamamen devre dışı bıraktığı için gayet zararlı.

Bir de, ‘dış mihraklar’ gerekçesine sığınmak, yabancıların gücünün fazlasıyla abartılmasını, olmayan şeylerin varmış gibi gösterilmesini, bunun karşılığında da bu coğrafyanın insanlarının basit birer kukla ve beyinsiz piyonlar gibi görülmesini de beraberinde getiriyor. Bunu gerçekten hak etmiyoruz.

Bireyler olarak tarihi ve coğrafyayı derinlemesine okumaktan; toplumlar ve devletler olarak da hamasetten uzak şekilde bölgenin gerçeklerine odaklanıp makul çözümler peşinde koşmaktan başka çare görünmüyor.

Boş heyecanların bilgisizlikle atbaşı gittiği, bölgeyle ilgili temennilerin gerçeğin ta kendisi zannedildiği bir düşünce düzleminde, problemleri anlamak ve kavramak bile mümkün olmayacak. Problemlerin, anlaşılmadan çözümlenemeyeceği de malum. 

[email protected]