15 Temmuz sonrasının kültür iradesi

Dr. Celâl Fedai / Yazar
19.08.2017

Huntington, 11 Eylül sonrasında oluşan kültürel bunalıma bakıp ABD’yi oluşturan kültürel bileşenleri Biz Kimiz? isimli kitabında tek tek ele aldı. 15 Temmuz’un üzerinden bir yıl geçti. Maalesef 15 Temmuz sonrasının kültür iradesi için Cumhurbaşkanımızın dile getirdiği eleştirilerin zemininin toprağı hâlâ işlenemedi.


15 Temmuz sonrasının kültür iradesi

AK Parti’nin kültür ve sanat politikası üretmek açısından başarısız olduğu görüşünü temel alan tartışmalara her şahit olduğumuzda, can alıcı bir terminoloji sorunuyla yüz yüze gelmiş oluyoruz. Malum olduğu üzere Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, partisinin bu konudaki yetersizliğini dile getirerek esasen önemli bir özeleştiri yapmış ve siyasîlerde görmeye alışık olmadığımız türden bir tartışma zeminini açmış oldu. Fakat bu zeminin toprağı gereğince işlenemedi. Oysa kültür, daha tanımından başlayarak ciddi bir ekip biçme, budama, gübreleme, zararlı otlarla mücadele etme gibi bedensel olduğu kadar zihinsel faaliyetleri de gerektiriyor. İşin bedensel yanı bürokratların işi. Kolay değil elbette. Zihinsel yanı ise, entelektüelleri ve onlarla hemhal olabilen devlet adamlarını ilgilendiriyor. Maalesef entelektüellerimiz ve onlarla hemhal olması gereken devlet adamlarımız, birbirleriyle gereğince irtibatlı değil. Öte yandan bürokratlarımız, devlet adamlığı nosyonuna göre eğitim almamışlar. Egoları bir hayli şişkin. Bu yüzden 15 Temmuz sonrasının kültür iradesini oluşturmak meselesi, hayatî bir mesele olarak hepimizin önümüzde duruyor.

Kültürün bir politikayla yönlendirilebilen bir alan olduğu görüşünün tarihi kuşkusuz çok eski. Biz bugünü ilgilendirmesi açısından yakın geçmişe odaklanmak durumundayız. Bunu yaptığımızda ise AB, ABD ve Rusya’nın bu konuda fevkalade yol aldığını görüyoruz. Söz gelimi Marksistler, her şeye, düşünmenin terimlerini değiştirerek başlamışlar. Bugün bizler düşüncenin pek çok alanında onların terimlerini kullanarak kendi düşüncemizi oluşturduğumuzu iddia edebiliyoruz. Çarpık bir durumdur bu. Hümanistler, sanatın insanın yaratıcı gücünün ürünü olduğunu özellikle vurgulamışlar ve bu sayede Tanrı’nın karşısına insanı çıkarabilmişlerdi. Marksistler ise, sanatın ne ilahi bir lütuf olduğunu ne de ayrıcalıklı bir insanın yaratması olduğunu kabul ettiler. Onlara göre sanat, bir çalışkanlık sürecini takip eden üretim işiydi. Bugün İslam sanatı ve maneviyatının terminolojisini kaybeden bizler, sanatın yaratma ya da üretme sonucu olduğunu söylerken “meydana getirme estetiği” demeye gelen İslam estetiği içinden düşünemiyor, konuşamıyoruz maalesef. Benzer durum kültür için de geçerli. Kültüre ilişkin bakışımızı geniş tutamıyoruz. Bu yüzden de siyasîlerin özeleştirileri yaptıkları noktada kalıyor her şey. Entelektüellerimiz, bu özeleştirinin zemininin toprağını işleyemiyor. 15 Temmuz’dan sonra bunu yapmak mecburiyetindeyiz.

Ya biz kimiz?

11 Eylül saldırısını kendi kimlik inşa süreci için maharetle kurgulayan ABD’nin bu noktadaki gayreti oldukça manidar olarak önümüzde duruyor. 11 Eylül’ün ardından ABD’nin kimlik bunalımına eğilen en dikkat çekici isim kuşkusuz Samuel Huntington’du. 1968’de Foreign Policy dergisi yayın hayatına başladığında Harward’ın parlak akademisyeni şöyle demişti: “ABD’nin dış politikasının her kilometre taşında, dünyadaki rolünün her değişiminde, yeni bir dergi ortaya çıkmıştır.” Huntington’un o günden bugüne ABD’nin menfaatlerine odaklanan kariyerini takip edenler, 11 Eylül saldırı sonrası kaleme almak durumunda kendini hissettiği Biz Kimiz? Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı kitabı karşısında şaşırmayacaklardır. Onu salt bir entelektüel olarak görenler ise, Medeniyetler Çatışması müellifinin Biz Kimiz? gibi bir kitap yazmış olmasını anlamlandırmakta güçlük çekeceklerdir. Tabii bu dediklerim, ülkesiyle kendi entelektüel kimliğini bir kader gibi yaşamaktan imtina eden sözümona Türk entelektüelleri için geçerlidir. Böyleleri entelektüelliği Türkiye aleyhtarlığı olarak görürler. Onlar, “Söz konusu kişinin kendisinin inandığını sandığı nedenler yüzünden, sizin arzu ettiğiniz yönde hareket etmesidir” olarak ifadesini bulan en etkili ABD propaganda tarzının nesneleridir. Türkiye, Soğuk Savaş döneminde olduğu kadar bugün de sanki kendi düşünceleriymiş gibi ABD, AB ya da bir başka ülkenin telkin ettiği görüşlere sıkı sıkıya bağlı kişilerle yaşamayı tecrübe etmek zorundadır. Fakat burada kavramamız gereken asıl mesele Huntington’un çizdiği portrededir. Üzerinde pek çok tartışmanın döndüğü Medeniyetler Çatışması kitabının müellifi, son derece kolay anlaşılır bir dille, olabildiğince çok ABD vatandaşı kitabını okusun istiyordu. “Candice, Max, Eliza’ya ve onların Amerikalı geleceğine” diyerek başladığı kitabıyla, ne evvelce yazdığı entelektüel irtifası olan eserlerine bir halel getiriyordu ne de böyle bir eser yazmakla basit bir bürokrat kılığına bürünüyordu. 19. Yüzyılın ortalarında, 20. Yüzyılın “Amerikanolar”ın çağı olacağını müjdeleyen Walt Whitman’ın izinden giden Huntington’un bu eseri, en az Medeniyetler Çatışması kadar işlevseldir ve ABD’nin bu defa iç siyasetine son derece anlamlı bir katkı sunmuştur.

Tarihi kaderin ihyası

15 Temmuz’un üzerinden bir yıl geçti. Maalesef 15 Temmuz sonrasının kültür iradesi için Cumhurbaşkanımızın dile getirdiği eleştirilerin zemininin toprağı hâlâ işlenemedi. Entelektüellerimizin içinden bizim “Biz Kimiz?”imizi yazan çıkmadı. Tekrar edelim: Hayatî önem arz eden bir konu bu. Huntington, 11 Eylül sonrasında oluşan kültürel bunalıma bakıp ABD’yi oluşturan kültürel bileşenleri tek tek ele aldı. Anglo-Amerikan kültürünün dönüşümü kadar ülkedeki Hıristiyanlığa da eğildi. Şu alt başlıklara bir bakalım: Tanrı, Hıristiyanlık ve Amerika; Dindar Bir Halk, Protestan Amerika ve Katoliklik; Hıristiyan Bir Halk; Resmî Din… Karikatürize etme hatasına düşmeden ele alıp eleştirdiği dikkat çekici görüşlerden biri de şu: “Amerika tek bir yaygın kültüre sahip bir toplum değildir ve olmamalıdır. Ergime noktası ve domates çorbası metaforları gerçek Amerika’yı betimlemez. Amerika bir mozaiktir, bir salatadır, ‘hatta soslu bir salata’dır.” Bu tezlere karşı Huntington’un, ABD’nin 1990-1991 yıllarında dünyada “ulusal onur ve Tanrı’nın önemi” üzerine yapılan güvenilir bir araştırmada çıktığı üst basamağa işaret etmesi gözlerden kaçmamalıdır. Buna göre ABD, “ulusal onur”una ve Tanrı’ya düşkün olmak bakımından İrlanda’dan sonra dünyada ikinci ülkedir. Bu durum gerçekten de çok çarpıcı bir gelişmeyi ifade eder. Zira Max Weber, 20. Yüzyılın başında ABD’de dinin etkisini epeyce az tespit etmiştir. Geçen yüz yıllık zaman içinde ABD, ulusal kimliğini Huntington’un kitabında saptadığı sınırlar içinde geliştirmiştir. Bu ise geri planda bir kültür iradesinin varlığını hissettirmektedir.

Açıkça görüleceği üzere bize, düşüncemizin terimlerini yaşadığımız zamana göre yeniden yorumlayabilen entelektüel zihinler ve onların verimli tartışmaları gerekiyor. Bu türden tartışmalar yakın geçmişimizde oldu. Gündelik olanın çekiminden çıkıp bunları maalesef göremiyoruz. Sözgelimi Sezer Tansuğ, 1990’ların ortalarında Türkiye’nin bir mozaik olduğu yolundaki fikirlere, en az Huntington kadar esaslı bir karşılık vermişti. Yine “kültür politikası” terimi yerine “kültür iradesi”ni önererek Şelçukîlerin ve Osmanlıların yerli ve yabancı tüm kozmopolit unsurları bir kültür iradesi uygulayarak idare ettiklerini: “Kültür politikası bir değer ölçütünün takibini hiç gerektirmez, başka bir doyum bulduğunda cayar. İrade caymaz, sonuna kadar götürür” sözleriyle fevkalade izah etmişti. Bir yerde kültür politikasının olması orada kültür iradesinin olduğunu göstermiyor. Belediyeler başta olmak üzere onlarca kültürel etkinlik var ancak bir iradenin onları idare etmediği aşikâr.

15 Temmuz sonrasının kültür iradesi, bin yıldır bu topraklardan yayılan tarihi kaderimizin ihyası için gerekli her şeyden önce. Batı düşünce gemisinin bugünkü ahvaline dair günümüzün etkili entelektüellerinden Hans Blumenberg, “Gemi Batıyor, Seyrediyorlar” demişti. Ona Paola Rossi’nin karşılığı gecikmedi: “Gemi Batıyor, Seyreden Yok”. Gerçek budur: İlerleme fikriyle kör olmuş Batı düşünce gemisi, içine aldığı insanları, hedonist yığınlara dönüştürdüğü için bizzat tayfaları tarafından batırılmakla karşı karşıyadır. AB ve ABD bir kültür iradesine sahip olduğu için bu süreci şimdiye dek idare etmeyi başarmıştır. Bunu da bizim gibi tarihi kaderine döndüğünde insanlığa, yığınlaşmamış, hedonizme batmamış bir hayatı sunabilecek ülkeleri kültür politikalarıyla iğdiş edip oyalayarak yapmıştır. Kültür bürokratı ve yöneticilerine dönüşmüş entelektüeller ile böylesi bir duruma karşılık vermek imkânsızdır. 

Biz Kimiz?.. 15 Temmuz, karmaşık ve kaypak bir terim olan kültürün arkasından bu sorunun cevabını aramamızı gerektirmeyecek kadar net cevaplar verdi bize. Türkiye, batan bir gemi değil biz de batan bir gemide değiliz. Bu nedenle düşüncelerimiz, yüzmekte olan bir geminin gereklerine, yani inanç dünyasına, tayfasına, rotasına, erzakına odaklanmalı.

Söylemeyi elzem gördüğüm son bir husus daha var: “Biz Kimiz?” sorusu, Ben, Öteki ve Ötesi yazarı İbrahim Kalın’ı kendisine davet ediyor bana kalırsa.

[email protected]