16 Nisan’dan 24 Haziran’a yeni politik kültür

Yunus Şahbaz / Kırıkkale Üniversitesi, Siyaset B. ve Kamu Yönetimi
28.04.2018

24 Haziran’a giden süreç ve sonrasında ortaya çıkan politik şekillenmeler iki kutuplu siyasal yapılanmanın önünü açacaktır. Bu anlamda da 27 Mayıs’la açılan parantezin kapanacağı ve CHP’nin klasik siyaset anlayışında görüldüğü şekliyle siyasetin belirli değerlere sadakat ya da sadakatsizliği değil, toplumun ihtiyaçlarını merkeze almak zorunda kalacağı söylenebilir.


16 Nisan’dan 24 Haziran’a yeni politik kültür

Cumartesi günü CHP’den 15 milletvekilinin Meclis’te parti grubu kurulabilmesi için İYİ Parti (İP)’ye geçmesinden sonra hızına yetişilmesi zor gelişmeler yaşandı. CHP’nin bu hamlesi 24 Haziran seçimlerini ‘acil’ seçim, ‘baskın’ seçim gibi sıfatlarla niteleyen muhalefetin aslında böyle bir erken seçim kararına çok da hazırlıksız olmadığını ve dolayısıyla bu nitelemelerin kendileri açısından tutarlı olmadığını göstermektedir. Zira Cumartesi gününden itibaren CHP başta olmak üzere muhalefet son derece hareketli günler yaşıyor ve aday belirleme süreci birkaç gün içerisinde neticelenecek gibi. Bu süreçte yapılan ittifaklar ve dahi pazarlıklar göz önünde tutulunca muhalefetin de aslında çokça eleştirdiği yeni sistemin ruhuna gayet uyum sağladığı görülüyor. Sadece siyasal aktörler açısından değil, devlet aygıtı ve bürokrasinin de yeni sistemin gereklerine bir an önce ayak uydurması hem seçimlerin selametini sağlamak hem de sonrasında oluşturulabilecek şaibe iddialarını boşa çıkarmak açısından son derece önemli. Zira İP’nin seçime girebileceğini Pazar günü ilan eden YSK, bu kararını Cumartesi ya da Cuma günü vermiş ve deklare etmiş olsaydı 15 vekil vakası belki de hiç yaşanmayabilirdi.

 Son günlerde süren ittifak görüşmelerinden sonra Abdullah Gül gibi isimlerin fazlaca öne çıkması bazı duygusal ve romantik tepkilerin verilme-sini de beraberinde getirdi. Şüphesiz ki, Gül hem Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de AK Parti açısından oldukça istisnaî bir isim. Geçmiş-te de bazı AK Parti’li ve Erdoğan’a yakın isimler partiden ayrılmıştı ve hatta şu anda da sert muhalefet yürütüyorlar. Ancak Gül’ün konumu diğerleriyle kıyas kabul etmez bir durumda ve Gül’ün Erdoğan’ın karşısına bir aday olarak çıkabilme ihtimali diğer herhangi bir isme verilecek tepkilerden kat kat daha fazlasına sebep oluyor. Vefasızlık, hatta ihanet söylemleri başta sosyal medya olmak üzere artık açık açık dillendirilmeye başlandı. Ayrıca sadece Gül özelinde değil, CHP’yle ittifaka sıcak bakan ve iddialara göre de CHP’yi Gül ismi üzerinde ikna etmeye çalışan Saadet Partisi (SP)’nin tutumunun da hayli eleştirilmektedir. Zira SP Kemalist uygulamalardan son derece muzdarip ve 28 Şubat’ın siyasal muhatabı bir çizginin son halkası olan bir parti. Böyle bir partinin AK Parti’nin tüm ısrarlarına ve tabanının da AK Parti’ye hayli yakın olmasına rağmen AK Parti’yle değil de CHP’yle ittifak yapması da kendi tabanından bile ciddi tepkiyle karşılanabilecektir. Aslında bir süredir alttan alta devam eden ve birkaç gündür alenileşen bu ittifak mesaisi yeni sistemin icbar ettiği bir gereklilik. Siyaset sahnesinde doğrudan bir aktör olarak yer almasa da 696 sayılı KHK hakkındaki ‘kaygı verici’ eleştirileri ve sonrasında açık bir tartışmaya girmeden verdiği mesajlarla Gül kendi tarzınca siyasetini yürütmekteydi. Son dönemdeki ittifak görüşmelerinin hızlanmasıyla da doğrudan bir aktör olarak ortaya çıkmaya başladı. Ancak herhangi bir ismin ya da partinin ittifak tercihini de bu sistem ve özellikle de yeni siyasal kültür üzerinden anlamlandırmak daha rasyonel değerlendirmeler yapmamızın kapısını açabilir. 16 Nisan Referandumu sonrası oluşan ve 24 Haziran seçimleriyle uygulamaya koyulacak bu yeni siyasal zemin aslında 27 Mayıs 1960’ta açılan bir parantezin kapanışı olarak değerlendirilebilir.

27 Mayıs parantezi

 27 Mayıs, ‘50’den itibaren oluşan demokratik siyasal oyunun kurallarını baştan sona değiştirmiştir. ‘60’lardan günümüze gelen siyasal kültür aslında ‘50’lerde başlayan değil 27 Mayıs’ın temellerini attığı bir siyasal kültürdür. 27 Mayıs’la birlikte siyaset daha rövanşist, ‘anti’ ön eklerinin daha fazla belirgin olduğu bir arena olmuştur. DP’nin son yıllarındaki Vatan Cephesi, Tahkikat Komisyonu gibi hadiseler de rövanşist siyasetin ön adımları olarak kabul edilebilir ancak bu kültürün asıl yerleşmesi 27 Mayıs sonrası dönemde olmuştur. Anti-laik, anti-Kemalist, sağ-sol gibi söylemler bu dönemin ruhunu yansıtan tipik kavramsallaştırmalardır. Zaten 27 Mayıs’ın kendisi de bizzat Kemalist sistemi tahkim etmek adına yapılmıştır. Devlet/rejim siyaset sahnesinde bir aktördür ve devleti korumaya yönelik Anayasa Mahkemesi, Milli Güvenlik Kurulu gibi birtakım vesayet odakları ihdas edilmiştir. 27 Mayıs sonrası oluşan rövanşist siyasette DP’nin devamı olduğu iddiasıyla Süleyman Demirel uzun yıllar Türkiye siyasetine damga vurabilmiştir. Bu dönemde daha çok sınıf/çıkar siyaseti yerine değer siyasetinin baskın olduğu söylenebilir. Değer siyaseti hem seçmen davranışında hem de siyasal aktörlerin tanziminde başat faktör olmuştur. Sağdan/sağcı bir lider olması Demirel gibi bir siyasal figüre sağ seçmenin oylarıyla iktidar kapısını açabilmiştir. Ancak ‘90’lar ve özellikle 28 Şubat süreciyle birlikte sağ seçmen uzun yıllar oy verdiği Demirel’in bambaşka bir yüzü olduğunu görebilmiştir. Benzer şekilde laiklik de siyasal süreci düzenleyen ilkelerin başında gelmektedir ve rahmetli Necmettin Erbakan liderliğindeki Milli Görüş hareketinin kurduğu partilerin hepsi, SP’ye kadar, laikliğe aykırı eylemlerin odağı olmak suçlamasıyla kapatılmıştır. Kendisini rejimin ve laikliğin yegâne savunucusu olarak tanımlayan klasik CHP siyaseti de yüzde 25 civarındaki kemik oyunu büyük oranda Kemalist değerlerin hamisi olduğu yada seçmen tarafından öyle görüldüğü için konsolide edebilmiştir. 16 Nisan referandumundan sonra bu siyasal zeminin değişmeye başladığını yani aslında değişmek zorunda olduğunu söylemek gerekir. Bu değişimi ittifaklar ve cumhurbaşkanlığı profili gibi iki parametreyle ele almak mümkündür. İlk olarak şunu söylemek gerekir ki, artık tüm partiler, aktörler siyasal ittifaklar yapmaya mecburdur ve bu da onları geleneksel siyaset anlayışlarını değiştirmeye zorlamaktadır. Bundan sonraki süreçte söylemler ve prensiplerin aynı katılıkla savunulmadığı ve dahil olunan ittifak söylemine göre bunların revize edilebileceği bir zemin gelişmektedir.

İki bloklu siyaset

Artık Türkiye’de siyaset hiçbir şekilde 16 Nisan öncesinde olduğu gibi olmayacaktır. İki partili olmasa da iki bloklu siyaset bu sistemin getirdiği en önemli sonuçtur. Özellikle seçimlerin ikinci tura kalma olasılığını göz önünde tutunca yapılan ittifak girişimlerinin, seviyesi hayli aşağı inen pazarlık teşebbüslerine dahi sahne olacağı söylenebilir. Şüphesiz geçmişte de 1974 yılındaki ‘solcu’ CHP ile ‘şeriatçı’ MSP (Milli Selamet Partisi) arasındaki gibi belki ‘imkânsız’ denecek koalisyonlar kurulabilmişti. Ya da CHP geleneksel siyaset çizgisinin dışına taşarak kendi içerisinde dönem dönem, mesela çarşaf açılımı gibi, politik açılımlara gitmişti. Ancak yeni dönemdeki politik kültür ne geçmişin zoraki koalisyonlarına ne de bir partinin kendi dahili açılımlarına benzetilebilir. Yeni süreçle birlikte geleneksel siyaset anlayışları terkedilmeye, laik-antilaik, sağ-sol gibi ideolojik, değer belirlenimli siyasal çizgiler silinmese bile hayli esnemeye başlayacaktır. 1974 krizli koalisyondan sonra ilk kez CHP ile MSP çizgisindeki SP’nin bu denli yakın-laşması bu durumun bariz göstergelerinden biridir. Yine ‘Erbakan Ödülleri’ndeki manzaranın arızî bir durum olmadığını ve ancak yeni siyasal kültürle anlamlandırılabileceğini söyleyebiliriz. Aksi takdirde, Levent Gültekin’den Uğur Dündar ve Abdullah Gül’e uzanan bir isim listesini aynı potada buluşturmanın bir açıklaması olamaz. Seçilen isimler ve figürlerin o siyasal gelenekle ilişkisi ve ahlaki açıdan kabul edilebilir olup olmadığı ise ayrı bir tartışmadır. Bu zaviyeden olmak üzere, Abdullah Gül isminin CHP içerisinde tartışılma biçimi de bu durumun bir örneği olarak ele alınabilir. Hatırlanacağı üzere, Gül 2007 yılında Cumhurbaşkanlığı’na aday olduğunda CHP’nin temel tepkisi Gül’ün eşinin başörtülü olması idi ve tartışma laiklik üzerinden yürütülüyordu. Nitekim TSK da 27 Nisan E-Muhtırasında bu tartışmalarda taraf olduğunu deklare edecekti. Ancak 24 Haziran’a giden süreçte ise Gül’ün bizzat CHP’nin adayı olarak gündeme gelmesine bile şaşılmamakta. CHP içerisinden yükselen eleştirilerde ise laikliğin nerdeyse hiç gündeme gelmediğini tespit etmek gerekir. Gül daha çok AK Parti geçmişi, Cumhurbaşkanlığı dönemindeki icraatları yüzünden eleştirilmekte ve hatta Gül’ün ortak aday olarak belirlenmesi CHP’ye ihanet olarak telakki edilmektedir.

Muhalefetin hınç siyaseti

Yeni siyasal atmosfer değişikliğinin izlenebileceği ikinci alan da cumhurbaşkanı aday profilidir. Muhalefetin yeni sistemin ruhuna göre yürüttüğü ittifak girişimleri aday belirleme sürecinde şimdilik akamete uğramış gibi duruyor. Zira muhalefetin en büyük dezavantajı Erdoğan karşıtlığı ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını önlemek dışında ortak bir paydasının olmaması. Erdoğan karşıtlığı olmaksızın İP ile HDP’yi yan yana getirebilecek başka bir ihtimal yoktur. Toplumun tümünü kapsayacak ve iktidar hedefli bir programının olmaması muhalefeti Demokrasi İttifakı gibi retorik düzeyinde toplumda çok da karşılığı olmayan arayışlara yöneltti. Öte yandan Erdoğan’ı devirme amacının da muhalefette bir hınca dönüştüğü görülmekte ve bu hınç siyaseti muhalefeti ortak bir paydada ve ortak aday etrafında toplamaya yeterli olmamakta. Özellikle CHP ittifaklar ve toplumun farklı kesimlerine açılma noktasında uzlaşmacı bir tavır takınırken Erdoğan karşıtlığında şedit bir konumda durmaktadır. Abdullah Gül gibi bir ismin tam da bu yüzden yani bu hınç siyasetini gölgelemek üzere gündeme geldiği söylenebilir. CHP’nin İP’ye 15 vekil transferi demokratik bir hamle olarak lanse edilse de, sonraki süreçte yaşananlar CHP’nin bu hamleyi İP’yi yani Meral Akşener’i Abdullah Gül ismine ikna etmek için dolaylı bir baskı amacıyla yaptığını gösteriyor. Kılıçdaroğlu ile Akşener arasındaki ikili görüşmelerden sonra CHP’den yapılan Gül’ün gündemlerinde olmadığı yönün-deki açıklamalar, süreci başından itibaren yansıtan bir tutumu ifade etmiyor. Şayet Kılıçdaroğlu Akşener’i ikna etse ve partinin hem tabanından hem de tavanından bu denli şiddetli itirazla karşılaşmasa Gül’ü ortak aday olarak görme olasılığımız çok daha yüksekti. Muhalefetin ittifak görüşmelerinin akamete uğramasının bir diğer sebebi, ittifak görüşmeleriyle uyum sağlanan yeni sisteme aykırı vaatleri öne çekmeye çalışması ve belirlenecek adayı da buna göre seçmek istemesi. Özellikle CHP’nin en büyük vaadi parlamenter sisteme tekrar dönmek. Ancak birinci ya da ikinci turda muhalefetten hangi aday kazanırsa kazansın bunun mümkün olup olmadığı son derece tartışmalı. Geçmişte Fransa’da da Mitterand benzeri vaatlerle iktidara gelmişti ve fakat yetkilerini sonuna kadar kullandığı gibi sistemsel bir dönüşüme de yeltenmedi. Yine Türkiye’de Ahmet Necdet Sezer Anayasa Mahkemesi Başkanı olduğu dönemde 1982 Anayasası’nın cumhurbaşkanına parlamenter sistemin ruhuna uymayan yetkiler verdiğini belirtmiş ve bunu eleştirmişti. Ancak cumhurbaşkanı olduktan sonra o da bu yetkileri sonuna kadar kullandığı gibi Türkiye’de siyasal sürece vetolar yoluyla en çok müdahale eden cumhurbaşkanlarından biri oldu. Üstelik de Sezer o dönemde DSP, MHP, ANAP, FP ve DYP’nin üzerinde uzlaştığı bir isimdi ve fakat bizzat Ecevit’le yaşadığı ‘anayasa krizi’ Türkiye’nin gördüğü en büyük siyasal ve akabinde de ekonomik krizlerden birine sahne oldu. Bu yüzden de seçimlere daha gerçekçi yaklaşmak bağlamında muhalefetin yeni sistemin gerekleri doğrultusunda hareket etmesi kendi açısından daha rasyonel olabilir. Muharrem İnce’nin aday adaylıktaki vaatleri ve son olarak da Kılıçdaroğlu’nun “Ekonomiden anlayan, ekonomi konusunda çalışmaları olmuş bir cumhurbaşkanı profili” ile çıkacaklarını söylemesi geriye dönüş vaadinin gerçekçi olmadığının kabullenilmesi olarak okunabilir.

Toparlamak gerekirse, 16 Nisan sonrası oluşan yeni siyasal düzene siyasal hayatın aktörleri uyum sağlamış görünüyor. Şimdilik tam farkına varılmasa ve ucuz tartışmalara kurban edilse de, bunun artık yeni bir siyasal zeminin temelleri olduğunun tespit edilmesi gerekir. Bu yeni zeminde siya-setteki temel bölünmeleri belirleyen söylemlerin buharlaşacağı ve daha günlük/gündelik, hatta pragmatik diyebileceğimiz siyasal tutumların öne çıka-cağını söyleyebiliriz. Bu şüphesiz siyasetin ve siyasal tutumların değersizleşeceği ya da ilkesizleşeceği demek değildir; aksine artık esnek tavır alışların ilkeselleşeceği bir siyasal zeminin yükseleceği demektir. 24 Haziran’a giden süreç ve sonrasında ortaya çıkan politik şekillenmeler iki kutuplu siyasal yapılanmanın da önünü açacaktır. Bu anlamda da 27 Mayıs’la açılan parantezin kapanacağı ve CHP’nin klasik siyaset anlayışında görüldüğü şekliyle siyasetin belirli değerlere sadakat ya da sadakatsizliği değil toplumun ihtiyaçlarını merkeze almak zorunda kalacağı söylenebilir. Muhalefetin bu sürece ittifaklar meselesinde ayak uydurduğu ancak cumhurbaşkanı profili noktasında kafasının karışık ve kararsız olduğu görülmektedir. İlerleyen süreçte bu noktada da vaatlerin ve programların açıklanması vesilesiyle daha somut yönelimler görebiliriz.

@Yunussahbazz