Toplu bir vicdan felcinin içindeyiz. Dünyanın herhangi bir köşesinde yaşanan bir dramı birkaç saniyede tüketip kaydırmak, modern bireyin en yaygın ortak refleksi hâline geldi. Bir hastanenin vurulmasını, bir babanın evladını poşete topladığı görüntüleri, enkaz başında annesine seslenen bir çocuğun feryadını, gündelik bir bildirim notuyla aynı soğukkanlılıkla izliyoruz.
Ömer Faruk Alimoğlu / Hukukçu
"Nasıl bir dünyaya doğduk böyle? Darbe, pandemi, savaş, yıkım derken gençliğimiz bitti. Daha başka görmediğimiz ne kaldı? Göktaşı mı, uzaylı istilası mı?"
Milenyum gençleri olarak bilinen 2000'li yıllarda doğmuş kuşağın neredeyse tamamından duyduğumuz bu feryat, ilk bakışta yeni bir çaresizlik gibi görünse de aslında tarihsel olarak oldukça tanıdık.
Dünya siyasi ve savaş tarihi, yaklaşık her 40–50 yılda bir toplu kırılmaların, çatışmaların ve toplumsal altüst oluşların yaşandığı döngüler üretir. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki dönem, 60'ların-70'lerin küresel ekonomik sarsıntıları, 80 sonu–90 başı blok çöküşleri...
Nitekim bugün de insanlık, benzer bir döngünün hatta belki de daha derin bir versiyonunun tam ortasında bulunuyor.
Komplo teorisyenlerinin, bu döngülerin belirli güçler tarafından ekonomik, siyasi ve sosyal dengeleri "rot-balans ayarına almak" için devreye sokulduğunu iddia etmesi ayrı bir tartışma; fakat tüm bu süreçlerin insanın maddi ve manevi doğasını yeniden biçimlendirdiği açık bir gerçek.
Yeni tehdit ihtimalleri
Bu çerçeveden bugüne baktığımızda, 2025 yılının manzarası bir kıyamet filminin fragmanı gibi görünüyor. İsrail'in Gazze'de yarattığı insani yıkımın İran ve Suriye hattına uzanan bölgesel etkileri, Rusya-Ukrayna savaşının tüm barış söylemlerine rağmen sona ermemesi, pandemi sonrası küresel ekonominin sert daralması ve buna eklenen iklim krizinin tetiklediği rekor kuraklık... Bunların tümü yalnızca bugünü değil, yakın gelecekte su savaşları gibi yeni ve daha sert tehdit ihtimallerini de gündeme taşıyor.
Tabii bu çağın ağırlığından yalnızca insanlar değil, devletler de nasibini alıyor; uluslararası düzenin manevi, siyasi ve kurumsal çöküşü artık her alanda hissediliyor.
Yaklaşık on yıl önce kaleme aldığım bir yazıda, devletlerin artık insanı merkeze almaktan vazgeçtiğini, hak ve adalet kavramlarının giderek anlamını yitirdiğini söylemiştim. O gün bana karamsar görünen bu tespitin, bugün neredeyse romantik bir nostaljiye dönüştüğünü söylemek abartı olmaz. Çünkü 2025 itibarıyla yalnızca adaleti değil, insanlığın kolektif hafızasını, utancını ve vicdanını da kaybettik.
Bu durumu tarif edecek en doğru ifade muhtemelen şudur:
Toplu bir vicdan felcinin içindeyiz.
Dünyanın herhangi bir köşesinde yaşanan bir dramı birkaç saniyede tüketip kaydırmak, modern bireyin en yaygın ortak refleksi hâline geldi. Bir hastanenin vurulmasını, bir babanın evladını poşete topladığı görüntüleri, enkaz başında annesine seslenen bir çocuğun feryadını, gündelik bir bildirim notuyla aynı soğukkanlılıkla izliyoruz.
Üstelik bu yalnızca Gazze'de değil;
Suriye, Yemen, Sudan, Kongo, Myanmar, Haiti...
Geniş bir coğrafyada şehirler yanarken, toplumlar parçalanıp, insanlar yerinden edilirken dünya bütün bunlara alışma konforuyla bakmakta. Bu tablo Ortadoğu özelinde daha da belirgin.
İsrail'in sertlik politikaları, İran'ın vekalet ağları, Körfez ülkeleri arasındaki nüfuz rekabeti, Lübnan'ın çökmüş yapısı ve Irak'ın kırılgan dengeleri, Rusya'nın bitmeyen yayılımcı politikası... Her biri başka bir fay hattını tetiklerken uluslararası sistem tüm bunları "yeni normal" olarak kabullenmiş durumda. Böylece gerçek bir kriz bile artık kriz olarak algılanmıyor; sadece günün akışında "yeni bir haber" olarak akıp gidiyor.
Modern insanın ruh hâlini en iyi anlatan şey belki de bu:
Alışılmış anomali.
Yani toplumsal ya da kurumsal düzende aslında kusur olan, fakat sürekli tekrarlandığı için artık kimseyi rahatsız etmeyen; norm dışı olduğu halde "normalmiş" gibi kabul edilen sapma.
Başka bir deyişle normalleşmiş hastalık
Bir bombardımanı yemek yerken izlemek, bir çocuğun cansız bedenini gördükten sonra ekrana kaydırıp eğlenceli içeriklere geçebilmek, şehirlerin yıkılışını "trend topic" olarak değerlendirmek... Bunların her biri, sosyolojik anlamda bir toplumsal duygu çöküşünün göstergeleri.
Dolayısıyla modern çağın en büyük felaketi yaşanan savaşlar değil; bu savaşların bizde hiçbir şey uyandırmaması.
Duyarsızlık insanlık için artık bir savunma mekanizması değil; bir kimlik formu haline gelmiş vaziyette.
Devletlerin davranış kalıpları dönüşüm yaşadı
Nitekim bu süreçte devletlerin davranış kalıpları da benzer bir dönüşüm yaşadı. Güvenlikçi politikalar yükseldikçe toplumlar daha kırılgan hâle gelirken; ekonomi daraldıkça ayrımcılık keskinleşti. Uluslararası hukukun etkisizliği ise zulmü meşrulaştırırken, kimlik siyasetinin derinleşmesi ise insan hayatını dipnota dönüştürdü.
Ortadoğu'da enerji hatları, Afrika'da madenler, Asya'da nüfuz alanları, Avrupa'da sınır güvenliği, Amerika'da jeopolitik çıkarlar... Modern siyasetin beslendiği tüm kaynaklar, insan hayatının artık stratejik bir değer bile olmadığını gösteriyor. İnsan, devletlerin ajandasında sadece maliyet kalemi hâline geldi.
Bu yüzden 2025 gerçekliği berrak:
Barış söylemden ibaret, güvenlik ise çıkar eksenli bir araç.
İnsanlığın ise bu atmosferde sürekli duyduğu bir cümle var:
"Üçüncü dünya savaşının hemen öncesindeyiz."
Gerçek şu ki hemen öncesinde değiliz; çoktan savaşın içinde yaşıyoruz. Bunu şu şekilde değerlendirmek mümkün:
21. yüzyılda cephe savaşları kalmadı. Savaşlar artık açlık, kuraklık, ekonomik çöküş, salgın, kitlesel göç ve bazen de ekranlarımızdan geçip giden sessiz yıkım fragmanları hâlinde karşımıza çıkıyor.
Dolayısıyla savaş artık bir coğrafyanın değil; çağın adı haline geldi.
Ve dünyanın birçok yerinde her gün siviller ölürken, bu ölümlerin sesi yeryüzüne çarpmadan yok olup gidiyor.
Bugünün yıkımları yarının normali
Sessizlik, insanlığın içine düştüğü en derin çukurken, bu tablo bize şunu gösteriyor: Bu yüzyılda en büyük zorluğu çekenler ölenler değil, hayatta kalanlar olacak.
Çünkü hayatta kalanlar, her yıl biraz daha kararan bir dünyada, her gün biraz daha zorlaşan bir insani imtihanın içinde yaşamaya devam edecek.
Bugünün krizleri yarının habercisi, bugünün felaketleri yarının provası, bugünün yıkımları yarının normalidir artık.
Ve belki de bu sebeple insanlığın en büyük sorunu kötülük değil; kötülüğe alışma hızıdır.