24 Nisan ve Ana Verde’nin bitmeyen acısı

Prof. Dr. Mazhar Bağlı - Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
4.05.2013

Dönem itibariyle ‘tehciri’ belli bir noktaya kadar anlamak mümkün ama bu göç için çok özel bir rotanın belirlenmiş ve o güzergahtaki güvenliğin de zımnen ‘çeteler’e havale edilmiş olmasını anlamak ya da kabul etmek hiçbir şekilde mümkün değildir.


24 Nisan ve Ana Verde’nin bitmeyen acısı

Esasında Osmanlı İmparatorluğunun dağıtılması için planlanan I. dünya savaşının sonuçlarından en çok etkilenen hem devlet (İmparatorluk) hem de tebaası (halkları) olmuştur. Osmanlının kurmuş olduğu milletler sistemi, son derece güçlü bir sosyolojik işleyişe sahipti. Pek çok etnisite kendi hukukunu ve inancını kamu otoritesini tehdit etmeden otonom bir biçimde yaşatabiliyordu. Bu sistem farklı sosyolojik yapıların kamuya atfettikleri değeri ve meşruiyeti eşitliyordu, halkın devlete olan eşit güveni onu adil ve meşru kılmaktaydı. Çünkü Osmanlı, “daire-i adalet içinde nizam-ı alemi” kurmayı hedeflemişti. Bu felsefe tüm tebânın hukukunu korumayı da içeriyordu. Osmanlının idari işleyişi reel politiğin gereklerine, devletin temel felsefesi ise İslama dayanıyordu. Müslüman olmayan tebânın yönetimde temsili ile ilgili herhangi bir sorunun yaşanmaması da bundandı.

Birinci dünya savaşı, aynı zamanda dejenere olmaya başlayan sosyolojik yapıyı da alt üst etti. Haklar arasında husumetler had safhaya ulaştı.

Bu husumetler herkesin sağduyusunu bozdu.

“Yedi düvele” karşı savaşmaya giden Müslüman halklar, mallarını, namuslarını ve çocuklarını, akraba ve dost oldukları, güvenilir buldukları gayri Müslim halklara emanet etmişlerdi.

Basit bir şekilde söylemek gerekirse aralarındaki hukuka, “tuz-ekmeğe” güvenerek geride bıraktıkları ile ilgili hiçbir kaygı taşımadılar. Arkaya dönüp bakmayı bir kez bile akıllarına getirmediler. Ne zaman ki savaştan “yenilmiş” bir şekilde geri döndüler büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. Toprak ve itibar kaybettikleri gibi geride kalanların da elden gittiğini gördüler. Her şeyini emanet ettikleri can dostlarının onlara yaptıkları şok etkisi yapmıştı. 

1915 öncesi neden konuşulmaz?

O günlerde hükümet, Ermenilerin çıkardığı isyan ve yaptıkları katliamlar karşısında Ermeni Patriği’nin, kamudaki (Ermeni) görevlilerin ve ileri gelenlerin sessiz kalmamasını itemiş, Ermenilerin Müslümanları “arkadan vurmaya ve katletmeye” devam etmeleri halinde gerekli önlemleri alacağını da duyurmuştu. Ancak yine de olaylar durmadı. Aksine giderek daha çok alevlendi. Kılıçlar çekildi. Hakim olan güç zayıf olanı ezdi. Adalet kayboldu. Pek çok açıdan büyük bir insani dram yaşandı.

Olayların bir türlü sakinleşmemesi üzerinde devlet (Osmanlı), olaylarda başrol aktör olduğunu düşündüğü 2300 civarında Ermeni vatandaşı komitacılık iddiasıyla tutukladı. Bu tutuklamaların olduğu gün ise 24 Nisan 1915’dır. Ve her yıl 24 Nisan Ermeniler tarafından “soykırım günü” olarak anılır.

Tutuklamalardan kısa bir süre sonra da “tehcir”, resmi adıyla “sevk ve iskan kanunu” çıkarıldı. “Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından uygulanacak önlemler hakkında geçici kanun” düzenlemesinin tarihi ise 27 Mayıs 1915’dır.

Osmanlının genel yapısı ve düzeni içinde aslında ‘tehciri’ belli bir noktaya kadar anlamak mümkün ama bu göç için çok özel bir rotanın belirlenmiş olması ve o güzergahtaki güvenliğin de zımnen ‘çeteler’e havale edilmiş olmasını anlamak ya da kabul etmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Bunda bir kast-ı mahsusanın olmadığını kime nasıl izah edebiliriz ki? Eğer bunlar savaş döneminde ülkeye ihanet etmişlerse yargılanıp cezalandırılmalıydılar. Kaldı ki zaten o suçu (arkadan hançerleme işini) yapanlar bu göç ettirilenler de değildi. Keza Osmanlı zaten mobil bir sosyolojik doku üzerinde inşa edilmiş ve her zaman bu tür yer değiştirmeleri yapmaktaydı. Söz gelimi benim memleketimde, Şanlıurfa Halfeti’de Makedon asıllı insanların olduğu köyler bile var ve bunların geliş nedeni de muhtemelen bölgeye farklı bir mimari tarzı öğretmek ve var olan tarımsal ürün deseninde çeşitliliği arttırmaktır. Nerden bakarsanız bakın yaşananların tutar hiç bir yanı yoktur. Büyük bir acı ve dram yaşanmıştır. Halkların kardeşliğine kan doğranmıştır. Ama hepsinden de önemlisi pek çok çocuk yetim ve öksüz kalmıştır. Kardeş kardeşin kokusuna hasret geçirmiştir bir ömrü.

Bu güzergahlardan birisi de bize yakın olan Fırat üzerinden Suriye ve Lübnan idi. Nehir üzerinden kayıklarla, sallarla gerçekleşen göç beklendiği gibi bitmedi maalesef. Her mevsim azgın olan deli Fırat’ın suyu o yolcuları bir kıyıdan diğerine bir kayadan bir başkasına çarpmış ve büyük bir kısmını yutmuştur. Adıyaman tarafından gelip aşağı doğru kıvrılan Fırat’ın tatlı bir kavis çizdiği kavşakta, mevsim itibarı ile suların son derece azgın olduğu bir dönemde kayıklar hızını alamayıp alabora olmuşlar, yolculardan kimisi kendini zor kıyıya atmış kimsisi de Fırat’ın azgın sularında kaybolmuştur.

Acıyı politikaya esir etmemek

Bu esnada tehcire mahkum edilen bu Ermenileri çetecilerden korumak isteyen, onların canına zarar gelsin istemeyen ehli vicdan kişiler, aşiret liderleri yoğun bir çabanın içinde olmuşlardır. Ancak gizli bir şekilde yardım elini uzatabilmişlerdir. Öyle ki çetecilerden kaçırdığı çocuğu saklarken ağlama sesi duyulmasın diye göğsüne bastırırken boğan bir hikaye bile biliyorum. Göç esnasında Ermenilere zarar verilmesini istemeyen kimi ehli vicdan yerel aşiret liderlerinin gidip yol üstünde nöbet tuttuğunu da biliyorum. Sırf Ermeni olduğu için ölümü hak ettiğini düşünenleri engelleyenlerin varlığı biraz soluk aldırsa da konu çok derin bir iz bırakmıştır hafızalarda.Bütün bunları zikretmemin nedeni birilerini cani birilerini de masum göstermek değildir. Varmak istediğim konu şudur, büyük bir acının ve dramın yaşandığıdır. Son derece insani olan bu durumu anlamak zorundayız ve bu acıyı bugün hiçbir politik kaygı içermeden gönül rahatlığı ile konuşabilmeliyiz. Konuşmalıyız ki bir hal çaresi bulabilelim. Bir başka hesap yapmadan, yaşanan birlikteliğin hukukuna saygı için Ermenistan’la ve Ermenilerle ilişkimizi gözden geçirmek durumundayız.

Fırat’ta kaybolan hayatlar

Ben bu göçün nasıl bir acı yaşattığının canlı şahidi olan bir dedenin torunuyum. Yukarda bahsettiğim mekanda, Fırat’ın Adıyaman’dan Urfa sınırına doğru kıvrıldığı dar bir boğazda kayıklar alabora olurken ortada kalan iki kız çocuğunu, büyük dedem almış ve kimseye göstermeden gizli bir şekilde adeta çetecilerden kaçırarak eve getirip kendisine “besleme” yapmış.

Birisini hayal meyal hatırlıyorum. Diğerine göre yaşı daha büyük imiş ve kısa sonra evlendirilip bizim oralardan göç etmiş, ama bizimkiler sağlık-iyilik haberlerini ölünceye kadar takip ederlerdi. Diğeri ise hep bizimleydi. Bizimkilerin yanında çalışan kendi halinde ama son derece çalışkan ve dürüst birisi ile evlendirilmişti. Babaannemle birlikte ailenin çocuklarına baktığı için her kes ona “Ana Verde” derdi. Verde Ana’yı büyük dedem boğulmaktan kurtardığında 6-7 yaşlarında imiş. Esir düşmektense ölmeyi tercih etmek istemiş, suya atlamak için önce kendini kurtarmaya çalışmış, sonra da yalvarmış ama nafile. Babaannem, Verde’nın bozuk bir Türkçe ile kurtulmak için nasıl yalvardığını hep gözü yaşlı bir halde anlatırdı. “Kurbanın olayım beni bırak” diyeceğine “bırak beni kurban ol bana” demiş.

Büyük dedem bu iki emaneti gereği gibi korumanın endişesi ile büyütmüş ve evlendirmişti. Verde Ana, ailenin mürebbiyesi idi adeta. Annem ile babam birlikte bir yerlere gittikleri zaman bizim yanımızda o kalırdı. Titizliği, temizliği, disiplini ve çalışkanlığı ile tam bir örnek şahsiyetti. Bir namus abidesi idi. İbadetini asla aksatmazdı. Her daim elinde tespih dilinde dua. Disiplin ve sorumluluk nedir onunla bildik. Merhamet nedir onun sözlerinde duyduk. Verde Ana ölünceye kadar dilinde hep iki kelime, Allah ve Nişan vardı.

Nişan kendisinden bir iki yaş büyük abisiymiş. Ona olan hasretini belki de köyde herkes bilirdi. Ama yine de çok az konuşurdu. Hikayesini içine akıtırdı. Bizim yanımızda olduğu zamanlar abim, ablam ve bana hüzünlü bir ses tonu, buğulu gözlerle ailesinden bahsederdi. Bazı eşyaların Ermenice adını kısık sesle bize fısıldardı. Bilgiyi en büyük hazine bilirdi. Hep öğretici bir tavır içindeydi. Ama Nişan’ın adı geçince sesi kısılır ve susardı. Sadece göz yaşları konuşurdu. Ağlardı. Sessizce ağlardı. Biz de ağlardık. Acaba bir gün Nişan gelecek mi, acaba yaşıyor mu, soruları zihinleri hep kemirir dururdu.

Bir ömür bitmeyen acı

Verde Ana, eşi vefat edince çocukları ile Nizip’e taşındı. Zaman zaman yine gelip giderdi. Tarla-çapa işlerinin yoğun olduğu bir dönemde inşaata da başlandığında işin içinden çıkılamadı ve her zamanki gibi babam, gidip onu getirdi yanımıza. Son derece pratik birisi idi. Her işi bir plan içinde yapılmasını isterdi. O zamanlar köyde elektrik yoktu. Zaman öldüren makine (!) de yoktu. Akşam işçiler dağılınca birlikte geçirilen vakit çok olurdu.

Konuşmayı sevmediğini bildiğimiz halde biz onun acısını hep dinlemek isterdik. Hikayesini, farklı adetleri, değişik yemekleri ve ailesini anlatsın isterdik. Her bir hikayesini birkaç kez dinlemişliğimiz vardı. Onun hikayesinde benim asla unutmayacağım bölüm kardeşine benzettiği bir adama korkudan ve utancından beş yıl boyunca “sen Nişan mısın” diye soru soramamış olmasıdır.

Kendisi de zaten bu olayı yüreğindeki “en büyük dert/acı” olarak tanımlardı. “Biz Nizip’e taşındığımızda evimizin önünden her gün Nişan’ıma benzeyen bir adam gelip geçerdi. Ama ona çok çok benziyordu. Her gün cesaretimi toplayıp yoluna çıkmak ve sormak istedim. Siz kimsiniz? Siz Nişan mısınız? Siz benim can ciğerim abim misiniz demek istedim ama başaramadım. Hem korktum hem de utandım. Korktum çünkü aslen Ermeni olduğumu kimseler bilsin istemedim. Bana ya da çocuklarıma hatta beni büyüten aileye bir zarar gelebilir diye sustum. Utandım çünkü adam yanlış anlayabilirdi. Ben dul bir kadındım. Zihnimde hep bu soruyu nasıl sorabileceğimi kurguladım. Sonra bir gün duydum ki adam ölmüş. Dahası öğrendim ki o da benim gibi beslemeymiş, yani o da kılıç artığıymış, bir kez daha yıkıldım, günlerce kimseye söylemeden yas tuttum, gizli gizli ağladım, çocuklarımdan ve torunlarımdan sakladım kendimi, o acı her gün içimde büyümektedir ve ben belki de ağabeyimin kokusunu ömrümün sonunda içime çekecektim ama olmadı, ona soramadım ya bu dert beni öldürür” demişti.

Bana bu hikayeyi anlattıktan üç-dört ay sonra Ana Verde acısından öldü. O’nun Nişan’ına benzeyen adamın kimliği hakkında hiçbir bilgimiz olmadığı için onun kabrinin yakınına dahi defnedemedik...

[email protected]