27 Mayıs Darbesi’nin din anlayışı

Şerife Gülpınar/Tarihçi, Aksaray Ünv. Öğr. Gör.
31.05.2014

27 Mayıs darbesi dönemine ait dini meselelere dair söylem ve eylemlerin çıkarılacak bir envanteri, benimsenen milli kimliğe uygun muhayyel din ve dindar tipolojisinin tasvirine imkan verecek bir genişliktedir.


27 Mayıs Darbesi’nin din anlayışı

1960 yılının Mayıs ayı sadece konuya ilgi duyanlar için değil iki kuşak öncesinin mütevatir hikayelerini dinleyen torunlar için de hala silinmemiş bir belleğe işaret eder. Tarihsel hafızamızın küllenmemiş bir köşesinde varlığını koruyan 27 Mayıs müdahalesi bu yeri en çok da siyasal infazları sebebiyle işgal etmektedir. Son zamanlarda tartışabilecek tüm yönleriyle o günlerin bilançosu daha esaslı biçimde akademik ve güncel yayınlara konu olmaktadır. Toplumsal tahribata yol açan birçok hadise gibi bu da artık sadece siyasi otoriteye değil vicdanlara yönelik nidalarıyla daha geniş bir müzakereye izin vermektedir. Suçluyu/masumu deşifre etme derdine düşmeden, fâili/münfailleri her yıldönümünde yeniden beraat ya da infaz ettirmeden, yaşananları her şeyden önce daha anlaşılır kılmak üzere yapılan değerlendirmelerle artık daha sık karşılaşmaktayız. Siyasal konumların rahat mevzilerini bozma pahasına gösterilen cesur akademik çabalar tarihle sahih bir irtibatın yolunu açmaktadır. Girişilen analizler toplumsal yapıların tabiatının, komplekssiz bir geçmiş fikrinin temin edilmesiyle yakın ilgisini hatırda tutarak ilerlemektedir. Kolektif unutuş gibi hatırlayışlar da kendi mecrasında ilerlediği müddetçe herhangi bir tarihi hadiseye dair duyulan coşku gibi ye’sin de sosyal bir problemin belirtisi olarak görülemeyeceği fikrine daha çok atıf yapılmaktadır.

27 Mayıs, diğer askeri müdahaleler gibi kendisine yönelik herhangi bir kritiğin kaçınılmaz olarak devlet iktidarını da içermesi gerektiği özel bir yerde durur. Bu bakımdan bazı hesaplara tabi olmayan her arayış bu meseleyi siyasetler üstü cunta idarelerinin faaliyetlerini, “dönemsel şartlar” gibi kalıplara ram olmak kadar anakronizmden de ürken bir görüşle ele alacaktır.

Sivil siyasetin askeri bürokrasinin müdahalesine maruz kaldığı durumlar Cumhuriyet döneminde sanıldığından çok daha sıktır. Bunlardan 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül ardarda Türk demokrasisini her defasında berhava eden bir sürecin kapısını tekrar tekrar araladı. Sivil siyasete ve parlamento gibi demokratik yapılara verdiği ziyan ortak olmakla birlikte her darbe kendi şartlarının bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. 12 Mart ve 12 Eylül’de müdahaleye giden yolda sokaklar “silahlı siyasetin” hesaplaşma ringine dönüşmüşken kitleler için devleti idare edenlerin seçilmiş olması anarşiden daha can yakıcı değildi. Söz konusu terör ortamı askeri geleneğin mutad temayülü ile birlikte müdahalenin geçerlilik zeminini sağlamlaştırdı. 27 Mayıs’ta ise toplumun bazı kesimlerinin hoşnutsuzluğunun siyasal iktidar üzerinde odaklanması müdahalenin en temel gerekçelerinden biri olarak takdim edilmekteydi. Rotasından çıkan siyaseti rayına oturtmak bir anlamda sistemin tüm yönleriyle restore edilmesi gereğini doğuruyordu. Askeri darbelerden sonra gelen ara dönemler söz konusu restorasyonun bariz izleriyle doludur.

Islahın sınırları

Devlet sisteminin yeniden elden geçirildiği 27 Mayıs’ta din de sahip olduğu önem nedeniyle döneme özgü düzenleme girişimlerinde daima dikkatle ele alınan bir konu oldu. Müdahaleyi takip eden günlerde gündeme getirilen dini meselelerin yoğunlaştığı hususlar siyasetin alacağı şeklin işaretlerini taşıyordu. Dile getirilen konular arasında İmam Hatipler, din eğitimi, ibadetlerin Türkçeleşmesi, ezan, Kuran’ın anlaşılması, vs. olması adeta sabık iktidarın anlayışını ikame edecek bir siyasetin göstergeleri gibidir. Bu konuların çok partiye geçilinceye kadar bir biçimde etkisini sürdüren dinde reform politikalarının da başat meseleleri olduğu hatırlanırsa yeni bir modernleşme atağının siyasetin lügatine dahil olduğu bir konjonktür göze çarpmaktadır. Nitekim ilerleyen aylarda din işlerinde “ıslahat” yapılması gereği en üst resmi ağızlardan kamuoyuyla paylaşılmıştır.

Kimi üst düzey yetkililerin mütemadiyen benzer yöndeki fikir ve söylemleri tüm bu çıkışların belirli bir  siyasi fikre bağlı olduğunu düşündürmesi bakımından önem taşımaktadır. Sözü edilen din ıslahının hangi konuları içerdiği, nereye kadar genişletilebileceği, geleneksel dini hayata nasıl tesir edeceği gibi sorular pek çok kesim için hayatiydi. Zira sıradan Müslüman ahalinin gündelik yaşamı üzerinde baskının azaltılmasının önü ancak dini alanı daraltan bir yönetim anlayışının siyaseten tatbiki imkansız hale gelmesiyle açılmıştı. Resmi din eğitimine yeniden başlanması, ibadet ve her tür dini faaliyetin resmi-gayrı resmi temsiller bünyesinde dokunulmazlığına kavuşması, dindarlar üzerindeki en kritik tazyik aracı olarak laikliğin sosyal bünyeye uygun ve daha özgürlükçü biçimde yorumlanması ve belki en önemlisi devlet nezdinde dinsel olanın itibarının yeniden yükseltilmesinin üzerinden çok uzun zaman geçmemişti.

Dinin Türkçesi

Kamuoyu dinde ıslahla ilgili en çarpıcı ifadeleri devletin en üst makamından, bizzat Cemal Gürsel’den işitmiştir. Devlet Başkanı Gürsel İstanbul’da Yüksek İslam Enstitüsü’nü ziyareti esnasında yaptığı konuşmada “...dinimizi Türkçe okuyup anlamalıyız. Ezan Türkçe, Kur’an Türkçe okunmalıdır... Türk, dini vazifelerini Türkçe ifa edemezse asla dindar olamaz. Biz bütün ilgimizi buna vereceğiz...” demektedir. Acı hatıraları depreştirmeye yetecek bu sözler her şeyden önce askerlerin dinin Türkçeleşmesine dair temennisini dile getiriyordu. Aynı zamanda kamuoyunun bu yöndeki olası bir düzenlemeye karşı tutumunu değerlendirebilmek üzere bir nabız tutma anlamına geliyordu.

Diğer yandan bu tür çıkışların aksi istikametteki başka beyanat ve bazı hadiseler reformist tasarıların kesin irade ve politik kararlılığı konusunda şüphe uyandırmaktadır. Müdahaleyi takip eden aylarda resmi makamlarca kamuoyuna dini sahada kısıtlama yapılmayacağı, halkın ibadetlerine karışılmayacağı, İmam Hatip Okullarının kapatılmayacağı yönünde beyanatlar verilmesi halkın korkularının hala canlı olduğunu gösteriyordu. Toplumdaki kötümser beklentileri dindirmeye dönük bu tür telkinler devletin manevi hayatın seyrini bozmayacağını vaadediyordu. Ayrıca MBK’nın dini özgürlüğü içeren bildirisi de söz konusu söylemlerin resmi bir teminatı olarak ortadaydı. Hazırlanmakta olan Anayasanın bireyin ve toplumun haklarını devlete karşı koruma altına alması beklentisi din özgürlüğünü de kapsıyordu. Ancak dini ve vicdani inançların hukuki düzeyde koruma altına alınması siyasi merkezin toplumsal alanı dizayn etme girişimlerinin sadece bir cephesini oluşturuyordu.

Tesettüre dair beklentiler

Bu dönemde  bazı dini tutumlara dair tavrı iktidarın makbul sayılamayacak tercihlere müsamahasının sınırlarını belirliyordu. Özellikle bazı dindarane davranışların verdiği görüntü, söz konusu tercihlerin  kamusal temsilini muhasara altına alan bir kriminolojik takibe yol açtı. Kadınların tüm topluma ait mekanlarda çarşafla dolaşmasına karşı alınan tedbirler bunun bir örneğidir. Çarşafın Cumhuriyet’in kuruluşundan onca yıl geçmiş olmasına rağmen hala kalkmamış olmasını üzüntüyle karşıladığını belirten İstanbul Valisi Tuğgeneral Refik Tulga çarşafla mücadeleye azimli olduklarını dile getirirken “... ancak zecri tedbirlere başvurmadan önce, işe ikna ve propaganda ile başlayacağız. Zannediyorum doğru yola geleceklerdir...” demektedir. Çarşafın “İnkılabın ilk yıllarında ortadan kalkmasına rağmen yönetimin yumuşaklığı sebebiyle yeniden ortaya çıkması” bu konuda bir seferberliğe yol açmış görünmektedir. Öyle ki yönetim, kadın dernekleriyle işbirliği içinde çarşaflı kadınlar için seri manto diktirme atağına kalkmıştır. Aynı günlerde inkılapçı dernekler harekete geçerek benzer bir kampanya yürütmeye başlamıştır bile. İhtilal hükümetinin çabaları ve sıkıyönetim komutanının direktifleri bazı sivil kesimlerin bu konudaki iştahlarını müfrit noktalara taşımaya yetiyordu.  İstanbul sokaklarında “bile...penguen sürüleri gibi “  gezebilen çarşaflı kadınlar hesabı görülmek üzere iktidara havale edilirken, “...şimdi iktidarın çelik eli ... bu kara örtüyü çekip almazsa bu işi yarın kim yapacak...” çağrısı zaman geçmeden çözülmesi icabeden bir soruna işaret etmekteydi. Mustafa Kemal adlı derneğin açtığı  “çarşafla mücadele” kampanyasına basın da desteğini esirgemiyordu.

İnkılabın giyim kuşamla, onun da kadın kıyafetiyle bir tutulması ara dönem aktörlerinin bu konuyla ilgili kimi operasyonel çıkışlar yapmalarının nedenlerindendir. Rejimin toplum anlayışının uzantısı olarak tutucu dinsellikle mücadelede gündelik yaşamı belirlenen biçimde düzenleme çabası, sorumsuz bir yönetimin güvencesi altında bir çok kısıtlılıktan bağımsız şekilde hareket edebiliyordu.

Kıyafetin modern biçimlerinin yaygınlaştırılması girişimlerinin resmi din örgütü nezdinde de yürütülmesi meseleye verilen ehemmiyeti göstermesi bakımından kayda değerdir. Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan modern kıyafetlerin dinsel tasdiki anlamına gelebilecek beklentiler resmi makamların taleplerini içeren yazılarla kuruma ulaştırılmıştır. Bu tutum siyasi maslahatlara dinsel meşruiyet tedariki arayışının Cumhuriyet devrindeki örneklerinden sadece biridir. Aynı zamanda bir devlet kurumu olarak Diyanet’in başlarda belirlenen işlevinin korunması ve siyasetin tercihlerini tahkim beklentisi ile ilgili sürdürülen hassasiyetin nedenlerine dair de bir fikir vermektedir.

Dinin anlaşılması ve tatbikinin ara dönem hükümetlerinin ilk sıralarda değerlendirdikleri meselelerden olması dindar halk katmanlarının devletle ilişkisinin korku-saygı eksenini bir türlü aşamamasının tarihsel arkaplanına ışık tutan bir husustur. Askerlerin dini hayata yönelik müdahalesinin biçimi, düzeyi ve içeriği değişmekle birlikte yeniden düzenlemeye dönük girişimler söz konusu dönemlerin mutadı gibidir. 27 Mayıs devresindeki dini meselelere dair söylem ve eylemlerin çıkarılacak bir envanteri benimsenen milli kimliğe uygun muhayyel bir din ve dindar tipolojisinin tasvirine imkan verecek bir genişliktedir.

[email protected]