28 Şubat: Merkez-çevre diyalektiği ve Türkiye siyaseti

Turgay Yerlikaya / SETA, Toplum ve Medya Araştırmaları
4.03.2017

Bir tür tabakalaşmaya karşılık gelen Türkiye bürokrasisi, eğitim ve kültürel alanda çevrenin merkezi yakalama imkanını da ortadan kaldırmış ve yöneten-yönetilen arasında derin bir eşitsizlik üretmiştir. Statü gruplarının kendi sosyal pozisyonlarını sürdürme adına dini bir alt kültür formu olarak yorumlamaları, elit-halk ikiliğinin çatışmalı alanlarına karşılık gelmektedir.


28 Şubat: Merkez-çevre diyalektiği ve Türkiye siyaseti

Osmanlı Türk modernleşmesinde devletin baskın rolü ve merkezi temsil eden “tarihsel blok”un etnik vurguları güçlü laisist tercihleri, kamusal alandan çevre unsurlarının tecridiyle sonuçlanıştır. Bu noktada Türk modernleşmesini Şerif Mardin’in merkez-çevre kavramsallaştırması üzerinden okumanın önemli avantajlar sağlayacağı görülmektedir. Mardin’in tezine göre Türk modernleşmesi merkez-çevre diyalektiğinde cereyan eden bir dizi sosyo-politik serüvenin izlerini taşımaktadır. Yine Mardin’e göre merkez-çevre ikiliğinin en önemli çatışma alanı ‘din’ üzerinden şekillenmiş ve din son dönem Türkiye siyasi tarihinde önemli bir mesele olmuştur. Mardin’in Türk siyasetini anlama adına sunduğu kavramsal çerçevenin zaman zaman yeni gelişmeleri yorumlamada eksik kaldığı görülse de söz konusu tarihsel süreci anlamada halen etkin bir paradigmatik çerçeve sunduğu söylenebilir.

Modernist seçkincilik

Din üzerinden sürdürülen bu çatışmalı merkez-çevre probleminin son günlerde bir gazete haberi üzerinden yeniden tartışmaya açılması, siyasi tarihteki somut ve hatırlanmak istenmeyen tecrübelerin bir kez daha gündeme gelmesine neden oldu. Başörtüsü konusunda önemli adımlar atan, katsayı problemini çözerek farklı toplumsal kesimlerin merkeze dahil olma imkanını oluşturan ve Kemalist modernleşme projesine Türkiye siyasi tarihinde çevrenin en etkili temsilcisi olarak karşı çıkan AK Parti’nin bu alandaki reformları, merkez olarak kabul edilen aktörlerin de rahatsız olmasıyla sonuçlandı. Bu konuda atılan atımların devamı niteliğinde olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nde başörtüsü yasağının da kaldırılması, başörtüsünün kamuda serbestisi konusunda uzun süredir devam eden reformların son halkasını teşkil etmekteydi. Çevrenin temsilcisi olarak merkeze doğru hareket eden AK Parti’nin bu reformları, Türkiye’deki tarihsel bloka sonradan eklemlenen merkez medya organında çıkan “Karargah rahatsız” haberi ile yeniden masaya yatırılmış ve çeşitli bağlamlarda tartışılmıştır.

Modernist Türk seçkinlerin uzun bir dönem ötekisi olan Müslüman mütedeyyin kesimler hem bir korkunun kaynağı olarak gösterilerek iktidarları pekiştirme adına araçsallaştırılmış hem de uzun bir müddet kamusal alanın önemli bir bölümünde kendi olarak var olmaktan mahrum edilmişlerdir. Statü grupları oluşturarak yaşam biçimlerine göre kendilerini ayrıştıran modernist Türk seçkinlerinin hakim bir tabakalaşmaya karşılık geldiğini söyleyebiliriz. Bahse konu hakim tabaka çevreyi din ile eşitlemiş ve çevreden dini hassasiyetler adına gelen bir dizi isteği laikliğe karşı olarak yorumlayarak reddetmiştir. Bu yönüyle laiklik Türkiye’deki hakim statü gruplarının bir teminatı olmuş ve merkezin çevre unsurlarından arındırılmasında da bir araç olmuştur. Nilüfer Göle’nin ifadesiyle, Türkiye’de laikliğin nötr bir anlamdan ziyade yaşam biçimleriyle şekillenmiş statü grubunun iktidar alanına karşılık gelmesi, din ve dinin toplumsal görünümlerinin engellenmesinin nedenlerini de analitik biçimde ortaya koymaktadır.

Merkezin çevreyi baskılaması

Bir tehdit olarak algılanan İslam’ın kamusal görünümlerinin yol açtığı durumları sosyolojik bir analize tabi tutan Göle’ye göre: “Kimse geleneksel ‘dindar anneanne’ ya da başörtülü gecekondulu kadın imajından rahatsızlık duymamaktadır. Üniversitelerde türban, kentlerde çarşaf ise tiksintiye varan tepkilerini harekete geçirmektedir. Farklı kastlara mensup bedenlerin aynı mekânları paylaşması saflığın bozulması anlamına gelmektedir. Dokunulmazlar görünmeye, söz almaya, iktidar olmaya başlamışlardır. Toplumsal temas arttıkça ‘beyaz’ Türkiye’nin ‘tiksinti’ ve ‘kirlenme’ duygularını harekete geçirmektedirler” diyerek bir yandan din üzerinden çevrenin merkeze ilerleyişinin yarattığı tedirginliği dile getirmiş diğer yandan da dinin ve kamusal görünümlerinin bir iktidar tehdidi olduğuna işaret etmiştir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye siyasi tarihinde dini görünümlerin çevresel aktörler eliyle merkeze taşınmasının yarattığı tedirginlik zaman zaman açık (manifest) zaman zaman da örtük (latent) olarak kendisini göstermiştir.

Çevrenin merkeze doğru ilerlemesi şeklinde ifade edilebilecek bu kamusal görünürlükler, Kemalist modernleşme projesinin öngöremediği bir durumdur. Hegemonik bir söylem ve eylem pratiği sergileyen Kemalizm’in planladığı bir toplumsal örüntü ve sistemin dışına çıkılması, tarihsel blokun aktörleri tarafından defaten kesintiye uğratılmıştır. Kabaca asker, yargı ve eğitim bürokrasisinin çevresel unsurların görünürlüklerini ortadan kaldırma isteği çokça karşımıza çıkmıştır. Tarihsel blokun en önemli konumdaki aktörü olan askerin Türk siyasi hayatındaki rolü bu kırılmaların açık örneklerindendir. Meşrutiyet deneyimleri ve çok partili hayata geçiş denemelerinin başarısızlığından sonra 1946’da çevrenin merkeze ilerlemesi olarak adlandırılan siyasal katılım süreci, askeri bir darbeyle kesintiye uğratılmıştır. Benzer bir eylemi 1971 muhtırasıyla yapan askerler, İslami kültürün siyasal ve sosyal hayatın çeşitli yönleriyle görünür olduğu 28 Şubat’ta da aynı tutumu sergilemişlerdir. Ömer Çaha’nın ifadesiyle, “Toplum, devlet seçkininin öngördüğü istikametin dışında bir eğilim gösterdiği anda, askeri darbeler yoluyla harekete geçilmiş” ve bu tür farklı tecrübelerin yaşam hakkı ellerinden alınmıştır. Tarihsel blok içerisinde önemli bir diğer aktör olan ve modernleşmenin taşıyıcı grubu olarak adlandırılabilecek bürokrasi ise hâkim olduğu alanlarda bu görünürlükleri en aza indirgemiştir. Başörtüsü yasağı, katsayı problemi gibi meselelerin uzun bir süre tartışılması ve uzun soluklu bir mücadele sonrasında çözüme kavuşturulması hâkim sınıfın bürokrasi eliyle Kemalist hegemonyayı sürdürmedeki ısrarından kaynaklanmaktadır. Başörtüsünün siyasal bir simge yapılmak suretiyle istismar edildiği iddiası, söz konusu kısıtlamaların ideolojik meşruiyetini de sağlayacak teorik bir zemin yaratmış ve bu zemin de uzun yıllar sürecek bir mağduriyetin kurumsal ayağını oluşturmuştur.

YÖK, 1982 yılında askeri yönetimin talimatıyla başörtülü öğrencileri okullardan uzaklaştırmıştır. İdari bir denetim sistemi uygulayan Danıştay ise söz konusu yasağın kaldırılmasına yönelik talepleri reddederek ideolojik bir içerikle devletin baskı aygıtı rolünü oynamıştır. Hukuki görünümüyle “baskı aygıtı” işlevi gören Danıştay, Anayasa Mahkemesi tarafından emsal kabul edilerek alıntılanan bir kararında şu ifadeleri kullanmıştır: “Yeterli öğretim görmemiş bazı kızlarımız hiçbir özel düşünceleri olmaksızın içinde yaşadıkları toplumsal çevrenin gelenek ve göreneklerinin etkisi altında başlarını örtmektedirler. Ancak bu konuda, kendi toplumsal çevrelerinin baskısına veya gelenek ve göreneklerine boyun eğmeyecek ölçüde eğitim gören bazı kızlarımızın ve kadınlarımızın, sırf laik Cumhuriyet ilkelerine karşı çıkarak dine dayalı bir devlet düzenini benimsediklerini belirtmek amacı ile başlarını örttükleri bilinmektedir. Bu kişiler için masum bir alışkanlık olmaktan çıkarak kadın özgürlüğüne ve Cumhuriyetimizin temel ilkelerine karşı bir dünya görüşünün simgesi haline gelmektedir. Aydın, uygar ve Cumhuriyetçi gençler yetiştirmekle görevli eğitim kurumlarının bazı kuralları öğrencilere uygulaması doğaldır”. (Danıştay, 13 Aralık 1984; sayı:1984/1574)

Özal dönemindeki yasal düzenlemelerle serbest bırakılan başörtüsü, Kenan Evren’in düzenlemeyi Anayasa Mahkemesi’ne götürmesiyle yeni bir evreye girmiştir. Mahkeme, Danıştay’ın yukarıda değinilen kararından alıntılarla yasağı şu şekilde gerekçelendirmiştir: “Giysi durumu, salt bir biçimsel görünüm konusu değildir. Laiklik, düşünsel yapının değiştirilmesidir. Çağdaş, sağlıklı toplum oluşturmanın koşuludur… Giysi, kişiliği yansıtan bir araçtır. Dinsel olsun olmasın, çağdaşlığa aykırı, devrim yasalarının öngördüğü düzenlemeyle çelişen giysiler uygun karşılanamaz. Dinsel nitelikli giysiler ayrıca laiklik ilkesine ters düştüğünden daha yoğun bir aykırılık oluşturur”. (Anayasa Mahkemesi, 7 Mart 1989, sayı: 1989/12)

Alt kültür formu olarak din

Vesayetçi parlamentarizmin yarattığı boşlukları kullanarak parlamentoyu işlevsizleştiren Türkiye bürokrasisi, merkez-çevre ayrımını derinleştiren bir rol icra etmiştir. Bu yönüyle dinin kamusal görünümleri ve çevresel unsurların merkezde görünür olması sadece laik duyarlılıkla açıklanacak bir durum değildir. Bir tür tabakalaşmaya karşılık gelen Türkiye bürokrasisi bir anlamda eğitim ve kültürel alanda çevrenin merkezi yakalama imkanını da ortadan kaldırmış ve yöneten-yönetilen arasında derin bir eşitsizlik üretmiştir. Statü gruplarının kendi sosyal pozisyonlarını sürdürme adına dini bir alt kültür formu olarak yorumlamaları, elit-halk ikiliğinin çatışmalı alanlarına karşılık gelmektedir. Türkiye ve özelde İstanbul örneği göz önünde bulundurulduğunda, sosyo-ekonomik açıdan gelişkin olan bölgelerde dinin kamusal görünürlüğünün önemli bir problem olarak algılanması, statü gruplarının din tasavvuruna da ayna tutmaktadır. Dinin kamusal görünümlerine yönelik kısıtlayıcı tavrın önemli oranda esnetildiği bir dönem olan Adalet ve Kalkınma Partisi yılları reformları, uzun bir süre “şeriat gelecek” kaygısıyla eleştirilmiştir. Başörtüsüne yönelik hukuki engellerin kısmen kaldırılması, iktidar partisinin “gizli bir gündemi” olduğuna dair eleştirilere de kapı aralamıştır. Batı’da Türkiye’ye ilişkin haberlerde rastlanılan sunum biçimleri de ulusal medyamızda kendisine yer bulmuştur. 28 Şubat döneminde merkez medyanın “okullarda mescit açılıyor”, “okulların bodrum katlarında namaz kılınıyor” haberleri hafızalardaki tazeliğini korumaktadır. Acaba “şeriat mı gelecek”, “Türkiye İran mı olacak”, bu isimlerin ve yöneticilerin gizli bir gündemi mi (secret agenda) var soru ve sorgulamaları, Türkiye medyasında yoğun biçimde tartışılmıştır. Bu tartışmaların güncel seyri de bu tarihsel izlek içerisinde yorumlandığında vesayet odaklarının hangi doğrultuda hareket ettiği açığa çıkacaktır.

[email protected]