28 Şubat ‘Silahsız Kuvvetler’ Darbesi: Yargıla, cezalandır, affetme, unutma

Ömer Aslan / Polis Akademisi Araş. Gör.
28.02.2015

28 Şubat gizlice değil açıktan, sokakları tutan askerlerle değil Javier Cercas’ın 1981’de İspanya’da medyanın, politikacıların ve sivil toplum kuruluşlarının da ayak oyunlarıyla gerçekleşen darbe için söylediği gibi, “teorik olarak anayasaya uygun gözüken siyasal operasyonlar” ve psikolojik savaş taktikleriyle yapıldı.


28 Şubat ‘Silahsız Kuvvetler’ Darbesi: Yargıla, cezalandır, affetme, unutma
Geçtiğimiz günlerde Gülen Grubu’nun bayrak gazetesinde “TDK’dan tuhaf darbe tanımı” başlıklı bir haber yayınlandı (11 Şubat). Haberde, TDK’nın, “bir ülkede baskı kurarak, zor kullanarak veya demokratik yollardan yararlanarak hükûmeti istifa ettirmek veya rejimi değiştirecek biçimde yönetimi devirmek işi” şeklindeki darbe tanımı eleştiriliyordu. Haberde bu cesur darbe tanımının 28 Şubat darbesi sürecinde değiştirildiğine ve 1998 yılından bu yana da aynen korunduğuna yer verilmedi. 28 Şubat’ta darbecilere yaranma tavrına bugün ‘içtihat’ kılıfı uyduran, bu içtihatlarından sevap kazanacağını iddia edecek kadar ziyanda olan Gülen Grubunun bu seçimi hiç şaşırtıcı değil. Haberde görüşlerine başvurulan hukukçular ise “şiddet kullanılmadan ve hükümet veya meclis feshedilmeden darbe olamayacağını” söylüyor, TDK’nın tanımında geçen ‘demokratik yollardan’ ifadesine karşı çıkıyorlar. 
 
Bu hukukçuların darbe anlayışına kalınacak olursa 28 Şubat bir darbe olamaz. Hatırlanacak olursa, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve 28 Şubat davasında ifade veren dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı da kendilerini “28 Şubat’ta hükümet feshedilmedi, istifa etti; meclis binası askerlerce kuşatılmamıştı, ordu yönetime el koymadı ve 18 maddelik ‘tedbirlerin’ hükümete iletildiği MGK anayasal bir kurumdu” diyerek savundular. Ancak hem akademisyenlerin hem de hukukçuların kaçırmaması gereken nokta şu: Soğuk Savaş’ın sona ermesi farklı alanlarda çok şeyi değiştirdiği gibi, sivil-asker ilişkileri literatüründe de, en azından bazı ülkelerde, darbelerin taktik ve stratejilerini bazen kısmen bazen de oldukça değiştirdi. Soğuk Savaş döneminde dünyanın her bölgesinde adeta birbirinin kopyası şeklinde gerçekleşen klasik darbelerin yerini daha eklektik darbeler almaya başladı. 
 
Öyle ki, Harp Okulu öğrencisi Charles Dunlap Jr. 1992 yılında Amerikan Genelkurmayı’nın düzenlediği bir yarışma için yazdığı makalede, o dönemde Amerika’da ordu-siyaset ilişkisindeki tehlikeli gelişmelere dikkati çekmek adına, 2012 yılında ABD’de gerçekleşmiş farazi bir darbeyi konu alır ve hapse atılmış bir başka generalin ağzından nasıl olup da Amerikan demokrasisinin darbeye izin verdiğini anlatır. “2012 Amerikan Darbesi” şiddete başvurulmadan, General Brütüs’ün seçilmiş Amerikan Başkanı’nın ölümü sonrasında Başkan Yardımcısını yeni Başkan olmamaya ve Başkanlığı kendisinin devralmasının daha uygun olacağına ikna etmesi, daha sonra referandumda halk tarafından Başkan olarak onaylanması ile gerçekleşmiştir. Dunlap’ın kurgusu ilk planda okuyucuya darbe gibi gelmeyebilir çünkü yukarıda dile getirilen itirazlarda olduğu gibi, darbelerin halen ani, kanlı/şiddetli, ekseriyetle askerler tarafından, gizlice planlanarak ve gayr-ı meşru/anayasaya aykırı şekilde yapıldığı sanılmaktadır. Örneğin, 2004 yılına ait Routledge Siyaset Sözlüğü darbe kavramını “istisnasız bir şekilde bir hükümetin askerler tarafından veya askerlerin yardımıyla şiddete başvurulmak suretiyle ani şekilde düşürülmesi” olarak tanımlar.
 
‘Postmodern darbe’ lakırdısı
 
28 Şubat Darbesi Soğuk Savaş dönemi klasik darbelerinin artık geride kalmış olabileceğini ortaya koyan gerçek bir ‘silahsız kuvvetler darbesiydi’. Dönemin Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak’ın da dediği gibi, 28 Şubat Darbesi “bir tek mermi atılmadan, demokratik mekanizmaların harekete geçirilmesiyle” yapıldı. Ancak yapılışı ve Türkiye siyasi, sosyal ve ekonomik hayatına ilk planda ve uzun soluklu derin etkilerine rağmen, 28 Şubat’ın ilk yılları garip geyiklerle geçti. Bunların başında da 28 Şubat’a yakıştırılan ‘postmodern darbe’ lafını Cengiz Çandar’ın mı yoksa Türker Alkan’ın mı bulduğu gelir. Hâlbuki o dönem bu yazarların masasına geliyor olması hayli muhtemel The Economist dergisi, 28 Şubat MGK toplantısından 13 gün önce, 15 Şubat 1997 tarihli sayısında o tarihlerde Ekvador’da yapılan darbeyi ‘’Ekvador’da postmodern darbe” başlığıyla vermişti. 
 
28 Şubat’ın en az klasik darbeler kadar şiddet içerdiğini, insan hakları ihlallerine neden olduğunu, devlet-siyaset, siyaset-toplum, devlet-toplum ilişkilerinin kimyasını en az gizli planlanan, kanlı, hızlı ve gayr-ı meşru eski darbeler kadar bozduğunu adeta gizlemek için de kullanılan “postmodern darbe” lakırdısı, Cezayir’de İslami Selamet Cephesi’nin (FIS) kazanması kesin gözüken 1991-1992 genel seçimlerinin iptal edilerek, FIS ile çalışmaya hazır Cumhurbaşkanı Çadli Bencedid’in ordu cuntasınca istifaya zorlanmasının darbe olarak görülmemesi için Cezayir medyası tarafından uydurulmuş “sofa darbesi” lakırdısına benzemektedir. 28 Şubat gayet bilindik, oldukça pespaye askeri darbelerden birisidir; ne öncekilerden az moderndir, ne onlardan postmodern.
 
Yeni bir tür, ama darbe!
 
28 Şubat darbesi, Tunus’ta 1987’de Abidin Bin Ali’nin, Mısır’da 1952’de Özgür Subaylar’ın, Türkiye’de 27 Mayıs ve 12 Eylül’de ordunun gerçekleştirdiği darbeler gibi Soğuk Savaş dönemi klasik darbelerinin aksine bir sürece yayılmıştı. Bu süreç ise 1994 yerel seçimlerinden sonra başladı, Refah Partisi’nin 1995 genel seçim zaferinden sonra hız kazanarak devam etti. Her zaman dinin siyasete alet edilmesinden şikayet eden ordu, 28 Şubat Darbesi sürecinde kendisi dini siyasete alet etmiş ve İslam Gerçeği isimli kitabı bastırmıştı. Darbe süreci ne 28 Şubat 1997 Milli Güvenlik Kurulu ile ne de Refahyol Hükümeti’nin istifası ile sona erdi. Darbe kanlı değildi ama yarattığı geniş hak ihlalleri bakımından oldukça şiddetliydi. 28 Şubat gizlice değil açıktan ve sokakları tutan askerlerle değil, Javier Cercas’ın 1981’de İspanya’da medyanın, politikacıların ve sivil toplum kuruluşlarının da ayak oyunlarıyla gerçekleşen darbe için söylediği gibi, ‘teorik olarak anayasaya uygun gözüken siyasal operasyonlar’ ve psikolojik savaş taktikleriyle yapıldı. 
 
28 Şubat’ın sivil-asker ilişkileri literatürü açısından bir milat olduğunu bugün çok daha iyi görüyoruz. Örneğin, 3 Temmuz darbesinde de görüldüğü üzere 28 Şubat darbecileri Mısırlı meslektaşları için adeta ‘model darbeci’ olmuş gibidir. Sözde ‘sivil’ toplum hareketi Temerrüd ve diğer bazı ‘sivil’ gruplar ile arkalarındaki iş dünyası, medya ve yargı 28 Şubat darbesi aktörlerinin adeta kopyasıdır. Muhammed Mursi’nin başkanlığını bir süre seyreden ancak daha sonra darbeye yeşil ışık yakan ABD’nin oynadığı rol, 28 Şubat’ta ‘laik demokrasi için kansız darbeye’ onay veren rolünün kopyası gibidir. 28 Şubat darbesi sürecinde Hürriyet’in attığı 30 milyon kişiyi temsil eden ‘Altı Milyon İmza’ haberini hatırlarsak, 3 Temmuz Mısır darbesi öncesinde adeta darbenin meşruiyet kaynağı olarak kullanılan ‘Mursi’ye karşı 20 milyon imza toplandı’ iddiası deja vu yaratır. Bugün Mısır’da Müslüman Kardeşler hareketi (bir kez daha) ‘devletin düşmanı’ mesabesine sokuluyor. Emekli komutanlardan Nevzat Bölügiray’ın da dediği gibi, “ordu, 60 milyon Müslümanı düşman ilan ediyor” iddiası doğru değildi. ‘’iç düşman olsa olsa birkaç milyonla ifade edilebilir”di. Kısacası, 28 Şubat Darbesi, Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan tek kutuplu uluslararası sistem ve daha çoğulculaşan medya düzeninin darbe taktiklerini ve ittifaklarını değişime zorlamış olabileceğini göstermektedir. Askerler de gündemi takip etmekte, kendi aralarında yorumlar yapmakta, değişen ulusal ve uluslararası şartlara göre müdahale yöntemlerini uyarlayabilmekte ve gerektiğinde yeni ittifaklar kurabilmektedir. 
 
Darbe jurnalcileri
 
28 Şubat darbesi öncesinde gerçekleşen darbe ve muhtıralarda, toplum basit bir ‘dinleyici’ olarak algılandı. Hem Türkiye’de hem de Ortadoğu’nun farklı ülkelerinde, darbecilerin yaptıkları ilk iş, başkentteki temel iletişim (radyo istasyonları-devlet televizyonu) ve ulaşım noktalarını ele geçirmekti. 1990’lı yıllarda ise askerlerin sesi medyada yer bulan birçok ses ve fikirle rekabet etmek durumunda kaldı. Tam da bu nedenle Özkasnak, ‘’28 Şubat, günün koşullarına uygun bir yöntemde gerçekleştirildi. O günün dünya ve ülke koşullarında 12 Mart ve 12 Eylül gibi klasik bir müdahale yapılamazdı” demişti. Önceki darbelerde, müdahaleye toplum nezdinde meşruiyet kazandırma işi, darbe ertesine bırakılırken, 28 Şubat’ta  darbenin meşruiyeti, darbe ile aynı anda medya-asker işbirliğiyle sağlanmaya çalışılmıştır. Askerler, Batı Harekât Konsepti’nde yer alan ifadeleriyle “medyanın kamuoyunu bilinçlendirmedeki rolünü son derece önemli görüyor, laiklik ilkesine bağlılığından asla kuşku duyulmayacak olan bazı büyük medya kuruluşlarının, laik ve demokrasiye olan bağlılıklarını, rating savaşlarının önünde tutmayı da ulusal bir görev kabul etmeleri gerektiğini” düşünüyorlardı. Diğer yandan ordu gazetecileri zorla kullanmadı; gazeteciler kullanılmaya hazırdı ve hepsi kullanıldıklarının farkındaydı. Andrew Finkel’in o dönemin medyasına ilişkin söylediği gibi, “Türkiye’de asker medyayı doğrudan etkilemekle suçlansa da, askerlerin ne düşündüğünü ve neyi onaylayacaklarını düşünme ve gözetme işini üstlenen medya editörlerinin çokluğu düşünüldüğünde askerlerin medyayı etkileme çabası içine girmelerini gerektirecek vaka sayısı fazla değildir.” İstek üzerine miting/protesto gösterisi düzenleyen neo-Kemalist sivil toplum kuruluşları, Genelkurmay’ın verdiği anti-demokratik brifingleri “milletin ordusu ile en demokratik ve uygarca kucaklaşması” olarak öven “5’li çetesi” ve Refah-Yol sonrası rol bekleyen bazı siyasetçileri gibi birçok gazeteci ve medya kuruluşu ordunun düzdüğü darbe kervanına gönüllü olarak payanda oldu. 
 
Huntington, Şili’de Pinoşe diktatörlüğü sonra erdikten sonra diktatörlüğe yol veren 1973 Şili darbecilerini ‘’soruşturma, cezalandırma, affetme ama her şeyin ötesinde asla unutma” diyordu. Birçok başka tavsiyesinde olduğu gibi biz yine Huntington’u dinlememeli, 28 Şubat darbesini soruşturmalı, cezalandırmalı, affetmemeli ve her şeyin ötesinde kesinlikle unutmamalıyız.