3 Kasım ve Cumhuriyet'in ikinci kuruluş momenti

Ercan Demirci/ Tarihçi, Yazar
7.11.2025

3 Kasım 2002'yi sadece bir siyasi olay olarak değil, devlet aklının millet iradesiyle yeniden inşasının başlangıç çizgisi olarak görmek gerekir. Çünkü o gün çıkan sonuç, siyasetin mevcut aktörlerini tasfiye ederken onların yerine sadece yeni bir parti değil, büsbütün yeni bir zihniyet biçimi koymuştur. Bu zihinsel sıçrama, Türkiye'nin modernleşme tarihinde ilk kez “devleti koruma” refleksinden “devleti yeniden kurma” bilincine geçişini mümkün kılmıştır.


3 Kasım ve Cumhuriyet'in ikinci kuruluş momenti

Ercan Demirci/ Tarihçi, Yazar

5 Kasım 2025 günü, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, partisinin grup toplantısında tarihî bir konuşma yaptı. İç ve dış siyasete dair güncel konulara değindikten sonra, konuşmasını AK Parti'nin kuruluş yıl dönümüne bağlayarak AK Parti öncesi ve sonrası Türkiye'yi karşılaştırmalı biçimde ele aldı. Erdoğan, Türkiye'nin 23 yılda, savunma sanayiinden altyapıya, enerjiden dış politikaya, dijitalleşmeden toplumsal refaha kadar geçirdiği dönüşümü anlattı. Bu mukayese, yalnızca bir başarı tablosu değil; 3 Kasım 2002'de başlayan zihinsel devrimin olgunluk evresinin teyidiydi.

Tarih, büyük kırılmaları genellikle yaşandıkları anda değil, onları izleyen yıllarda anlamlandırır ve tanımlar. Bir çağın gerçek miladı çoğu zaman sonradan kazanılan farkındalıkta ortaya çıkar. 3 Kasım 2002 de böyle bir milattır. O gün Türkiye sandığa giderken ne bir devrin kapandığını ne de yeni bir zihniyetin doğmakta olduğunu fark etmişti. Fakat bugün, yirmi yılı aşkın sürenin sağladığı perspektifle bakıldığında, 3 Kasım'ın yalnızca bir seçim değil, Cumhuriyet'in ikinci kuruluş momenti olduğu açık biçimde görülmektedir.

Bu tespiti doğru kavrayabilmek için 3 Kasım'ı sadece bir siyasi olay olarak değil, devlet aklının millet iradesiyle yeniden inşasının başlangıç çizgisi olarak görmek gerekir. Çünkü o gün çıkan sonuç, siyasetin mevcut aktörlerini tasfiye ederken onların yerine sadece yeni bir parti değil, büsbütün yeni bir zihniyet biçimi koymuştur.

Paradigma değişimi

Bu dönüşüm, devleti düşünme ve yönetme tarzında köklü bir değişim başlatmıştır. 3 Kasım, bir partinin zaferinden öte, tarihsel bir zorunluluğun ve milletin süreklilik talebinin kesişim noktasında doğmuş bir yeniden kuruluş momentidir. Bu yönüyle, AK Parti'nin siyasal programını aşan bir anlam taşır; mesele, vizyon ya da misyondan öte, bir paradigma değişimidir.

Cumhuriyet'in birinci kuruluşu 1923'te, imparatorluk enkazı üzerinde devletin varlığını temin etme iradesiydi. Ancak 3 Kasım 2002, bu varoluşun anlamını yeniden kurma ve uyarlama eşiğidir. Bir devletin ikinci kuruluşu, sınırlarını değil zihnini yeniden tanımladığı andır. Bu kez mesele, ilkinin aksine toprakla değil zamanla ilgilidir. Türkiye, 20. yüzyılın mirasını devralmakla kalmamış, onu araçsallaştırarak kendi çağını kurma iradesi göstermiştir.

O gün yaşananlar, ilk bakışta sıradan bir iktidar değişimi gibi görünse de zamanla bir yönetim paradigması değişimine evrilmiştir. 3 Kasım 2002, Türkiye'nin yeni bir yönetim dili bulduğu gündür. Devlet, "günü kurtarmak" refleksinden "geleceği kurmak" vizyonuna yönelmiştir.

Bu zihinsel sıçrama, Türkiye'nin modernleşme tarihinde ilk kez "devleti koruma" refleksinden "devleti yeniden kurma" bilincine geçişini mümkün kılmıştır. Çünkü 3 Kasım, yalnızca iktidarın değil, devlet aklının yeniden yazıldığı gündür.

Ancak bu miladı bugünün berraklığıyla okurken, o dönemin karanlık atmosferi hatırlanmalıdır. 3 Kasım'da seçmen ne stratejik özerklikten ne de yerlileşmeden haberdardı. Seçmen sadece yorgundu. Uzun yıllar süren koalisyonlar, IMF, ekonomik krizler ve belirsizlikler, devletin karar kapasitesini kilitlemişti. Toplum, bu yorgunluktan kurtulmanın yolunu arıyordu. Fakat bu arayışın içinde, bugünün kurumsal atılımlarını mümkün kılacak sezgisel bir yön vardı: devletin yeniden kendi aklıyla düşünmesi gerekiyordu.

Bu sezgiyi stratejiye dönüştürebilen tek kişi, Recep Tayyip Erdoğan'dı. Erdoğan'ın portresi, 3 Kasım'ı bir "sonuç"tan çok bir "başlangıç"a dönüştüren kurucu mizacında şekillendi. O, siyasetin akışına kapılan biri değil; akışın yönünü değiştirebileceğini fark eden, bunun için risk alabilen ve bedel ödemekten çekinmeyen bir liderdi. Erdoğan, oku hedefe atmakla yetinmeyen; gerekirse hedefin yerini değiştirebilen bir sezgiye sahipti.

Başarısının sırrı yalnızca çalışkanlığında değil; rüzgârı bekleyenlerden değil, rüzgârın yönünü tayin edenlerden olmasında gizlidir. Onun stratejik dehası, hedefi görünür kılmadan önce menzili inşa etme kudretindeydi. Erdoğan siyaseti başkalarının koştuğu bir pist olarak değil, kendi elleriyle çizdiği rota olarak gördü. Herkes pusulaya bakarken o, manyetik kuzeyi değiştiren bir iradeyi temsil etti.

Yakın çevresindekiler bile, onun karakterindeki bu derinliği ve uzun vadeli sezgiyi yıllar sonra idrak edebildiler. Erdoğan gücünü tepkisellikten değil, zamana hükmeden stratejik bir sabırdan alıyordu.

Onu farklı kılan, siyaseti rekabet zemini değil; devletin geleceğini inşa etme sahası olarak görmesiydi. O, realiteyle bağını yitirmeden ideali kurabilen; ideali putlaştırmadan aklı koruyabilen, aklı mutlaklaştırmadan sezgiyi yitirmeyen bir siyaset ustasıydı.

Erdoğan'ın zihninde akıl, iş yapmanın aracıdır; sezgi ise milletle ve tarihsel hafızayla barışmanın biçimidir. 3 Kasım 2002, tam da bu sezginin akılla birleştiği, milletle buluşarak bir döneme ruh verdiği gündür.

Onun kurucu iradesi, klasik anlamda bir karizma değil, süreklilik içgüdüsüdür. Erdoğan, devletin aklını halkın sezgisiyle yeniden buluşturdu. Bu, yalnızca iktidar olmanın değil, devletin aklını yeniden işletmenin ifadesidir. Çünkü Türkiye uzun süre iç dinamiklerini dış akılların rehberliğine bırakmıştı. 3 Kasım, bu zihinsel bağımlılığın kırıldığı tarih oldu.

Tarihsel açıdan 3 Kasım, basit bir neden–sonuç ilişkisiyle açıklanamayacak kadar katmanlı bir olgudur. 1990'lardaki kurumsal erozyon ve vesayet mekanizmaları bu dönüşümün zeminini hazırlamıştı; ancak bu zemine bir vizyon inşa etmek bambaşka bir kapasite gerektiriyordu.

Erdoğan'ın liderliği tam da bu noktada tarihsel bir kategoriye dönüşür. O, 3 Kasım'ı yalnızca bir iktidar değişimi değil; devletin düşünme ve karar alma biçiminin kökten dönüştüğü bir yeniden inşa süreci olarak kavradı. Böylece 3 Kasım, bir siyasi tarihin değil, bir devlet aklının yeniden doğuşunun başlangıcı oldu.

Bu nedenle o gün sandıktan çıkan sonuç, bir seçim zaferinden ibaret değildir; Türkiye'nin kendi tarihsel sürekliliğini yeniden kurma iradesini yansıtan bir tarihsel onarım kararıdır.

Cumhuriyet'in birinci ve ikinci kuruluşları arasındaki süreklilik farkı

Cumhuriyet'in birinci kuruluşu, 1923'te savaşın yorgunluğu ve imparatorluk enkazının ağırlığı altında, varlığı koruma içgüdüsünün en güçlü hissedildiği bir dönemde gerçekleşti. Bu ilk kuruluşun amacı devleti yeniden inşa etmekten çok yaşatmaktı. Zihinlerdeki esas kaygı, "nasıl var olunur?" sorusuna yanıt bulmaktı. Bu yüzden Cumhuriyet'in ilk evresi, ideolojik değil, ontolojik bir savunma hattı olarak şekillendi. Üç asra yaklaşan gerileme ve çözülmenin bıraktığı yorgunluk, varlığını sürdürme refleksini düşünsel çeşitliliğin önüne geçirdi.

Bu dönemde devlet, milleti koruma misyonu üstlendi; milletin devleti dönüştürme potansiyeli sınırlı kaldı. Kurucu kadro, imparatorluk sonrası dağınıklığı toparlamak için yeri geldiğinde sertliği tercih eden merkezî bir yapı kurmak zorundaydı. Devlet, milleti eğitilmesi gereken bir özne; toplum, modernleşmesi gereken bir nesne olarak konumlandı. Böylece süreklilik, halkın iç dinamiklerinden değil, bürokratik aklın koruyucu iradesinden doğdu.

İkinci kuruluş ise tam tersi bir zeminde doğdu. 3 Kasım 2002, bir varlık krizinin değil, anlam krizinin çözümüdür. Artık mesele "nasıl var olunur" değil, "nasıl anlamlı var olunur" sorusuna dönüştü. Cumhuriyet'in birinci evresi devleti milletin önüne koymuştu; ikinci evresi milleti devletin yeniden kuruluşuna ortak etti. Bu, yalnızca siyasi bir değişim değil, devlet aklının dönüşümüydü.

İlk kuruluş askerî güvenlik refleksiyle tanımlanmıştı; ikincisi sivil güven anlayışıyla derinleşti. Birincisi toprağı korumayı önceledi; ikincisi zamanı yönetmeyi hedefledi. Birincisinde kurumlar dışarıdan empoze edilen modernlik kodlarıyla şekillendi; ikincisinde kurumlar içeriden gelişen toplumsal enerjinin ürünü olarak yeniden tanımlandı.

Bu farkın özünde bir paradigma değişimi yatar. 1923'ün devleti, Cumhuriyet'i koruma bilincinin ürünüydü; 2002'nin devleti, Cumhuriyet'i tamamlama bilincinin temsilcisidir. İlki kurtuluşun zorunluluğu olarak doğmuş; ikincisi olgunlaşmanın sonucudur. Birincisi tarihin enkazından yükselen zaruri bir başlangıç; ikincisi, tarihin devamı içinde bilinçli bir sıçramadır. 1923, devletin "var olma" refleksini kurdu; 2002 ise bu varlığı "anlamlı kılma" iradesini hayata geçirdi.

Birinci kuruluş, "devleti kurmak için milleti dönüştürme" iradesi taşırken; ikinci kuruluş, "milleti merkeze alarak devleti dönüştürme" vizyonuna yöneldi. Bu fark yalnızca yönetim biçimlerinde değil, zihinsel yapıda da kendini gösterir. Birincisinde devlet topluma akıl dağıtan bir kurumdu; ikincisinde toplum, devlete sezgi kazandıran bir organizma hâline geldi.

Devlet aklının yeniden doğuşu

Cumhuriyet'in ikinci yüzyılının miladı olan 3 Kasım 2002, yalnızca bir siyasal sistemin güncellenmesi değil; devlet aklının yeniden biçimlenmesidir. Bu tarih, Türkiye'nin yalnız yönetim tarzını değil, kendine bakışını da kökten değiştiren bir dönüm noktasıdır.

Artık devletin varlık nedeni, milletin üzerinde koruyucu vesayet kurmak değil; milletin iradesini kurumsal bir zemine taşımaktır. Devlet, uzun yıllar parlamenter sistemin gölgesinde etkinlik kazanan vesayet odaklarını tasfiye ederek Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi'nin yolunu açmış; halkı yönetilecek bir kitle değil, ortak aklın asli unsuru olarak görmeye başlamıştır.

Bu yeni siyasal mimari, Cumhuriyet'in ilk evresindeki koruyucu devlet anlayışını kurucu bir devlet aklına dönüştürmüş; Türkiye'yi kendi yönünü tayin eden merkez devlet konumuna taşımıştır. Bu zihinsel kırılma, kısa vadeli bir siyasal değişim değil; uzun soluklu bir medeniyet onarımının başlangıcıdır.

1923'te bir imparatorluğun yıkıntısından doğan Cumhuriyet, 2002'de kendi kalıplarını aşarak özgüven devleti olma yoluna girdi. Türkiye artık varlığını Batı'nın onayıyla değil, kendi iradesinin tutarlılığıyla tanımlıyor. "Modernleşme" taklit değil üretim, "bağımsızlık" slogan değil kurumsal kapasite hâline geldi.

Bu dönüşümün en somut yansıması savunma sanayiidir. Çünkü savunma sanayii yalnızca savaş kabiliyetinin değil, zihinsel egemenliğin de aynasıdır. Bir ülke motorunu, yazılımını, mühimmatını, radarını, hatta algoritmasını üretebildiği ölçüde karar gücünü bağımsızlaştırır. Bu nedenle 3 Kasım'la başlayan ikinci kuruluş süreci, fabrikalarda, laboratuvarlarda sessizce şekillenen bir egemenlik devrimidir.

2000'lerin başında savunma sanayiinde yerlilik oranı yüzde 20'nin altındayken, bugün yüzde 80'in üzerindedir. Türkiye, bir zamanlar arızalanan Heron için haftalarca dış servis beklerken, şimdi Bayraktar TB2, Akıncı, Kızılelma, KAAN, ALPİN, Hisar ve Siper sistemleriyle hem güvenliğini sağlamakta hem de bu teknolojileri ihraç etmektedir. Bu yalnız teknik bir ilerleme değil; karar refleksinin millîleştirilmesidir.

Bir zamanlar dış politika kararlarını NATO'da, ekonomik tercihlerini IMF'de, güvenlik adımlarını Brüksel'in telkinleriyle belirleyen Türkiye, artık bu kararları Ankara'da üreten bir akla sahiptir. Savunma sanayiinin başarısı, devletin değil milletin hafızasının eseridir. Çünkü o sistemlerin her vidasında, her devresinde dünün dışlanmış gençlerinin emeği vardır. Dün üniversite kapısında inancından dolayı ötelenen gençler, bugün devletin karar masalarında ve üretim hatlarında yer alıyor. O gün akla konan ipotekler, bugün yerini açık kapılara ve özgür düşünceye bırakmıştır. Bu uyanış, büyük bir medeniyetin gasp edilmiş hafızasını geri kazanmasıdır.

Bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, bu büyük dönüşümün olağanlaşma tehlikesidir. 2000 sonrası doğan kuşak, 1990'ların çorak dönemini yaşamadığı için bugünkü özgüveni doğal, bugünkü teknolojiyi sıradan, bugünkü bağımsızlığı verilmiş bir hak sanabiliyor. Oysa bu kazanımlar ağır bedellerle elde edilmiştir.

Bir millet büyüklüğünü kahramanlarından değil, aştığı sınırlarından öğrenir. Gençlere anlatılması gereken, Bayraktar'ın nasıl uçtuğu değil; neden bu kadar geç uçabildiğidir. Çünkü o gecikmenin ardında bir asırlık vesayet, özgüven kaybı ve bağımlılıkla hesaplaşma vardır. Bayraktar'ın havalanışı, yalnız mühendislik başarısı değil; gecikmiş bir milletin zamanla yeniden kurduğu ilişkisinin sembolüdür.

Cumhuriyet'in ikinci yüzyılında Türkiye'nin önündeki görev, yalnız üretimi sürdürmek değil; hafızayı kurumsallaştırmaktır. Eğitim sistemi, tarihi kronoloji olmaktan çıkarıp zihniyet dönüşümüyle öğretmelidir. Kültür politikaları, nostaljiden değil, hangi zihinsel zincirlerin kırıldığını anlatmaktan güç almalıdır. Devlet, gençlere teknoloji değil, irade bilincini miras bırakmalıdır.

3 Kasım 2002, bir bitiş değil; bir istikamet tayinidir. Cumhuriyet'in ilk yüzyılı devleti kurma, ikinci yüzyılı devleti anlamlandırma dönemidir. Türkiye artık hedef değil, yön ülkesidir; başkasının gölgesinde değil, kendi merkezinde duran bir devlettir. 3 Kasım, bu istikametin en belirgin işaretidir: Bir dönemin kapanışı değil, devlet aklının millete döndüğü gün, bir seçim tarihi değil, cumhuriyet'in ikinci kuruluşunun miladıdır.

Ve her milat gibi, bu da ancak hatırlandıkça değil, sürdürüldükçe anlamı pekişecek, gelişecektir.