3 Temmuz Darbesi’ne Körfez’den bakmak

Muttalip Tütüncü / Araştırmacı - Yazar - [email protected]
10.08.2013

Katar’daki değişimin Mısır’daki darbeyle, darbenin de Katar’daki değişimle yakından ilgili olduğu açık. Asıl soru şu: Bu çifte darbe ile Arap Baharı’nın ortaya çıkardığı dönüşüm rüzgârının yönü değişecek mi? Adeviyye Meydanı bu ve daha pek çok sorunun cevabı için çok kilit bir konumda.


3 Temmuz Darbesi’ne Körfez’den bakmak

Mısır’da yaşanan darbe, ülkenin ilk defa seçimle işbaşına gelmiş, henüz bir yıllık cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi yerinden etmenin ötesinde bölgede yükseliş trendine girmiş Müslüman Kardeşler’in ve süreç bakımından “Arap Baharı” kazanımlarının ağır bir darbe almasına neden oldu. Mısır’da yaşanan darbeye kadar Arap Baharı’nın şu ya da bu şekilde kazananı en genel anlamıyla “İslamcılar” daha özelde de Müslüman Kardeşler (MK) olmuştu. 80 yıl boyunca baskılanan hareket, toplumsal tabana sirayet etmiş güçlü organizasyonel yapısı sayesinde isyan dalgasının patlak verdiği ülkelerde birbiri ardına ya iktidar ya iktidar ortağı ya da iktidara namzet oldu. Suriye muhalefetinde de İhvan başından beri başat aktörlerden biriydi. Gazze’de MK’dan ilham alan Hamas’ın iktidarda oluşu, Türkiye’de MK geleneği ile işbirliği geliştirmeye müsait güçlü bir hükümetin varlığı resmi tamamlayan diğer parçalardı. Erken önlem alarak, anayasal değişikliklerle isyan ateşine hiç bulaşmamayı seçen Kuveyt ve Fas bile MK’ya meclis yolunu açmak suretiyle yetkilerini kısmen meclisle paylaşmak durumunda kaldılar. Ancak Ortadoğu coğrafyasında potansiyel muhalefeti MK’nın domine ettiği bir manzara hem Batı hem de Körfez için kabul edilebilir olmaktan çok uzaktı. Nitekim Batı medyası, bölgedeki bu resim netleşmeye başladığı andan itibaren bölgenin “İhvanize” (Ikhwanize) olduğuna ilişkin yayınlarına hız verdi.

İsyan süreciyle bölgedeki rolü büyüyen Müslüman Kardeşler’in, hem siyasi hem de finansal açıdan en büyük destekçisi bilindiği gibi Körfez’in aykırı ülkesi Katar’dı. İşte tam da bu noktada, Katar’daki değişim ile peş peşe gelen Mısır’daki 3 Temmuz darbesi arasında nasıl bir ilişki olabileceği sorusu ve bu soruya verilecek cevap, bölgede olan biteni anlamak için iyi bir imkân sunabilir. Zira diğer bütün Körfez ülkelerinin aksine ve hatta onları karşısına alarak, proaktif politikaları için stratejik olarak İhvan’ı fonlamayı seçmiş, deyim yerindeyse İhvan’a yatırım yapmış olan Katar Emiri Hamad b. Halife âl-Thani görevini oğluna devreder etmez İhvan’ın, en belirgin ve güçlü şekilde iktidara geldiği Mısır’da darbe ile devrilmiş olması ve hemen ardından Tunus ve Libya’da da tansiyonun yükselmesi, durumu incelemeye değer kılıyor. Bu çok taraflı ve makro bakış, Mısır’da gerçekleşen darbenin herkesten önce neden Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt tarafından sahiplenildiğini ve hızlıca finanse edildiğini anlamak için dikkate değer ipuçları sunuyor.

Katar’ın bölgedeki tüm politik yatırımlarını bir anda kaybetmesi anlamına gelen bu darbenin ortaya çıkardığı sonuçlar, bazı makro sorular sorulmasını zorunlu hale getirdi. Mısır’ın, Arap coğrafyasında tarihi lider konumu nedeniyle, diğer Arap ülkelerinde de bu darbenin yansımalarının olacak olması, Arap Baharı’nı vaktinde okuyamadığı ve elinden kaçırdığı eleştirilerine maruz kalan Batı’nın ve genel olarak isyan sürecinden -daha özelde de Müslüman Kardeşler’in yükselişinden- derin endişe duyan Körfez monarklarının bu son hamle ile avantajlı konuma geçmeleri, “olan biteni Arap Baharı’nın yönünü değiştiren bir hamleolarak okumak mümkün mü?” sorusunu akıllara getiriyor. Bu soruya bihakkın cevap bulabilmek için Mısır darbesinin paydaşı ülkelerin birbirleri ve İhvan ile ilişkilerinin tarihine kısaca göz atmak yerinde olabilir.

Suudi Arabistan ile Katar arasındaki ilişkiye tarihsel olarak hep güvensizlik hâkim oldu. 1992’de sınırda iki Katar askerinin öldürülmesinden tutun da 1996’da Doha hükümetinin Riyad’ı, karşı darbe yaparak Hamad b. Halife âl-Thani’yi düşürmeye teşebbüs ile suçlamasına varıncaya kadar bu karşılıklı güvensizlik hep en üst düzeyde devam etti. El-Cezire’nin tüm Arap muhaliflere kapısını açan yayın politikasının yanı sıra, Katar’ın İran ile yakın ilişkisi Riyad’ın Doha’ya güvenmemesi için diğer nedenlerdi. Emir ve Kral’ın karşılıklı ziyaretleri ile 2007’de ilişkilere gecikmiş bir yumuşama gelse de bu, aradaki buzları çözmeye yetmedi. Katar’ın, sahip olduğu devasa doğal gaz rezervinin sağladığı refah seviyesini -ki dünyada kişi başına milli gelirin en yüksek olduğu ülkedir- ve el-Cezire’nin alışılmadık yayın politikası aracılığıyla elde ettiği politik gücü bölgesel ve hatta küresel bir aktör olmak için kullanması, bütün o tarihsel güvensizlik ilişkisinin yanında Suudi Arabistan ve Katar’ı bölgesel birer rakip haline getirmeye yetti de arttı. Bu rekabet kendini her alanda hissettirdiği gibi Arap Baharı’na bakışta da taban tabana zıt bir yaklaşım oluşturdu.

Suud-Katar rekabeti

El-Cezire Tahrir Meydanı’nı ekranlarına taşırken Kral Abdullah, Hüsnü Mübarek’i fonluyor ve Obama’ya ‘Mübarek’i desteklemesini’ tavsiye ediyordu. Suudi Arabistan, kendini de içine çekebileceği korkusuyla Arap Baharı’na hep mesafeli durdu. Katar ise takip ettiği strateji gereğince isyan ateşinin yandığı bütün ülkelerde devrimcilere aktif destek verdi. Haliyle MK konusunda da iki ülkenin tutumu her zaman birbirine zıt oldu. Sünni dünyanın liderliği iddiasındaki bir monarşi olarak Suudi Arabistan, MK’nın İslamcı tonda demokratik siyasetini hep kendine bir tehdit olarak gördü. Bu yüzden de, Nasır’ın baskısı sonrası ülkelerini terk etmek zorunda kalan “Kardeşler”in ülkeye girişine müsaade etse de onlara hareket olarak Suud topraklarında yaşam fırsatı vermedi. Suudi veliahdı ve o tarihte içişleri bakanı olan prens Nayef ise 2002 gibi çok erken bir tarihte Müslüman Kardeşler sorununu kendince şu cümlelerle ortaya koyuyordu: “Hiç tereddütsüz söyleyebilirim ki ülke olarak sahip olduğumuz sorunların tamamı Müslüman Kardeşler’den kaynaklanıyor.” Arabistan’ın Suriye muhalefeti içerisinde de MK unsurlarının varlığına başından beri karşı çıktığı ve bunu engellemeye çalıştığı biliniyor.

Katar ise MK’yı “şeytanlaştırmak” yerine yakın bir işbirliği tesis ederek, “tehlikeyi” evden uzakta tutmayı seçti. Nitekim bu işbirliğinin bir getirisi olarak MK 1999 yılında, “Katar Devleti’nin toplumun İslamî ihtiyaçlarını karşılıyor olmasını” gerekçe göstererek kendini feshetti. Arap Baharı’nın ilk istasyonu olan Tunus’ta MK’dan ilhamla kurulmuş olan Nahda hareketinin lideri Gannuşi, devrim sonrası sürgünden ülkesine döndüğünde ilk seyahatini Katar’a gerçekleştirmişti. Ülkeden kaçan Zeynel Abidin b. Ali’ye anında sığınma veren Suudi Arabistan, aynı Bin Ali’nin baskısından dolayı 20 yıl Avrupa’da sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan Gannuşi’yi hiçbir zaman ülkeye davet etmedi.

Katar, MK’ya medyada kendine yer bulma imkânı sağlarken maddî olarak da finanse etti. Arap Baharı ile birlikte Arap otokrasisinin boşaltmak zorunda kaldığı koltuklara “siyasal İslam”ın bölgedeki en somut figürü olan Müslüman Kardeşler’in oturacağı tezinden yola çıkarak politik yatırımlarını bu yönde yaptı. Bu işbirliği sayesinde hem attığı küresel adımlarda MK bağlılarının eleştirilerinden en az oranda etkilendi hem de Mısır’daki darbeye kadar Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelerde nüfuz ve manevra kabiliyeti elde etti. Mısır’da gerçekleştirilen 25 Ocak Devrimi sonrası 2,5 yıllık süreçte Katar, kesenin ağzını açmış ve kısa süre içerisinde Mısır’a toplamda 7,5 milyar dolar civarında kaynak aktarmıştı. Neredeyse bir o kadar da Libya’ya aktaran Katar’ın tercihi, yardımlar dışında, yaptığı uluslararası doğrudan yatırımlarla (FDI) da kendini gösteriyordu. Her ne kadar Başbakan Hamad b. Casim, Washington’daki bir konuşmasında “Mısır’ı İhvan’dan önce de desteklediklerini” söylese de Katar’ın devrim öncesi yani Mübarek dönemi Mısır’ına yaptığı doğrudan yatırımların toplam miktarı yaklaşık 300 milyon dolar iken devrim sonrasında”Katar’ın Mısır’daki yatırımlarını 5 yıl içerisinde 18 milyar dolara taşımayı hedeflediği” açıklanmıştı. Darbeye en büyük desteği veren ülkelerden Suudi Arabistan’ın Mısır devrimi öncesi yatırım miktarı, Mısır Merkez Bankası verilerine göre 12 milyar dolar iken BAE için bu rakam aynı yıllarda 5 milyar dolar civarındaydı. Ayrıca karşılıklı ticaret hacmi de milyar dolar bazında çift haneli rakamlara ulaşmak üzereydi.

Darbenin ikinci büyük destekçisi BAE, Mübarek döneminde Mısır ile müttefik konumundaydı. 2010 ile 2012 yılları arasında BAE’nin, Mısır’a toplam 32,4 milyar; Tunus’a 29,9 milyar dolar değerinde yatırım taahhüdünde bulunmuş olması BAE’nin iki ülkeye verdiği ehemmiyeti göstermesi bakımından önemlidir. 60 ve 70’li yıllarda MK, BAE’de rahatlıkla kendine yaşam alanı buldu, hatta milli eğitim bakanlığı gibi devlet içerisinde çok önemli pozisyonlarda oldukça etkin olmasına rağmen doksanlarla birlikte “BAE’de İslam devleti kurmak istedikleri” gerekçesi ile “siyasal İslam tehdidi” gündeme getirilmeye başladı. 60 ve 70’li yılların rahatlığı, yerini Müslüman Kardeşler’e karşı bir yıldırma ve marjinalleştirme sürecine bıraktı. Ardından sert önlemler ve tutuklamaların gelmesi çok sürmedi. Bu baskı karşısında Müslüman Kardeşler’in BAE ayağı olarak kabul edilen Cemiyet-i Islah 1994’te kapatıldı. Takip ve baskı bugüne kadar hız kesmeden devam etti. Bunun son örneği birkaç ay önce ortaya konmuştu: BAE başsavcısı Salim Said Kebbiş 27 Ocak’ta 94 kişiyi “İhvan üyesi olmak ve iktidarı ele geçirme planları yapmak” suçlamasıyla mahkemeye sevketmişti. 4Mart’taki ilk duruşmalarında tüm suçlamaları reddeden sanıklardan 69’una,Mısır’da askerin MK yönetimine karşı verdiği 1 Temmuz Muhtırası’nın ertesi günü apar topar hüküm giydirildi. Bunların yanında BAE, uzunca zaman Hamas’ın rakibi el-Fetih’in güçlü yöneticilerinden Muhammed Dahlan’ı fonlamakla suçlandı. Mübarek’in son başbakanı Ahmet Şefik, seçimde Mursi’ye karşı kaybedince vakit kaybetmeden Emirliklere gitmiş, deyim yerindeyse gönüllü sürgün hayatı için BAE’yi seçmişti. Keza Esed’in annesi ve kız kardeşi ile, Suriye Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü iken birden ortadan kaybolan Cihad Makdissi’nin de halen BAE’de misafir edildiği biliniyor.

Ortadoğu’da çifte darbe

Darbenin ardından, Tunus ve Libya’da da benzer biçimde tansiyonun yükselmesinden tutun da Suriye Ulusal Koalisyonu’na Riyad’ın desteklediği bir ismin başkan olmasına varana kadar; Tunus’tan başlayıp Suriye’ye uzanan Akdeniz etrafındaki bölgesel hat üzerinde Arap Baharı’nın oluşturduğu değişim/dönüşüm sürecini akamete uğratma hatta tersine çevirme yolunda ilerleyen, eski statükonun devamı anlamına gelecek bir karşı-sürecin ortaya çıkmakta olduğunu görmek çok da zor olmasa gerek.Bütün bu veriler ışığında, Mısır’daki darbeye destek veren ön kadronun (Suudi Arabistan, BAE, Kuveyt + Batı) nasıl olup da bir askeri darbe etrafında bir araya gelebildikleri daha anlaşılır hale geliyor.

Katar’ın bölgede aktif bir oyuncu olmasına giden yolun taşlarını döşeyen, kuvvetli ve aktif bir figür olan baba âl-Thâni’den sonra 33 yaşında, görece daha silik ve tecrübesiz Temim’in göreve gelmiş olması, Katar’ın politikalarını ters yönde değiştireceğe benziyor. Temim, Mısır ve Mursi’den hiç bahsetmediği ilk konuşmasında “maceracı politikalara bir çeki düzen verileceği” mesajını vererek aynı zamanda değişimin de ilk işaretlerini vermiş oldu. Kaldı ki göreve gelir gelmez, ülke dış politikasının mimarı kabul edilen, Başbakan ve Dışişleri Bakanı olan Hamad b. Casim’i, ardından da Genel Kurmay Başkanı ve el-Cezire’nin genel müdürünü görevlerinden aldı. 3 Temmuz’da Mısır’da cunta, darbeyi ilan ederken aynı gün Temim’in ziyaretçileri, John McCain ve Lidsey Graham’ın başını çektiği Amerikan heyetiydi. John Kerry’nin, “Mısır ordusu demokrasiyi kurtarmak için müdahale etti” açıklaması daha bir anlam kattı her şeye. Derken, Temim’in ilk yurtdışı seyahatini Suudi Arabistan’a gerçekleştirmesi ve Mısır’daki darbe yönetimine doğalgaz yardımında bulunulacağını açıklaması, Katar’ın önceki “aykırılıklarına tövbe ettiğini” gösteriyor. Emir değişiminin en hızlı sonuçlarından biri şu ki Müslüman Kardeşler, ülkesel bazda iki önemli destekçisinden birini kaybetti. Katar’ı, içlerindeki Truva atını beslemekle suçlayan endişeli Körfez ülkeleri, Mısır’da gerçekleşen darbe ile son sürecin hem finansörü hem de kazananı oldular; ama sürecin en büyük kazananı şimdilik Suudi Arabistan.

Darbe sonrası ortaya çıkan yeni durumda Katar’ı geriye dönük olarak Suriye, Mısır ve Libya’da yanlış ata oynamakla suçlayanlar, Mısır’da darbe olmasaydı Arap Baharı’nın kazananının Katar ve Müslüman Kardeşler olacağını söylemiş oluyorlar. Öyleyse Katar’daki değişimin Mısır’daki darbeyle, darbenin de Katar’daki değişimle karşılıklı bir etkileşim (interaction) içerisinde olduğunu, bu etkileşimin bütün bölgenin gidişatına dönük etkileri olduğunu düşünmek çok da mantıksız olmasa gerek. Dikkat ettiyseniz, Katar’da yaşanan bir saray darbesi miydi, hiç sormuyorum bile. Asıl soru şu: Bu çifte darbe ile Arap Baharı’nın ortaya çıkardığı dönüşüm rüzgârının yönü değişecek mi? Adeviyye Meydanı bu ve daha pek çok sorunun cevabı için çok kilit bir konumda.