500. yılında Reformasyon Hareketi ve Luther

Alaattin Diker / Türk-Alman Yazarlar Forumu Sözcüsü
11.02.2017

Avrupa “fundamentalizm”den 17. yüzyılın ortalarında hukukun yardımıyla kurtulabildi. Ama bu mücadele dine karşı değil, dinle birlikte verildi. Çoğulculuk, hoşgörü ve hukuk devleti gibi modern olgular Reformasyon’dan ötürü değil, aksine onun fikriyatının kışkırttığı ‘Din Şavaşları’ (1618-1648) yüzünden hayatiyet kazandı.


500. yılında Reformasyon Hareketi ve Luther

Bu yıl Almanya’da Reformasyon’un 500.yılı kutlanacak. Bu kutlamalarda özellikle bir isim öne çıkıyor: Martin Luther.

İlkin merhum Nurettin Topçu’nun Yarınki Türkiye kitabında Protestanlık mezhebinin kurucusu Luther’i dolaylı övmesi, sonra Alman yazar Gerhard Konzelmann’ın Kanuni’nin  “Biraderim” şeklinde onu andığını ileri sürmesi dikkatimi çekmişti. ‘İslamofobi’nin hızla yayıldığı bir dünyada Luther’i anlatmak ya da anlamak elzem oldu sanırım.

Anlatılana bakılırsa, Martin Luther’i şöyle tanırız: Katolik Kilisesi’ne karşı başkaldıran, “İşte buradayım. Başka bir şey yapamıyorum. Tanrı yardımcım olsun. Amin.” dile bir ilke edinmiş bir kahraman! Luther’in 500 yıl önce Wittemberg Kilisesi’nin kapısına meşhur 95 maddelik bir bildirge astığı da söylenir. Ancak her iki söylem de Bismark’tan sonra Alman ulus devletinin doğuşuyla birlikte uydurulmuş birer efsanedir. Reformasyon tarihi bir ‘gerçek’ olmaktan çok, - Rönasans’a benzer şekilde - sonradan uydurulmuş bir ‘mit’dir. Fransız tarihçilerin ısrarla vurguladıkları gibi Luther, yerel ve Almanya ile sınırlı bir ‘vaka’ idi ve Avrupa tarihi açısından köklü bir reform hareketinden bahsedilemez. (Heinz Schilling, Martin Luther: Rebell in einer Zeit des Umbruchs, 2014, s. 619)

Luther; cadı avının sürdüğü, bilge kadınların yakıldığı bir devirde doğmuş, feodal düzenin çözülmeye başladığı ve kapitalist ilişkilerin uç verdiği bir dönemde yaşamış ve Osmanlı’nın Ön Asya’ya, Balkanlar’a ve Akdeniz’e hükmettiği bir çağda ünlenmiş bir kişidir (Schilling, s. 25). Çağın siyasal gelişmelerinin onu etkilemiş olması belki  ‘irrasyonel’ tavırlarını açıklayabilir. Ancak Hitler’e dek uzanan etkisi nedeniyle tarihi şahsiyet kabul edilmektedir. Biz de onu bu çerçevede ele alıp değerlendireceğiz.

Üç düşman

Luher’in üç düşmanı vardı: Papa, Türkler ve Museviler. Gelişen olaylar içinde tehdit nereden geliyorsa Luther bütün hücumlarını ona yöneltmiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın Macaristan Seferi başlayınca Türkleri düşman ilan etmiş,“Türklere Karşı Savaşımız”(1528) ve “Türklere Karşı Ordu Hutbesi”(1530) risalelerinde onları “şeytanın ajanı” olarak suçlamıştır. Kanuni Viyana’yı kuşatınca, İncil’den ayetler getirerek kıyametin (Apokalypse) yaklaştığını haber vermiştir. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki en büyük rakibi o sıralar Habsburg hanedanıydı. Osmanlı bu yüzden Luther ve Protestanlığı desteklemiştir. Katolik zulmünden kaçan çok sayıda Protestan Osmanlı Devleti’ne sığınmıştır. Buna rağmen Protestanlığın temel öğretisinde yer alan Türk düşmanlığı mevcudiyetini korumuştur. Ama Papa daha büyük şeytandır ona göre.

Luther’in nazarında seyahatnamelerden beslenen Türk imajının aslında çok kötü olmadığını da belirtmek lazım. Örneğin Georgius isimli Transilvanyalı bir askerin Türk esaretinden kaçtıktan sonra Roma’da yayınlattığı anıları Luther Almanca’ya tercüme ettirmiş ve yayınlamıştır. Çok satan bu kitap Osmanlı’nın idari ve siyasi ihtişamı karşısında hayranlık ve saygı uyandırıyordu. Luther buradan yola çıkarak; Türklerin “doğru, iyi ahlaklı ve çalışkan” kimseler olduğuna hükmeder. Ve yargısını da Türklerin Müslüman oluşuyla ilintilendirir. Onun 1540 yılında Almancaya tercüme ettirdiği Kuran meali ise İslamiyet’e karşı kullanabileceği gerekçeler arama çabasından başka bir şey değildir. Hz. İsa ve Hz. Meryem hakkındaki Kur’an ayetlerini ‘şeytanın hilesi’ olarak yorumlar.

Tüm sinagoglar yıkıldı

Başlangıçta Almanya’daki köylü isyanlarının lideri Thomas Münzer ile ittifak kuran Luther, bu isyanlar çıkarlarını savunduğu soylu sınıfa karşı bir tehdit teşkil edince Münzer’den ayrılır. Luther artık “katil ve yağmacı köylü çetelerine karşı” burjuvaziyi ve soyluları savunan bir din adamıdır.  Çelişkilerle dolu hayatı ve insanları kutuplaştıran söylemi nedeniyle hep olumsuz algılanmıştır. Örneğin; “İsa da bir Yahudiydi” (1523) isimli eserinde Musevilerle dostane ilişkilerin kurulmasını savunurken; “Yahudiler ve Yalanları”(1543) risalesinde onlara ‘’köpek’’ muamelesi yapılmasını, mallarına el konulmasını ve hatta öldürülmelerini talep etmektedir. Sorun onun istemesi değil elbette.  Bu söylemin Avrupa’da “bilimsellik” bağlamında 19. yüzyılda ‘Antisemitizm’e dönüşmesi doğrudan Luther ile alakalıdır. Ve tarihte ilk Musevi soykırımı Luther’in izinden yürüyenler tarafından Ortaçağ’da gerçekleştirilmiştir. (Bkz. Thomas Kaufmann: Luthers Juden, 2014) Demogoji ustasının son arzusu - ne yazık ki - doğum günü olan 10 Kasım 1938’de Almanya’daki tüm Sinagoglar yakılarak yerine getirildi. Nazilerin resmi yayın organı ‘Stürmer’in sahibi ve başyazarı Julius Streicher, Nürnberg Mahkemesi önünde yaptığı savunmada; ‘’Luther hayatta olsaydı, şimdi sanık sandalyesine benimle birlikte oturacaktı’’ derken bir gerçeği vurgulamış oluyordu aslında. 

Hoşgörü bir yana diyaloğa bile açık olmayan, hakikat konusunda yalnızca Müslümanlar ve Musevilere değil, kendisinden farklı düşünen Hıristiyanlara bile tahammül edemeyen bir adam Luther. Hıristiyan rakiplerini bizzat tanırken, Museviler ve Müslümanlar ile somut hiç bir ilişkisinin olmaması tarihin bir başka cilvesidir. Gerek olaylara yaklaşımı, gerek önerdiği çözümler günümüz aşırı akımlarına çok benzemektedir. İçine düştüğü kör ‘fanatizm’ anlaşılırsa, çağımızda ortaya çıkan yeni tehlikeler kolayca fark edilecektir. Zira Luther yeryüzünde ayrı din veya farklı görüşe sahip insanlara hayat hakkı tanımayan bir anlayışa sahipti. Verdiği vaazlarında kullandığı kışkırtıcı dil, yani “rakibi imha etmek” ya da “düşmanın kökünü kurutmak” söylemi Batı tarihinde korkunç sonuçlar doğuran bir çığır açmıştır. (Schilling, s. 72)

Başlattığı püritanist hareket hem Kilise, hem de Luther’in kendi hayatı açısından çok büyük değişimleri beraberinde getirmiştir. İkinci Luther’le Wittenberg’de karşılaşıyoruz. Elbe kıyılarına kurulu bu küçük şehirde ilahiyat doktorası yapan Luther eski bir rahibe olan Katharina von Bora’yla evlenmişti. Altı çocuklarıyla birlikte yaşadıkları Collegien Caddesi’ndeki evleri hala ayakta ve içinde acı hatıralar barındırmaktadır. Ortaçağ’ın gerisinde bir zihniyetle karısını mutfağa tıkayan, çocuklarını en küçük kusurda çok döven, tahta bira bardağını elinden düşürmeyen öfkeli bir resim var karşımızda.’’Ruhlarını şeytana satan cadıları kendi elleriyle öldürmek’’ isteyen Luther’in bu mevzuda en az 30 ayrı ‘fetvası’ bulunmaktadır. Kadın meselesine bakışının aynı konuyla ilintili olduğunu da hatırlatmadan geçmeyelim. Yazıları okunduğunda haçlı üslubu, şiddet tutkusu ve öfke nöbeti hemen göze batmaktadır. Dost ya da düşman hakkında mutabık kaldıkları tek nokta onun bu hırçın mizacıdır. ‘’Ben insan değil, ateşim.’’ diyen Nietzsche’den çok önce ‘’Şeytanla boğuşmak için doğdum. Sözüm o yüzden acı, kalemim keskin’’ der Luther. Onun biyografisini kaleme alan Oxford Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Lyndal Roper; ‘Tombul Doktor’ başlıklı makalesinde, Luther’in aşırı hazımsızlık sorununu ima ederek ‘’Çok doğru. Şeytanla helada boğuşurdu’’ demektedir. “Luther cüssesiyle düşünür” kanaatinde olan Prof. Roper, onun sürekli etrafındakilere dalaşmasını, dünyayı “dost-düşman” ayrımı içinde görmesini ruhsal gerginliğine bağlar.

Martin Luther; özetle Hıristiyanların Hıristiyanlığı daha iyi anlamaları ve uygulamaları için mutlaka İncil’e dönülmesi gerektiğini savunuyor. Yalnızca tek bir kaynağa inilerek dinin anlaşılmasını isteyen aşırı muhafazakar ve yeniliklere kapalı bir ilahiyatçı resmi çiziyor. Onun da amacı safiyete dönmek ancak zahirden ötesine geçmeyen, metnin bağlamına dikkat etmeyen bir yöntem öneriyor. Teolojik yansımaların tek çıpası Kutsal Kitap kabul ediliyor. Bu ilke sayesinde Hıristiyanlığın sonradan türeyen uygulama ve yorumlardan kurtulacağını, İlahi Buyruk ile Beşeri İnanç arasında doğrudan iletişim kurulabileceğini ileri sürüyor. Öğretisi, insanın Tanrı önünde yalnızca imanından (sola fide) ötürü mesul olmasına dayanıyor. (Bkz. Martin Luther - Lehrer der christlichen Religion. Reinhard Schwarz, 2015 )

Protestanlık ve Selefilik

Almanya’nın Habermas’dan sonra yaşayan en büyük düşünürü sayılan Peter Sloterdijk  NZZ Gazetesi’nde (2.10.2016) yayımlanan bir makalesinde Reformasyon Hareketi ile Protestanlık mezhebinin fikri, siyasi ve davet üslûbu, radikal ve entegrist yönleri, nassları anlama yöntemi bakımından günümüz Vehabiliği ve Selefiliği arasında çarpıcı paralellikler bulunduğunu iddia etmektedir. Sloterdijk’e göre; Reformasyon da zahirî temele dayanan ve Kutsal Kitab’ı doğrudan ve lafzî olarak yorumlama ve bunları literal anlamlarıyla hayata geçirme eğilimi çok belirgin bir harekettir. Luther’in din yorumu, İncil’e dönmeyi öngörür. Hıristiyanlıktan sapmış olduğunu düşündüğü için geleneksel din anlayışını tasfiye etmeyi ister. Aktif anlamda yeni bir yaşam tarzı, yeni bir ahlâk anlayışı teklif eder. Avrupa bu “fundamentalizm”den 17. yüzyılın ortalarında hukukun yardımıyla kurtulabildi. Ama bu mücadele dine karşı değil, dinle birlikte verildi. Çoğulculuk, hoşgörü ve hukuk devleti gibi modern olgular Reformasyon’dan ötürü değil, aksine onun fikriyatının kışkırttığı ‘Din Şavaşları’(1618-1648) yüzünden hayatiyet kazandı. Batı dünyasında değişen toplumsal hayatı gözden kaçıran zümreler yine zaman düzleminde donuklaşmakta ve günümüzde Neocon ve Evanjelist olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kültürel ve toplumsal aykırılıklar ilahiyatın tek başına ürettiği sonuçlar olmadığı için gelecekte aynı sorunların ilahiyatla aşılabileceğini düşünmek tarihin çarkını geriye çevirmek olur. Bu kavgadan yeniden hoşgörü ve çoğulculuk anlayışı galip çıkacaktır. Protestanlık türünden “ulusal din” yaratmanın bir insanlık ayıbı olduğu bir kez daha görülecektir. En azından 500 yıl sonra Martin Luther’in bir özgürlük ve çağdaşlık savaşçısı olmadığı kesinlik kazanacaktır.

[email protected]