ABD ile yollar ayrılıyor mu?

Serdar Bülent Yılmaz / Avukat
24.09.2016

Türkiye’nin tavrı ABD ile ipleri koparmaktan ziyade, verili sistem içinde bağımsız hareket etmenin alanını genişletmek ve kendi bağımsız politikalarını mevcut şartları zorlayarak uygulamaya çalışmaktan ibaret. Bunu da son yıllarda giderek daha da alıştığımız bir şekilde çatışmayı ve ittifakı bir arada yürüterek yapıyor.


ABD ile yollar ayrılıyor mu?

Türkiye’nin ABD’ye rağmen Suriye’ye girmesi, bunu üstelik Rusya ile yakınlaştığı bir süreçte ve Rusya’yla anlaşarak yapması Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceğini tartışmaya açtı. Elbette tartışma salt bu olgu üzerine kurulmuyor. Bu zemini besleyen başka argümanlar da var. Mesela ABD’nin Suriye’de Türkiye’nin itirazlarına rağmen YPG ile kurduğu yakın ilişki ile FETÖ konusundaki umursamaz tavrını; AB’nin ise Türkiye karşıtı tutumunu son yıllarda düşmanlığa vardırması ve darbe girişimini değil Türkiye’nin aldığı tedbirleri eleştiri konusu yapmasını Türkiye’nin Batı bloğu ile ilişkisinin sorgulanmasına neden olan diğer gelişmeler olarak sayabiliriz.

Bu zeminin üzerinde iteklenerek yaşatılmaya çalışılan bir ilişkinin sorunsuz bir şekilde sürdürülemezliği ortada. İlişkilerde bardağı taşıran son damla ise 15 Temmuz darbesi oldu. Darbeden ABD’nin bilgisi olduğu konusunda AK Parti hükümetinin kuşkusu yok. Erdoğan’dan rahatsızlığı bilinen ABD’nin son çare olarak böyle bir darbeyi desteklemeyi düşünmüş olması akla uzak gelen bir ihtimal değil. Türkiye hükümetinin yaklaşımı bu yönde.

FETÖ darbe girişimi sonrası PKK’nın gerçekleştirdiği büyük terör eylemleri ile kalabalık gruplarla çeşitli bölgelerde saldırıya geçmesi, hükümet kanadında ve toplumda ABD’nin ikinci hamlesi olarak okunuyor. Nitekim hükümete yakın bazı yayın organlarında, Fırat Kalkanı operasyonu sürerken PKK’nın yüzlerce militanla gerçekleştirdiği Çukurca hamlesinin “ABD Terörü” olarak görüldüğünü hatırlayalım.

Dolayısıyla AK Parti hükümetinin son gelişmelerin arkasında ABD’nin olduğu,Türkiye’yi çevreleme hareketine öncülük ettiği ve AK Parti hükümetinin düşmesi için çeşitli yollar denediği yönünde ciddi bir kanaat taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu bağlamda Rusya ile uçak krizi sonrası bozulan ilişkilerin onarılmakla kalmayıp stratejik ve askeri bir ilişkiyi kapsayacak şekilde derinleştirilmesi, ABD’ye sembolik bir mesajın da ötesinde daha somut bir karşı hamle şeklinde değerlendirilebilir.

Gerilen ilişkiler

Suriye’yi, YPG’yi, FETÖ’yü, DAEŞ’i ve bölgedeki diğer gelişmeleri Türkiye - ABD ilişkileri açısından okuduğumuzda “stratejik müttefik ve model ortak ABD” ile makasın giderek açıldığı gerçeğiyle yüz yüzeyiz.

Üstelik gelişmeler tahmin edildiği üzere ABD’ye rağmen ilerlerse, Suriye’nin, Türkiye - ABD ilişkileri açısından yeni bir nirengi noktası, hatta derin hesaplaşmanın mekanı olacağını ileri sürebiliriz.

Daha da ileri giderek, ABD-Türkiye geriliminin hiç de basit olmadığını,”vekâlet savaşları” konsepti üzerinden YPG ile çatışma nispetinde yer yer çatışmaya dönüştüğünü söyleyebiliriz.

Nitekim, YPG’nin ÖSO ile çarpıştığı yerlerde ABD bayrağını -büyük olasılıkla ABD’nin rızası ve bilgisi dahilinde- dokunulmazlık zırhı olarak kullanması bunun göstergesi kabul edilmeli. YPG mevzilerinde göndere çekilen ABD bayrağının “YPG ile değil ABD ile çatışıldığı” şeklinde bir mesaj içerdiği açıktır.

ABD’nin YPG tercihi

İcra edilen bu vekalet savaşında ABD’nin YPG stratejisi Türkiye’nin Suriye girmesi ile bozulmaya başladı. Bu strateji planlanırken, Türkiye’nin ABD’ye rağmen Suriye’ye ve YPG’ye müdahale etmeyeceği düşünülmüş olmalı. Planlayıcıların Türkiye’yi çaresiz bir NATO mandası gibi görmüş olması, güçlü ve sonuç alıcı gibi görünen planın en büyük zaafı gibi görünüyor.

Sonuç itibariyle kendisini bir terör grubuyla özdeş kılacak bu tercih, ABD’yi uluslararası platformda trajik bir duruma düşürdüğü gibi Suriye’de yaptığı planların da elinde patlamasına neden oluyor.

Bütün bunları söylerken ABD’nin çok yönlü bir oyuncu olduğunu akılda tutmakta fayda var. Nitekim ABD bir yandan YPG’yi açıkça öne çıkarıp desteklerken diğer yandan YPG ile de savaşan ÖSO’yu destekliyor. Bu durumda Suriye’de birkaç ABD ve birkaç strateji ile karşı karşıya olduğumuzu unutmamak lazım.

Ancak bütün bunlara rağmen yine de ABD’nin Suriye’deki gerçek partnerinin şimdilik YPG/PYD olduğu açık. Türkiye’nin Suriye’de YPG ile girdiği sathi çatışmayı derinleştirmesi ve yaygınlaştırması durumunda ABD, YPG ile ilişkisini gözden geçirmek durumunda kalacaktır. Zira böyle bir senaryoda ABD’nin “başarı” ihtimali ABD yönetimi için bile oldukça uzak bir ihtimal. Bizim bilmediğimiz ama ABD’nin bildiği bir şey yoksa YPG tercihi Amerika’nın Ortadoğu’daki geleceği açısından bir intihar girişimi anlamına gelecektir.

Henüz oyunun bitmediğini, galibin ve mağlubun ilan edilmesi için çok erken olduğunu kendimize de hatırlatarak, bölgenin etnik ve mezhebi fay hatları ile oynayarak kendi listesinde bile terör örgütü olarak kabul edilen bir silahlı örgütten bir devlet yaratma çabasının herkes açısından büyük sorunlar doğuracağı muhakkaktır.

“ABD, Suriye’de müttefik olarak YPG’yi niçin seçti?” sorusu, ABD stratejisini anlamak açısından önem arz ediyor. Bunun nedenini PKK’nın karakteristik yapısında aramak gerekir. Çünkü PKK/YPG, Suriyeli gruplar içinde birkaç yönüyle farklı bir profil çiziyor. Birincisi, ABD ile defalarca ittifak kurulmuş ve bu konuda iki taraf da birbirini iyi tanıyor. İkincisi, YPG/PKK Suriyeli gruplar içinde seküler ve katı laik yanıyla sivriliyor. Suriye’deki genel İslami görünümü ABD ancak bu şekilde dengeleyebileceğini düşünüyor. Üçüncüsü, YPG/PKK, komitacı ve sertlik yanlısı modernist tutumuyla halkı baskı ve şiddetle kuşatarak dönüştüren bir yapıya sahip. Suriye’de dönüşümün hızlı olmasını isteyen ABD için bu önemli.

Fakat, gerilimi tırmandıran YPG mevzusunun Suriye ile ilgili olduğunu unutmamak gerekir. Üstelik ABD her istediğini yapabilen bir ülke değil. Tıpkı Türkiye gibi ABD de bölgenin ve uluslararası siyasetin dengelerini gözetmek zorunda kalıyor. Bu durumda zaman içinde, Türkiye doğru hamleler yaptıkça ABD, PYD ile kurduğu derin ilişkileri sığlaştıracaktır.

Nitekim lokal tercihleri bir kenara bırakırsak, ABD’nin kendi çıkarları açısından son kertede PYD’yi Türkiye’ye tercih etmeyeceği ortadadır. Su gider kum kalır. Suriye krizi çözülüp ülke stabil hale geldikçe, DAEŞ sorunu azaldıkça ve PYD’nin ABD’ye maliyeti arttıkça PYD’nin önemi de azalacaktır. Bütün bu gelişmelerden hareketle şu anda kendi geleceğinden en fazla endişe etmesi gerekenin Türkiye’den öte PKK/PYD olduğunu söylemek mümkündür.

Atlantik Paktı’ndan çıkmak

Son gelişmeler, 72 yıllık ABD prangasının parçalanması anlamına mı geliyor gerçekten? Yoksa temennilerle gerçekler birbirine mi karışıyor? Bu sorular son zamanlarda sık sık sorulan sorular.

Gelişmeler konusunda heyecanını gizleyemeyenlerin sıkça dillendirdiği Türkiye için bir “eksen kayması”ndan bahsetmek bu şartlarda pek rasyonel görünmüyor. Türkiye’nin, Kuzey Atlantik Paktı’ndan ve Batı bloğundan ayrılmayı düşünmesi için yukarıda bahsettiğimiz gerilimlerden daha fazlası gerekiyor.

Açıkçası, Türkiye’nin izlediği politikayı bir ayrışma politikası olarak değerlendirmek aceleci bir yaklaşım olur. Zira ayrışma politikası ile gerilim siyasetini ayırmamız gerekiyor.

Türkiye’nin, darbenin arkasında ABD’yi görmesi, FETÖ ve YPG konusunda Amerika ile anlaşmazlık yaşaması, bu nedenle gerilimin tırmanması, tam da bu dönemde Rusya ile yakınlaşması Türkiye’nin ABD ve Batı ile yollarının ayrılması anlamına gelmiyor. Nitekim Türkiye, Cerablus operasyonunu ABD’ye rağmen yapmasına, YPG mevzilerini ABD’ye rağmen vurmasına karşın, Halep’teki Rus ve rejim kuşatması karşısında ABD ile işbirliği yapabiliyor. Yani Türkiye’nin Suriye politikası ABD ve Rusya ile ilişkiler konusunda konudan konuya farklılıklar gösteriyor. Bir konuda Rusya ile yakınlaşırken diğer konuda ABD ile ortak hareket edebiliyor. Bu tavır “bağımsız politika” yürütmeye çalışmanın bir sonucudur.

Araftaki Türkiye nereye?

Türkiye eksenini değiştirirse, kaçınılmaz olarak Rus- Çin bloğuna mı dâhil olur, yoksa Batı ile Doğu arasında “el menziletübeyne’l-menzileteyn” konumunda mı kalır? Alternatif olarak çoklukla ve heyecanla dillendirilen bir İslam ülkeleri bloğu gelişir mi? Bunlar eksen kayması tezini ortaya atmadan önce konuşulması gereken konular.

Türkiye bir NATO ülkesi ve buradan ayrıldığında içine girebileceği dünya son derece istikrarsız ve kargaşa dolu. Öte yandan Batı dünyası da Türkiye’ye karşı giderek dozu artan bir karşıtlık politikası içinde. Doğrusu Türkiye’nin, iki ayrı dünyanın arafında olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bu nedenle, Türkiye’nin eksen değiştirmeye başladığı şeklindeki temenniyi aşamayan görüşlerin şu anda somut bir karşılığı yok. Ama önemli ve güçlü bir olasılığı da gözden kaçırmamamız gerekiyor. Türkiye hem siyaset hem toplum olarak Batı bloğu ile ilişkilerini artık paradigmal düzeyde tartışıyor. Bütün bu gelişmeler paradigmanın yeniden kurulması söylemine paralel ilerliyor. Dolayısıyla bir paradigmal değişim düşünülüyorsa Batı ile ilişkiler de bundan nasibini alacaktır. Bu durum NATO üyeliğini tartışmaktan daha gerçekçidir ve NATO ile ilişkilerin sorgulanması ancak paradigmal bir tartışma ile yürüdüğünde bir anlam taşıyacaktır.

Kaldı ki küresel düzlemde Batı’nın sorgulandığı bir süreç yaşıyoruz. Dünya ülkeleri Batı’nın kirli yüzünü tartışıyor. Sömürüye, Batı’nın ideolojik dayatmalarına, ülkelerin yönetimlerini belirlemesine, çifte standarda itiraz sesleri daha fazla yükseliyor. Sadece İslam dünyasında değil, dünyanın geri kalanında da bu sorgulama yapılıyor. Bu tablodan Türkiye de etkileniyor ve doğrusu son yıllardaki tutumu ve söylemiyle Türkiye etkilenen konumundan daha fazla etkileyen konumunda.

Bu tespitleri, Türkiye’nin ABD’nin başını çektiği Batı bloğuyla ilişkilerine bağlayacak olursak, Türkiye’nin PYD/YPG krizi ve 15 Temmuz FETÖ’cü darbe girişimi nedeniyle kolayca bir ayrışma yaşayacağını söylemek mümkün değil. Hatta iktidarın böyle bir hedefinin olduğunu hiç sanmıyorum. Zira antiemperyalizm bağlamında kulağa hoş gelen bu düşüncenin siyasi olarak hiçbir somut zemini görünmüyor.

Bütün bu gelişmelerin temelde konjonktürel tartışmalar olduğunu unutmayalım. Yakın gelecekte ABD’nin, PYD’yi gözden çıkarma ihtimali bulunmuyor. PYD ile Türkiye’yi dengeleme, bölgede laik bir gücü var kılma siyasetini sürdüreceğe benziyor. Hatta Türkiye’ye rağmen YPG’yi daha fazla destekleyip güçlendirebilir. Buna karşın Türkiye de, Suriye’de kendisine yakın grupları destekleyip güçlendirerek PYD’ye karşı bir güç dengesi kurma ve elini güçlendirme politikasını daha da ileriye taşımayı tercih edecektir.

Bu taktik savaşları ve stratejik hamleler, ABD ile iplerin kopması sonucunu doğurmaz ancak ortaklığın boyut ve derinliğini etkileyebilir. Ortaklığı daha fazla tartışmalı hale getirir ve Türkiye için alternatifleri çoğaltır. Türkiye karşı hamleler yaptıkça daha fazla manevra sahası kazanacaktır. Sürece yeni ortaklar katacak, yeni güç dengeleri tesis olacaktır. Dolayısıyla her durumda bu gerilimin Türkiye’ye yaradığını söyleyebiliriz.

Türkiye’nin tavrı ABD ile ipleri koparmaktan ziyade, verili sistem içinde bağımsız hareket etmenin alanını genişletmek ve kendi bağımsız politikalarını mevcut şartları zorlayarak uygulamaya çalışmaktan ibaret. Bunu da son yıllarda giderek daha da alıştığımız bir şekilde çatışmayı ve ittifakı bir arada yürüterek yapıyor. Hamaseti bir kenara bırakırsak, reel ve doğru olan bağımsız politika üretmenin şartlarını zorlamaktır. Bunun için risk almak, sınırları zorlamak ve kendi ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri zeminini sağlam tutmak gerekiyor. Türkiye’nin tavrı şimdilik bundan ibaret. Unutmamak gerekir ki Türkiye’nin dış politikadaki görece bağımsız tavrı ve uluslararası konularda özne olma siyaseti sürdükçe “ittifak-çatışma” stratejisi de devam edecek ve biz yine kendimizi zaman zaman bu konuları tartışırken bulacağız.

[email protected]