ABD nereye gidiyor?

Samir Hafez / Suriye Türkmen Birliği Başkanı
9.07.2016

Amerika günümüzde de “Tek söz sahibi benim” diyor, Avrupalıları da bu konuda dost olarak görmüyor. PYD üzerinde oyun üstüne oyun kurarak bölgedeki hakimiyetini sürdürüyor.


ABD nereye gidiyor?

ABD, PYD’yi desteklemekle ne yapmak istiyor? Beş yıldan bu yana Suriyeli devrimciler 10 binlerce şehit vererek, kendi topraklarını korumak için savaşıyor. Sayıları 100 binleri aşan devrimci güçler, modası geçmiş silahlarla, ABD’nin ambargosuna rağmen az da olsa ilerliyor.

Suriye’deki diğer tüm muhalif savaşçılara rağmen ABD’nin Suriye’nin tek kurtarıcısı olarak PYD’yi görmesi ve desteklemesi, bizlere “Amerika nereye gidiyor?” sorusunu sorduruyor. ABD’nin amacı yalnız federatif bir Kürt devleti mi? Hiç zannetmiyorum...

YPG’nin bulunduğu bölgelerde, Suriye’nin petrol kuyularının yüzde12’si bulunuyor. DAEŞ ise petrol kuyularının yüzde 80’ini kontrol ediyor. DAEŞ’in elindeki petrol kuyularının yüzde 80’ini PYD’ye verse bile dünya petrol dengesini değiştirmeyeceğini biliyor. ABD bu toprakların enerji kaynaklarının peşinde koşuyor.

Ben 2011’de Suriye’den ayrıldığımda, bir günde 350 bin varil petrol üretiliyordu. Mesela 1 milyon varil çıktığını farz edelim... Amerika her zamanki siyasi ortaklarını, NATO ortaklıklarını bırakarak, PYD’nin gücüne güç katmak üzere onlara petrol hakkı vermekle ne yapmak istiyor?

“Tek söz sahibi benim”

Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalandığı yıllara bakalım: Britanya ve Fransa, Levant bölgesini paylaşmak üzere iyi bir plan yapmıştı. Oysa ki Kut’ül Amare savaşında Türk, Arap, Kürt ve Hristiyan askerler ile birlikte verilen mücadelede onlar kaybetmişlerdi. Fakat onlar bu kazanılmış mücadeleyi hiçe sayarak bölgeyi Sykes Picot antlaşması ile aralarında paylaştı. Fransa kıyı bölgeleri bırakarak Irak tarafına da yöneldi ve orada I.P.C.’yi (Iraq Petrol Company) kurdu. Ve Saddam gelene kadar bölgenin tek hakimi oldu. Elbette bu durumda Amerika bu bölgede dışarıda kalan oldu. Bu paylaşımlardan hiç pay alamayan Amerika, II. Dünya Savaşı’nda kendine yeni bir çıkış yolu buldu. Roosvelt ve Suud Kralı’nın gemi üzerinde yaptığı bir antlaşma sonucu, Amerika dünyanın en büyük petrol yataklarını bulunduğu bölgeyi himayesi altına almış oldu. Ve tabii ki Amerika’ya bu da yetmedi...

Amerika günümüzde de “Tek söz sahibi benim” diyor, Avrupalıları da bu konuda dost olarak görmüyor. PYD üzerinde oyun üstüne oyun kurarak bölgedeki hakimiyetini sürdürüyor. “Harita benim” dercesine, Amerika bölgeyi gönlünce paylaştırıyor. Peki neden? Hep İsrail’i sorumlu tutarız olanlardan, diğerlerinin bir şeyler yaptığını görsek de hep İsrail’i korumak için yaptığını söyleriz. İsrail 1948’de kuruldu ve etrafında yaptığı tüm savaşları kazandı, kazandırıldı. Sonunda büyüdüğü alan yüzde 25-30 arttı ama yine de Ortadoğu’da küçük bir yere sahip, çünkü gerektiği kadar büyümesine de izin verilmedi.

ABD’de kaldığım yıllarda, pazar sabahları kilisenin büyük rahipleri “Mezopotamya ve Levant bölgeleri kana bulanmadan, zulüm görmeden Hz. İsa dönmez” diyorlardı. Öyle bir ortam yaratmak lazımdı ki Hz. İsa bir an önce dünyaya dönsün... Bu bahaneler ile Bush, Irak’a girdi. Sonuda Batı alemi ile hiç derdi olmayan Şii İran’ı da bu işe soktular. Böylece PYD oyuncağı 250 asker öne sürdüler, üstelik Rusya’yı aptal yerine koyarak, oyalayarak. Güçlü bir mazisi olan, bir zamanlar dünyanın üçte birine sahip olan Osmanlı’dan kalma bir ülke olan Türkiye’nin de önünü keserek bu parçalanmaların artmasına sebep oluyorlar. Ve en sonunda Türkiye ve Arap müttefikleri, bir gün mutlaka Amerika ve desteklediği gruplar ile bir çatışma yaşayacak, karşı karşıya gelecek.

Galip kim biliyor musunuz? Türkiye ve müttefikleri olacak, görürsünüz...

DAEŞ’in doğuşuna dair

2011 yılında Lazkiye’de Tunus olaylarının ilerleyişini beklerken Suriye rejimi çok tedirgindi ve biliyorduk ki Libya’da Arap Baharı olursa bu Suriye’ye de sıçrayacaktı. Bu durumun Suriye rejimi de farkındaydı. Ve Libya’da başladı, ardından Şam’da ticaret merkezlerinde kıpırdanmalar oldu. Bu dönemde hükümet ilk defa olayları barışçıl yöntemlerle çözmeye çalıştı, tutuklu tüccarları salıverdi. Ama alev kıvılcımları ilerlemeye ve bazı yerlerde tutuşmaya başlamıştı. Şam rejimi buna hazırdı ne de olsa 1982 Hama olaylarından dolayı oldukça tecrübeliydi. Aradan yıllar geçti ve korku duvarı aralandı. Suriye İstihbarat Teşkilatı korkutma ve baskı ile halkı kontrol altında tutmaya çalışıyordu. Sonunda o korku duvarı yıkıldı ve yıllardır patlamaya hazır bekleyen Lazkiye Sünni halkı sokaklara dökülmeye başladı. Şeyh Dir meydanında toplandılar... Bu durumdan haberdar olan çevredeki Nusayri köylerinden yüzlerce insan arabalarla oraya geldi ve ölüm saçmaya başladı. Emniyet güçleri olaya müdahale etti ama 20 kişi şehit olmuştu. Lazkiye’de evimin önünde Fransızların yaptığı büyük bir hastane vardı, Bağdat Caddesi’nde. Bu hastane personelinin hepsi Nusayri’ydi ve bütün personel kalaşnikoflarla, bellerinde dolu şarjörler ve el bombalarıyla silahlandı. Hastaneye yaralılar gelmeye başladı ama Bayır Bucak Türkmenlerinden yaralı bir genç kanamalı iken iki gün bırakıldı, ölümüne sebebiyet verildi. Bunun gibi 20 gencin hikayesini biliyoruz.

Artık Suriye halkını durdurmak imkansızdı. Olacakları tahmin ettim ve eşimle beraber Yayladağı kapısından yürüyerek Türkiye’ye geçtik. 2012’de birkaç genç muhalif komutanı çağırdım. Suriye’nin ve rejimin yapısını iyi bildiğim için, Dera’daki durumu anlattım. Diğer bölgelerin durumunu da... Çatışmalar kasten Sünni bölgelere yöneliyordu. Rejimin güçlü ve en korunaklı bölgelerine saldırı düzenlenirse, o bölge halkı ve Frajil rahatına çok düşkündür, tehlikeyi hissederlerse Şam rejimine baskı yaparak barışçıl bir çözüm isterler diye tavsiyede bulunmuştum. Ama muhalif liderler hep kendi bölgelerini korumayı tercih etti. Böylece altı yıl geçti, rejimin koruduğu Sahil kesimi, Tartus,Baniyas, Jable ve Lazkiye de sanki Suriye’de savaş yokmuş gibi bir haldeydi. Düğünler yapılıyor, lokantalar, oteller doluyordu. Ama tabii göç edenlerin manzarası rahatsız ediyordu onları. Benim önerdiğim fikri üstlenen bazı muhalif liderler beş yıl içinde oradaki merkezlere saldırmaya çalıştı ama görünmez karanlık bir güç onları engelliyor, büyük etki uyandıracak bir şeyler yapmasına müsaade etmiyordu. Beş yıl böyle geçti, sahil kesiminin tüm yolları ve dağlarına her iki kilometrede bir kontrol noktası kurup, buradan kuş uçurtmadılar. Dera, Hama, Humus, Halep, İdlip ve diğer şehirler yerle bir oldu. Sahil şehirleri dışında her yer harabe oldu. Bu durum garip değil mi?

Biraz geriye gidelim, Suriye rejimi hapishaneleri 2005’te Müslüman gençlerle doluydu. Kimi 1 yıl, kimi 20 yıl mahkemesiz hapishanelerde tutuklu kaldı. Ama enteresan bir kesim ise hapishanede Hilton’da kalır gibi bir yaşam sürüyordu. Seçilmiş, yarı serseri yarı ekstermist kişilere İslami yasak yayınlar veriliyordu. Hatta bu kişiler hapishanede hafif beden eğitimi ve askeri eğitim bile görüyordu. Yani orada terörist olarak yetiştiriliyorlardı. Bir dönem Suriye rejimi, bunları Irak’a yollayıp camilere, çarşılara intihar saldırıları düzenletti. 2013-2014 yılına geldiğimizde ise karşımıza birden düzenli, eğitimli, tecrübeli, tekfirci, İslam’la alakası olmayan bir DAEŞ çıktı. Geçen gün Tartus ve Jable’de yedi korkunç intihar saldırısı oldu (Beş yıl korunmuş, rahat yaşayan bölgelerde) 120’den fazla ölü, 200’den fazla yaralı vardı. Hani kuş uçmazdı... Acaba bu olaylar bunca seneden sonra kimin işine yaradı? Birinci seçenek, Suriye rejimi dünyaya “Ben de terör mağduruyum” demek istedi. Ya da ikinci seçenek: Gevşeyen sahil şehirlerinin Nusayri halkı, korku salarak Şam rejimine yeniden destek toplamak istedi, zira rejim askerlerinin sayısı azaldı. Bir diğer seçenek ise sahil kesiminin artık yaşamak için Suriye’den koparılması. Suriye ciddi bir bölünmeye gidiyor. Son seçenek uygulanırken ortaya yeni bir aktör çıktı: İran Farisi İmparatorluğu...

[email protected]