Yeni dönemde ABD’nin Ortadoğu’da görünürlüğünün azalacağını öngörebiliriz. Obama yönetimi Ortadoğu’ya dışarıdan bir düzen empoze etme çabasının ABD’ye zarar getireceğinin farkında.
KADİR ÜSTÜN/SETA Washington
Obama’nın ikinci başkanlık döneminde de Ortadoğu politikasının şekillenmesinde görece ‘minimalist’ tavrını devam ettireceğini söyleyebiliriz. Bölgeyi ‘büyük çözümler’ üzerinden şekillendirme iddiasından uzak duran ancak ulusal hayati çıkar olarak tanımladığı enerji piyasalarının istikrarı, İsrail’in güvenliği ve terörle mücadele konularını önceleyen bir Amerikan politikası beklemek gerçekçi olacaktır. Önümüzdeki on yılda küresel bir strateji değişikliğini hayata geçirmeye çalışacak olan ABD, Ortadoğu politikasını da yeni Asya-Pasifik stratejisinin gerekleri çerçevesinde şekillendirmeye çalışacaktır.
Obama yönetimi Asya-Pasifik stratejisinin getireceği ‘eksen’ değişikliğiyle Amerika’nın dikkatini ve enerjisini daha fazla Asya’ya çevirmek istemektedir. Bu yeni strateji ABD’nin Ortadoğu’dan ‘çekilmesi’ anlamına gelmemektedir. Ancak önümüzdeki dönemin, yeni stratejinin uygulanması noktasında bir geçiş dönemi olduğunu göz önünde bulundurursak, ABD’nin Ortadoğu’da görünürlüğünün azalacağını öngörebiliriz. Bölgeye dışarıdan bir düzen empoze edemeyeceğinin ve dahası böyle bir çabanın kendine zarar vereceğinin farkında olan Obama yönetimi mecbur kalmadıkça maliyet ödemekten kaçınan ve sadece ulusal çıkarları doğrudan tehdit edildiğinde bölgeye dönen bir politika izlemeye devam edecektir.
ABD Ortadoğu’dan çekiliyor mu?
Arap devrimleri sürecinde aktif bir rol oynadığı algısı yaratmasına rağmen -Libya örneğinde ‘geriden liderlik’ olarak tezahür eden- Amerikan politikası oldukça ihtiyatlı bir görüntü çizmiştir. ABD, içinde bulunduğumuz geçiş döneminde Mısır-İsrail barışının korunması, İran Körfezi’nde istikrarsızlığın önlenmesi, İran’ın nükleer programı ve el-Kaide’yle mücadele gibi meseleleri öncelerken daha bütüncül bölgesel politikalar üretemedi. Arap Baharı sürecinde bir yandan Amerikan ulusal çıkarlarını korumak diğer yandan da Arap halklarının mücadelelerini desteklemek zorunda kalan Obama yönetimi, ge≠lişmeleri yönlendirme kabiliyetinin sınırlı olmasından dolayı değişimlere ayak uydur≠maya çalışan bir tavır sergilemekle yetindi. Ortadoğu’daki istikrarsızlığın kısa ve orta vadede devam edeceğini göz önünde bulundurduğumuzda, ABD’nin halihazırda fazla risk almayan tavrında köklü bir değişiklik beklemek için ciddi bir neden yok. Irak’ta 5 binin üzerinde Amerikan askerinin hayatını kaybetmesi, 1 trilyon dolar üzerindeki savaş faturası ve siyasi prestij kaybı, ABD yönetimi için sürekli ders alınması gereken bir tecrübe olarak kabul edilmektedir.
Pentagon ve güvenlik çevreleri de Irak savaşının ‘ulus inşası’ ve Sünni ayaklanmasının öğrettiklerine rağmen son tahlilde büyük maliyetlerin ödendiği ve pek de hatırlamak istemediği bir tecrübe olarak görmektedir. Bu anlamda Afganistan ve Irak savaşlarının bitirilmesinin 2008 ve 2012’de Obama’nın en önemli seçim vaatlerinin başında gelmesi rastlantı değildi. Ortadoğu’da yeni bir ‘macera’ yaşamak istemeyen ABD’nin Suriye’ye bakışında Irak ‘travmasının’ etkisi devam etmektedir. Yönetime yakın çevrelerin Suriye analizlerinde, Amerikan ulusal çıkarlarının İsrail’in ve Amerikan müttefiklerinin güvenliği, el-Kaide ve kimyasal silahların kullanılması riskleri bağlamında tanımlanması Irak tecrübesinin etkisini göstermektedir. Suriye’de ulusal hayati çıkarlarına bir tehdidin söz konusu olmadığını düşünen yönetim, sorunun çözümü konusunda pazarlığa açık olduğunu pek de saklamayan Rusya’yla stratejik ödün vermeyi gerektirecek bir pazarlığa girmekten kaçınmaktadır. İran konusunda Rusya’yı yanında tutmak isteyecek olan ABD, Rusya’yla Suriye üzerinden karşı karşıya gelmekten kaçınacaktır. Diplomatik çabalarına devam edip Türkiye’nin taleplerine daha açık olmasını bekleyebileceğimiz yönetimin kısa dönemde dört başı mamur bir Suriye politikası geliştirmesini beklemek çok gerçekçi değildir.
ABD askeri müdahaleye gidebilecek her senaryodan mümkün oldukça uzak duracaktır. Uçuşa yasak bölge ilan etme gibi bir çözüm diplomatik ve siyasi maliyeti yüksek BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan mümkün değildir. Rusya ve İran’la sahada bir vekalet savaşının içine girmek de makul görünmemektedir. Muhalefeti silahlandırmanın ‘radikal’ İslamcı grupların silahlandırılmasıyla sonuçlanması ve Suriye’nin 1980’ler Afganistan’ına dönme riski dile getirilmektedir. Bu riskler ABD’nin Suriye konusunda politikasızlığının bahaneleri haline gelmiştir. Obama yeniden seçilme kaygısı olmadığı için daha cesur adımlar atabilir ancak bu adımların mütevazi girişimler olacağı kuvvetle muhtemeldir. Irak’taki kırılgan siyasi koalisyonun çökmemesi ve mezhep merkezli bir iç savaşa sürüklenmemesi ABD için kısa dönemli hedefler olarak öne çıkmaktadır. Irak, Körfez ve İran arasında giderek şiddeti artan mezhep çekişmesinin ortasında yer alıyor. Bölgenin bu çekişmeden doğabilecek çatışmalara sürüklenmesi ABD açısından da istenilen bir durum sayılmaz. Zira Körfez’in içine çekileceği muhtemel bir çatışmanın küresel enerji piyasalarına etkisi can yakıcı olacaktır. Obama yönetimi 2012 seçimleri öncesi Bağdat’la sorun yaşamamak adına bu riskleri azaltmak için ciddi bir çaba sarfetmemiştir.
Amerika önümüzdeki dönemde Irak’la stratejik anlaşmalar ve silah satışları üzerinden uzun vadeli bir ilişki oluşturmaya çalışacaktır. Amerikan yönetiminin Irak’a sattığı ve 2014 başında teslimi planlanan F-16’ları bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Ancak Irak’ın Rusya’yla 4,3 milyar dolarlık silah alımı anlaşması imzalaması ABD’nin etkisinin önümüzdeki dönemde sınırlı kalacağını da göstermektedir. Türkiye’nin Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle geliştirdiği ilişkiler istikrara katkı sağladığı oranda Amerika tarafından sorun teşkil etmemektedir. Obama yönetimi Kuzey Irak’la ilişkilerinde Türkiye’nin önceliklerini önemsemekte ve Barzani yönetiminin Türkiye’yi aradan çıkarıp doğrudan ABD’yle muhatap bir Amerikan uydusu olmasına yeşil ışık yakmamaktadır. Türkiye’nin dışlandığı bir politika ne Kuzey Irak yönetimi ne de Bağdat yönetimi açısından sürdürülebilir değildir. ABD de bu gerçeği kabul etmiş, Türkiye’yle birlikte çalışmayı tercih etmiştir.
ABD’nin Irak işgaliyle Saddam Hüseyin’i ortadan kaldırarak İran’ın Irak üzerinde belki de tarihte görülmemiş düzeyde etkisinin artmasını sağlaması bir paradoks olarak karşımızda durmaktadır. Ancak ABD’nin İran’ı dengeleme konusunda Irak’a ihtiyacı vardır. Halihazırda Irak İran’a fazla mesafe koymazken, ABD yönetimi Irak’ın İran’ın yörüngesine girmeyeceğini hesaplamaktadır. Birçok Amerikan savunma uzmanı Irak konusunu artık geride bırakmış olmak istemesi ve bu konuyu konuşmaması Irak travmasının belli düzeyde bir nevi ‘duyarsızlığa’ dönüştüğünün göstergesidir. Önümüzdeki dönemde ABD’nin Irak’ta mevcut istikrarsızlığın yönetilebilir düzeyde kalmasıyla yetineceğini öngörebiliriz.
İsrail-İran çekişmesinin yönetilmesi
Netanyahu yönetiminde İsrail’in 2012 seçim yılını İran’a askeri operasyon gündemiyle esir alması Obama yönetiminde derin rahatsızlıklara yol açtı. Bir yılı aşkın süredir yüksek sözle askeri operasyonu gündemde tutan İsrail bir yandan Barış Süreci’nin gündemden çıkarılmasını sağladı, öte yandan Netanyahu, Obama’yı İran’ın nükleer bomba edinmesine müsaade etmeyeceği ve askeri de dahil olmak üzere bütün opsiyonları masada tutacağı taahhüdünü vermeye zorladı. Obama’nın analistler ve bizzat İsrailli yetkililer tarafından da İsrail’in güvenliği için en çok iş yapan başkan olarak tanımlanması rastlantı değil. Obama’nın gerek Demir Kubbe projesine verdiği mali destek gerek BM’de ve Mavi Marmara olayında İsrail’e verdiği diplomatik destek bu yargıyı makul kılıyor. Öte yandan Obama’yla Netanyahu’nun kişisel ilişkilerinin soğukluğu sır değil. Netanyahu’nun basına sürekli İran’a askeri operasyonla ilgili demeçler vermesinden tedirgin olan ABD yönetimi -zira İsrail’in haber vermeden bir operasyona girişmesi ABD’yi kendi seçmediği bir savaşa girmeye zorlayabilir- İsrail’in diplomasiye zaman tanıması için çalıştı. Öte yandan yönetim İran politikasını nükleer program meselesine indirmiş durumda ve İran’a yaptırımlar üzerinden yoğun bir baskı uygulamaktadır. İsrail’in tek başına bir saldırı yapmasının önlenmesi ve İran’ın pazarlık masasına oturtulması Obama’nın İran politikası önceliklerini oluşturuyor. Yönetime yakın çevrelerin yazdıkları analizlerde, İran’ın İsrail’e ve ABD’ye hayati bir tehdit teşkil etmediği ve muhtemel bir operasyonun bölgesel krize dönüşeceği anlatılıyor. Bunun operasyon yanlısı İsrailliler için tek bir anlamı var: ABD, İran’ın nükleer silahı edinme ihtimaline karşı ‘çevreleme’ siyasetine hazırlık yapıyor. “İran nükleer bomba edinirse çevreleme stratejisiyle etkisiz hale getirir, yeni bir Kuzey Kore yaratırım” yaklaşımı Netanyahu açısından kabul edilebilir bir pozisyon değil. Obama, yönetime yakın çevrelerce sessizce dile getirilen çevreleme stratejisini reddetmeye devam edecektir. Bölgede nükleer silah sahibi tek ülke olan İsrail bu avantajını koruyarak bölgesel stratejik dengenin kendi aleyhine bozulmasını istemiyor. Dolayısıyla İran’ın ‘varoluşsal’ tehdit olduğu argümanı ABD siyaset yapıcıları tarafından inandırıcı bulunmuyor. ABD’nin İran’la müzakereler üzerine anlaşıp İsrail’in önceliklerini gözardı etmesi İsrail yönetimi açısından kabus senaryosu teşkil ediyor. Washington’daki nüfuzunu İran’a askeri operasyon gündemi yaratmak için kullanan Netanyahu elini fazla zorlamış görünüyor. Obama her ne kadar İsrail’in güvenliğini öncelemek ve siyasi olarak desteklemek zorunda olsa da Netanyahu ile sorun yaşamaya devam edecek gibi.