ABD'nin demokrasi ihracına Trumpizm darbesi

Prof. Dr. Metin Aksoy / Selçuk Üniversitesi Rektörü
22.01.2021

Kongre baskını, demokrasi söyleminin ABD dış politikasının hegemonik eğiliminin pragmatik bir aracı olduğu yönündeki örnekleri daha da perçinledi. Şimdi ise en temel sorun ABD’nin en önemli ihraç kalemi olan demokrasinin bundan böyle hegemonyanın devamlılığı için kullanılıp kullanılamayacağıdır.


ABD'nin demokrasi ihracına Trumpizm darbesi

Ünlü ve öğretici bir deyiştir: “Görünen (biçim) ile öz aynı olsaydı bilime gerek kalmazdı.” Sosyal bilimler çerçevesinden konuşacak olursak bilim; biçim ile öz arasındaki bu farklılığı siyasi tarihte epistemik kırılmalar yaratan gelişmeler vasıtasıyla daha kolay tespit edebilir. Bu bakımdan 6 Ocak tarihinden itibaren ABD’de yaşananlar ve yine bu tarihten itibaren yaşanan ilkler, ABD’nin taşıyıcılığını üstlendiğini iddia ettiği “evrensel demokratik değerler biçimi” ile bunun aslında demokratik olmayan “pragmatik ve hegemonik özünü” karşı karşıya getirdi.

Yaşanan ilkler

Başka bir deyişle, ABD hegemonyasının tesisi için kullanılan en önemli ihraç kalemlerinden biri olarak “demokrasinin”, ABD topraklarında kümülatif bir krizde olduğu ortaya çıktı. Bu tespiti doğrulamak ve ABD siyasetinin demokrasi krizinin anlık ve konjonktürel değil bilakis kümülatif olduğunu vurgulamak için 6 Ocak tarihinden itibaren yaşanan gelişmelerden çok yaşanan ilklere bakmak gerekiyor.

Joe Biden’ın seçim galibiyetinin Kongre tarafından ilan edilmesinin beklendiği 6 Ocak günü, Trump tarafından manipüle edilen bir kalabalık ABD Kongre binasını bastı. Bu baskın ile ABD Kongresi ilk kez içeriden bir saldırıya uğramış oldu. Kongre’nin uğradığı son dış saldırı 1812 ABD-İngiltere Savaşı’nda binanın İngilizler tarafından ateşe verilmesiyle yaşanmıştı. Dolayısıyla geçmişte bir dış güç tarafından gerçekleştiren saldırı şimdi ABD sosyo-politiğinin kendi koşullarının ürünü olan bir kitle tarafından gerçekleştirildi. Bu durum ABD toplumunun demokratik bir düzende gerçekleşmesi mümkün olmayacak kadar kutuplaştığını gösteriyor.

Kongre baskınında yaşanan bir diğer ilk ise baskın esnasında Güney eyaletlerini temsil eden Konfederasyon bayrağının Kongre’de dalgalandırılmasıydı. Sembolik değeri güçlü olan bu olay Kuzey ve Güney eyaletlerini karşı karşıya getiren iç savaş koşullarındaki ayrılıkların ve Güney’in intikamcı duygularının geçen zamanda aşılamadığını gösteriyor. Zira başta ekonomik olmak üzere ülkenin Kuzey ve Güney eyaletleri arasında sosyo-politik uçurum varlığını sürdürüyor.

Kongre baskınının akabinde Trump’ın görevinden azledilmesi için Temsilciler Meclisi’nde yapılan oylama Trump’ın aleyhine sonuçlandı. Sürecin bundan sonraki aşamasında Senato kararını verecek. Senato’dan da Trump’ın görevden azli yönünde bir karar çıkması için üçte iki çoğunluk gerekiyor ki bu da Senato’da en az 17 Cumhuriyetçi’nin Trump karşıtı bir tutum takınmasını gerektiriyor. Sürecin matematiksel yönü bir yana bu durum “ABD başkanı kim olursa olsun ABD siyasal sistemi ve devlet aygıtı Başkan’ın radikal tutumlarla ülke aleyhinde hareket etmesini engeller” şeklindeki basit ve indirgemeci tutumu bertaraf etti. Trump’un görevi sükûnetle bırakmayabileceği ve Kongre baskınının tekrarı görüntülerinin yaşanabileceği endişelerinin bu kararın alınmasında etkili olduğu düşünüldüğünde topyekûn bir siyasal sistemin demokratik bir kriz içinde olduğu açığa çıkıyor.

Dijital sansür

Kongre baskını ve akabindeki süreç dâhilinde Trump’a; Facebook, Twitter ve Youtube gibi platformlar tarafından dijital sansür uygulandı. Aslında sosyal platformların Trump’a uyguladığı bu dijital sansür ABD’deki seçim süreciyle birlikte başlamıştı. Böylece ilk olarak bu platformların ülkesel ve küresel siyasetin dizaynına angaje olabildikleri daha açık bir şekilde tescillenmiş oldu. İkinci olarak ise Platon’un “demokrasi paradoksu” olarak formüle ettiği süreç 21. yüzyılda ABD’de yeniden gözlemlendi. Öyle ki ABD siyasetinin karşılaştığı “demokrasi için demokrasi” sorunu bu sosyal platformlar tarafından Trump’a uygulanan sansürle “demokrasi için anti-demokrasi” yöntemiyle çözüldü. Paradoks ve ironi tam da buradadır: Bugüne kadar ABD’nin diğer devletler nezdinde gündeme getirdiği “demokrasinin anti-demokratik yollarla korunması” bu kez ABD’de yaşandı.

Vurgulanan tüm bu noktalardan çıkarılabilecek sonuç ise ABD siyasetinin konjonktürel değil kümülatif bir kriz içinde olduğudur. Zira yaşanan bu ilkler ABD toplumunun farklı kesimleri arasındaki tarihsel ve sosyo-politik uçurumların giderilemediğini gösteriyor. Dolayısıyla bu kümülatif demokrasi sorununun Trump sonrasında sona ereceğini düşünmek için hiçbir sebep yok çünkü Trump’ın manipüle ettiği kitle ve bu kitleyi besleyen sosyo-politik, iktisadi koşullar varlığını sürdürdükçe ABD’deki demokrasi krizi devam edecektir. Zira Kongre baskınının da gösterdiği üzere toplumun bir kesimi demokratik süreçlerden ve seçimlerden umudunu kesmişse bu ABD’de bizatihi demokrasinin özüne yönelik bir krizin varlığına karşılık geliyor. Bununla birlikte Kongre baskını, demokrasi söyleminin ABD dış politikasının hegemonik eğiliminin pragmatik bir aracı olduğu yönündeki örnekleri daha da perçinledi. Zira demokrasi krizi bu kez ihraç edildiği ülkede yani ABD topraklarında açık bir şekilde yaşanıyor. Şimdi ise en temel sorun ABD’nin en önemli ihraç kalemi olan demokrasinin bundan böyle hegemonyanın devamlılığı için kullanılıp kullanılamayacağıdır.

Hegemonya aracı

ABD’nin mevcut küresel hegemonyasını inşa ederken salt güce yaslanmadığı bilenmektedir. Yalnızca güce dayalı bir tahakküm sürdürülemez çünkü tarih boyunca yönetilenler yönetenlerden nicelik olarak fazla olagelmişlerdir. Dolayısıyla hegemonyanın tesisi ve devamlılığı için güç dışındaki unsurlara da ihtiyaç vardır. ABD tarihi incelendiğinde bunlar; coğrafi açıdan Avrupa kıtasından uzaklık ve fakat politik olarak Avrupa güç dengesinden yararlanma, küresel iktisadi piyasaların kontrolü, uluslararası örgütler vasıtasıyla küresel hâkimiyetin maliyetini azaltma, demokrasi ve özgürlük gibi evrensel değerleri araçsallaştırma, dönemsel düşmanlar yaratarak uluslararası kamuoyunun ekseriyetini bu noktada birleştirme gibi araçlardır. Sıralanan bu hegemonya araçlarından 20. ve 21. yüzyıla damgasını vuran ise ABD’nin en önemli ihraç kalemlerinden biri olan demokrasidir. Öyle ki ABD’nin demokrasi yönündeki küresel angajmanı örneğin I. Dünya Savaşı akabinde Başkan Woodrow Wilson tarafından deklare edilen 14 ilkede kendisini gösterdi. II. Dünya Savaşı esnasında ABD hür ve demokratik dünyanın lideri olarak savaşa dâhil oldu. Soğuk Savaş döneminde ise ABD’nin liderlik ettiği Blok “Birinci Dünya” olarak adlandırıldı: Liberal-demokratik devletler bloku. Soğuk Savaş ve akabindeki dönem boyunca ABD’nin öne çıkardığı demokratik söylemleri ile eylemleri arasındaki uçurum, demokrasinin ABD dış politikası için bir araç olduğu gerçeğini defalarca ortaya koydu. Zira ABD Amerika kıtasında serbest seçimlerle iktidara gelen ve fakat kendisine yakın olmayan örneğin Salvador Allende gibi liderleri CIA’nın desteklediği askeri darbelerle alaşağı etmekten geri durmadı. Benzer şekilde ABD demokratik olmayan ve fakat ABD çıkarları ile örtüşen dış politika izleyen otoriter yönetimleri dünyanın her yerinde destekledi. Bunun 21. yüzyıldaki bir örneği darbeci Sisi’nin ABD nezdinde gördüğü itibardır. Yine ABD bu süreç boyunca “demokrasi” temalı askeri müdahalelerden geri durmadı. Ancak özellikle Irak işgali sonrasında ülkenin içine düştüğü kaotik ortam ve burada bulunan Amerikan askerlerinin ve güvenlik şirketlerinin giriştikleri katliam demokratik bir düzen tesis etmekten çok uzaktı.

Yumuşak güçte gerileme

Bu noktada ABD’nin müttefik devletlerini “dizginlemek” için NATO’nun yer altı örgütlenmeleriyle giriştiği darbe faaliyetlerini de unutmamak gerekiyor.

Bu örnekleri sayfalarca arttırmak mümkün ancak tüm bu örneklere demokrasi söylemi ile birlikte eşlik eden ABD motivasyonu dikkate alındığında durumun demokrasinin önderliğini yapmaktan çok küresel hegemonya için demokrasiyi araçsallaştırmak olduğu ortaya çıkıyor. Zira ABD manevi bir motivasyonla hareket ettiği iddiasını sürekli olarak gündemde tuttu: Manifest Destiny (Kaçınılmaz Yazgı) ve Responsibility of Our Power (Gücümüzün Sorumluluğu). ABD’nin demokrasi ihracına ve “demokratik” askeri müdahalelerine eşlik eden bu mottolara göre ABD’nin Tanrı tarafından önüne konmuş bir yazgısı ve sahip olduğu gücün her türlü müdahaleyi meşrulaştıran sorumluluğu bulunmaktadır. Oldukça naif gözüken bu mottoların geçmişte Fransa ve İngiltere tarafından sömürgeci faaliyetlerini meşrulaştırmak için kullanıldıkları hatırlanırsa aslında biçim ile öz arasındaki farklılık bir kez daha açığa çıkacaktır. Zira bu mottoların Fransız muadili “la mission civilization” (medenileştirme misyonu) iken mottoların İngiltere’deki muadili “white’s man burden” (beyaz adamın yükü)’dır. Dolayısıyla 20. yüzyıl ve 21. yüzyılın ilk çeyreği (ve elbette 6 Ocak Kongre baskını) bize ABD tarafından yürütülen demokrasi ihracının ABD hegemonyasının sürdürülmesi noktasında araçsallaştırıldığını gösterdi. Buradan çıkan en önemli sonuç ise demokrasinin herhangi bir devletin ya da devletler grubun ile özdeşleştirilemeyeceği ve yine herhangi bir devletin ya da devletler grubunun tekeline alınmayacak kadar insanlığın ortak birikimiyle bugünlere geldiğidir. Hal böyleyken geçmişte de nüveleri bulunan ve fakat ABD içindeki demokrasi kriziyle daha da açığa çıkan “demokrasi ihracının hegemonik yönü” akılda tutularak hiçbir devletin hiçbir devlete karşı demokrasi telkininde, baskısında ve müdahalesinde bulunamayacağı artık anlaşılmalıdır. Zira insanlığın ortak birikimiyle oluşan demokrasinin dünya kamuoyunu getirdiği seviye hâlihazırda her devleti buna uyum sağlama noktasında zaten zorlamaktadır.

‘Trumpizm heyulası’

Sonuç olarak ABD hegemonyasının sürdürülmesi noktasında en önemli ihraç kalemlerinden olan demokrasi, ihraç edildiği ülke topraklarında ciddi yara almıştır. Dolayısıyla yeni dönemde ABD dış politikasının yumuşak gücünde bir gerileme yaşanacaktır. Bu noktada Biden için öncelik, ABD’nin yumuşak güç noktasında kullandığı demokrasi söylemine darbe vuran Trumpizmi ortadan kaldırmak olacaktır. Bu ise ülke genelinde iktisadi ve sosyo-politik atmosferin reorganize edilmesi anlamını taşıyor. Dolayısıyla Biden’ın başkanlığında ABD’nin kendi topraklarına ve dolayısıyla ABD siyasal sisteminin istikrarına öncelik vereceğini bekleyebiliriz. Zira daha önce de vurgulandığı üzere Trump’ın gidişi onun manipüle edebildiği kitlenin bu manipülasyona iştirak etmesini kolaylaştıran sosyo-politik ve ekonomik koşulları ortadan kaldırmayacaktır. Öz bir şekilde ifade etmek gerekirse Trump gidebilir ancak “Trumpizm heyulası” ABD topraklarında varlığını sürdürmeye devam edebilir. Bu noktada Biden nezdinde ülkenin potansiyel enerjisini kinetiğe çevirmek noktasında iç politikaya kısmi ağırlık verilmesi gerekliliği ortaya çıkıyor.

Öyleyse ABD’nin kısmen kendi topraklarına önceliği vermesi sebebiyle hâlihazırda kazanımlarını arttıran Rusya ve Çin’in küresel konumlarını ilerletmeye devam etmeleri olasılıklar arasındadır. Zira küresel mücadele ve jeopolitik rekabet boşluk kabul etmez. O halde ABD tarafından boş bırakılan (bırakılmak zorunda kalınan) alanların Rusya ve Çin tarafından doldurulması muhtemeldir. Son olarak Biden Trump döneminde ilişkilerin kısmen zarar gördüğü ABD’nin müttefiki devletlerle ilişkileri iyileştirmeye çalışacaktır. Ancak Biden’ın da tıpkı Trump gibi müttefiki devletlere küresel yönetimin maliyetini üstlenme noktasında telkinde bulunması muhtemeldir. Zira kendi topraklarında sosyo-politik ve ekonomik istikrarı sağlamak için enerjisinin bir kısmını buraya aktaracak olan ABD’nin küresel yönetim noktasında müttefiklerden destek alması bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır.

[email protected]