ABD’nin Ortadoğu politikası: Değişen coğrafya değişmeyen siyaset

Dr. Necati Anaz / Polis Akademisi Öğr. Ü., UTSAM Başkanı
20.02.2016

ABD’nin, güvenlik merkezli dış politika yaklaşımı ve reel çıkarların öncelendiği Ortadoğu politikası, tüm netamelisiyle bugün de devam etmektedir. Zaman zaman taktiksel değişikliğe uğrasa da ABD, bölgeyle ilişkilerini halen otoriter rejimler üzerinden stratejik ortaklıklar kurma temelinde sürdürmektedir.


ABD’nin Ortadoğu politikası: Değişen coğrafya değişmeyen siyaset

ABD’nin Ortadoğu politikasının temelinde iki ana saik vardır. Bunlardan birincisi Ortadoğu’nun enerji kaynaklarının kesintisiz bir şekilde Batı pazarlarına akmasıdır. İkincisi ise maliyeti ne olursa olsun İsrail devletinin korunması ve güvenliğinin garanti altına alınmasıdır. Bu iki temel güvenlikçi siyaset farklı dönemlerde ve jeopolitik konjonktürde taktiksel değişikliğe uğramış olsa da öz itibariyle ABD’nin Ortadoğu politikasının bel kemiğini oluşturmaktadır. Bu iki saikin yanında, II. Dünya Savaşı’nın akabinde İngiltere’nin yerine dünya jandarmalığını ve liberal Batı dünyasının liderliğini üstlenen ABD için Ortadoğu, Komünist Rusya’nın zengin petrol kaynaklarının olduğu ve Süveyş Kanalı gibi jeo-stratejik geçitlerin bulunduğu bölgeye penetrasyonunu Batı bloğunun güvenliği için hayati bulmuştur. Her ne kadar Soğuk Savaş ideolojiler üzerinden yürütülmüş bir dönem sayılsa da aslında reel jeopolitik çıkarların daha çok üçüncü dünya devletleri üzerinde gerçekleştirildiği stratejik çarpışmalar temelinde devam etmiştir. Hal böyle olunca Ortadoğu, iki kutuplu dünya düzeninde istikrar adına kesintisiz kargaşanın ve vekâlet savaşlarının yürütüldüğü bir coğrafya olmuştur.

Petrol akışının güvenliği

Avrupa’nın ve Batı bloğu ülkelerinin güvenliğini NATO üzerinden kurgulayan ABD, Soğuk Savaş’ın bitimine kadar Sovyet yayılmacılığını Türkiye’nin kuzeyinde tutmayı hedeflemiş ve bu minvalde pro-Amerikan rejimlerin iktidarda kalması için de azami gayret göstermiştir. ABD, Ortadoğu’da İsrail’in güvenliği ve doğal kaynakların Batı’ya kesintisiz akıtılmasını garanti etmek için de kendisine ılımlı aile-rejimlerinin iktidarda kalmasını desteklemiş ve olası demokratikleşme ve istikrar bozucu halk ayaklanmalarını tasfiye etmek için bölgenin diktatör rejimlerine sınırsız destek vermiştir. ABD, her daim petrol akışının güvenliğini kendi ulusal güvenliğinin en önemli unsuru olarak görmüştür. Bu enerji akışını sekteye uğratacak herhangi bir kalkışma ABD’nin milli güvenliği için bir tehdit olarak algılanmıştır. Bu nedenle İngiltere ve ABD adına faaliyet gösteren petrol şirketini kamulaştıran seçilmiş İran hükümeti (Başbakan Muhammed Musaddak) Batı’nın enerji güvenliğini garantiye alacak Şah M. Rıza Pehlevi lehine CIA tarafından bir darbeyle indirilmiştir. ABD, ulusal çıkarlarını ve küresel ekonominin temellerini dinamitleyecek hiçbir yerel itirazı kabul etmezken bu tür milli yaklaşımları da ulusal güvenliği için tolere edilemez bir tehdit olarak görmüştür.

Ayrıca ABD, Ortadoğu’nun kalbinde Arapların ve Müslümanların aleyhine bir Yahudi devletini yaşatmak ve genişletmek adına bölgede Arap-İsrail çatışmasını minimize edecek ve radikal kalkışmaları önleyecek aile-rejimlerinin iktidarda kalmasını ‘olmazsa olmaz’ görmüştür. Çünkü ABD için İsrail’in güvenliği aynı zamanda kendi güvenliği demektir. Bu minvalde bir taraftan Batı’ya petrol akışı kesintisiz devam ederken, petro-dolarların da bölgenin istikrarsız liderlerinin elinde ölümcül hale gelmeden Batı pazarlarına yeniden geri dönüşümü sağlanmaktaydı. Petrol zengini Ortadoğu ülkeleri silahlanmada ABD’nin kontrolünün dışına çıkmayacak ve böylece muhtemel rejim değişikliğinde güçlü bir Ortadoğu devleti ne Batı çıkarlarını ne de İsrail’in güvenliğini tehdit edebilecekti. Bu sebeple petrol dolarlarının yeniden Batı pazarlarına aktarılması ve silahlanmanın ABD üzerinden yapılması stratejik bir hamleydi. Bu çerçevede İsrail tüm şımarıklığıyla nükleer silahlara sahip olurken, İran, enerji üretmek iddiasıyla kurmaya çalıştığı nükleer enerji teknolojisi nedeniyle Batı tarafından ambargoyla cezalandırıldı.

Din temelli tehdit

İktidar garantisi sağladığı rejimler üzerinden Komünist Rusya’nın Ortadoğu’ya inmesini sınırlandıran ABD, 1979 İran Devrimi sonrasında bölgede din temelli yeni bir tehditle karşı karşıya gelir. Bir yandan Rus yayılmacılığıyla birleşmesinden endişe ettiği Humeyni İran’ını sınırlandırma politikası geliştirirken bir yandan da İsrail’in güvenliğini garantiye alacak bölgesel ortaklıklar kurma işine girişir. Bu minvalde Mısır’da İsrail’in güvenliğini sağlamlaştıracak Hüsnü Mübarek iktidarı desteklenirken Türkiye gibi yarı demokratikleşmiş ülkelerde ise Batı yanlısı askeri rejimlerin iktidara gelmesini sağlamıştır. Bölge halkının taleplerinin aksine desteklenen aile rejimleri, Arap Baharı’nda bölgesel ayaklanmaya dönüşmüş ve Arap sokakları bu sürecin de sembolik itiraz noktasını oluşturmuştur.

Demokrasi ‘erken gelen lüks’

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte küresel liderlikte rakipsiz kalan ABD, güvenlik eksenli dış ilişkilerini bir nebze yumuşatacak ve Ortadoğu’da Batı kontrolünde demokratik gelişmelerin önünü açmaya dönük bir dizi siyaset değişikliğine gidecektir. Her ne kadar enerji akışının devamı ve İsrail’in güvenliği konusunda hiçbir politika değişikliği olmasa da ABD, bölgede kalıcı istikrarın oluşturulması ve gelir dağılımında göreceli adaletin sağlanması adına despotik rejimleri bazı demokratik açılımlar yapmaya zorlayacaktır. Sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerinin çoğaltılması ve muhalif siyasi partilerin kurulmasının serbest bırakılması bu altı çizilen ‘yumuşak güvenlik’ politikasının bir sonucu olarak görülmüştür. Ancak ABD, liberal güvenlikçi yaklaşımının kötü bir siyaset denemesi olduğunu Cezayir’de İslami Selamet Partisi’nin ve Türkiye’de Refah Partisi’nin iktidara gelmesiyle yakinen tecrübe etmiştir. Bu durum ABD’yi 1990’larda demokrasinin Ortadoğu’ya henüz erken gelen bir lüks olduğunu düşünmeye itmiştir. Bölge ülkelerinin ekonomik sistemlerinin iflas etme durumuna gelmesi ve iktidardaki askeri vesayetlerin tüm yozlaşmışlığına rağmen anti-demokratik yönetimlerin devam ettirilmesi bölgenin istikrarı ve ABD’nin bölgesel çıkarları adına vazgeçilmez bulunmuştur. ABD, bu cari güvenlik siyaseti açığını, yumuşak güç unsurlarının devreye sokulması üzerinden sürdürülebilir kılmaya çalışmıştır. Böylece bölgeye kültür ihracında artışa giden ABD, Ortadoğu toplumlarının hayranlığını sempati ve Hollywood kahramanları üzerinden garantiye alacağını hesap etmiştir. Ancak bu durum, yeraltı kaynağı olarak zengin fakat gelir dağılımı ve hayat standartları açısından gittikçe fakirleşen Ortadoğu insanlarının Batı aleyhine politize olmasını engelleyememiştir. Bu hoşnutsuzluk, 11 Eylül’de ABD’nin sembolik merkezlerinin bir terör saldırısına muhatap olmasına kadar gitmiştir. Bölgesel itiraz ve siyasal meydan okuma, Arap Baharı’yla toplumsallaşmış, Batı destekli iktidarların teker teker yıkılmasına kadar varmıştır. İlk yumuşak iktidar değişikliği 2002’de Türkiye’de Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle olurken daha sert bir bahar, sırasıyla Tunus’tan başlayarak Suriye’ye kadar uzanan geniş bir coğrafyayı içine almıştır.

Ontolojik bir meydan okuma

Coğrafyasının dokunulmazlığı üzerinden güvenlik konforu yaşayan ABD’nin bu konforu, 11 Eylül terör saldırısıyla yerle bir olacaktır. Ülkede tehlikeli boyutlara varan yeni-muhafazakârlığın da tetiklemesiyle birlikte, Ortadoğu politikası sadece milli güvenliği ilgilendiren bir mesele olmaktan çıkıp Batı medeniyeti için ontolojik bir meydan okuma olarak anlaşılmaya başlanacaktır. Medeniyetler çatışmasının yeniden ziyaret edildiği 11 Eylül sonrası yeni-dünya-düzensizliği paradigması Ortadoğu için de yeni bir sayfanın başlamasını ifade eder. Bu çerçevede ABD, Ortadoğu için ‘preemptive’ (yakın tehlikeye dayalı saldırı) müdahaleci siyasetten ‘preventive’ (muhtemel saldırıya karşı korunmak için saldırı) güvenlik yaklaşımını benimsemeye başlamıştır. Bu değişen güvenlik siyaseti ABD için küreselleşen terörle mücadele adına potansiyel tehlikeli gördüğü rejimleri Birleşmiş Milletler’in rızası olmadan da değiştirebilme imkânı yaratmıştır. Bu çerçevede ABD Irak’a müdahale etmiş ve hem Irak petrollerinin güvenliğini sağlama almak istemiş hem de İsrail için tehlikeli bir diktatörden kurtulmuştur.

ABD’nin George Bush’la belirginleşen mafya-vari çıkar merkezli Ortadoğu politikası 2008 sonrasında Barak Obama yönetiminin işbaşına gelmesiyle ‘anlamsız belirsizlik’ siyasetine dönüşmüştür. Bir yandan Kahire çıkarmasıyla Obama, Ortadoğu için demokratik unsurların kalıcılaşması adına Arap Baharı’yla toplumsal bir talebe dönüşen, ‘bölgenin kendi kaderinin kendisinin belirlemesi’ne destek verirken diğer yandan meşru yollarla seçilmiş Mısır’ın ilk cumhurbaşkanı olan Mursi’nin darbeyle devrilmesine göz yummuş ve birkez daha demokrasi aleyhine jeopolitik çıkarları öncelemiştir. Yine kısa dönemlik çıkarlarını, uzun dönem barış ve istikrarına tercih etmiştir. Suriye iç savaşında da benzer bir siyaset izleyen ABD, Esed rejiminin devamını İsrail’in güvenliği için sürdürülebilir bulmuş ve Kuzey Koridoru üzerinden de Irak petrolünün bu koridordan geçerek Akdeniz’e aktarılmasında Türkiye’yi bypass planını gündeme almıştır.

Devam mı değişim mi?

ABD’nin Soğuk Savaş döneminde adapte ettiği güvenlik merkezli dış politika yaklaşımı ve reel çıkarların öncelendiği Ortadoğu politikası, tüm netamelisiyle bugün de devam etmektedir. Zaman zaman taktiksel değişikliğe uğrasa da ABD, halen otoriter rejimler üzerinden stratejik ortaklıklar kurma temelinde bölgeyle ilişkilerini sürdürmektedir. Hatta daha önce pek de örneğine rastlanmayan bir durum olarak ABD, Suriye krizinin Esed’li çözümü noktasında Rusya ile aynı fikirdedir. Mezhepsel dağılımın, sınırların çiziminde belirgin olduğu bir teo-jeopolitik düzeni Suriye üzerinde projelendirme noktasında İran ve Rusya gibi ülkelerle aynı safta yer alması, anlaşılası bir durum oluşturmaktadır. İfade edilegelen prensiplerin göz ardı edildiği bir siyaset yaklaşımı ve istikrarsız Ortadoğu üzerine yapılan tekinsiz yatırımlar, ABD’nin Ortadoğu politikasında bir arşın mesafe almadığı anlamında okunabilir. Bunun yanında bölgede istikrar ve güvenliğin lüks olmaktan çıkartılması gerektiği ve tam tersine bu değerlerin tüm insanlığın sahip olması gereken bir hak olduğunu vurgulayan Türkiye gibi ülkelerin terörle terbiye edilmeye çalışılması da ayrıca anlam verilemeyen yaklaşımlar olarak karşımıza çıkmaktadır. ABD,  Condolezza Rice’ın da itiraf ettiği gibi altmış yıldır demokratikleşme adına kovaladığı istikrarı bir türlü başaramadığı gibi demokratikleşmeyi de sağlayamamıştır. Gelinen nokta ‘elde var sıfır’ işlemli bir Ortadoğu siyaseti olmuştur. Bu minvalde sorulması gereken soru şudur: ABD, Ortadoğu’nun değişen siyasi coğrafyasını görmezden gelerek Soğuk Savaş’tan tevarüs çıkar ve çatışma merkezli değişmeyen siyasetini mi dayatmaya devam edecektir?

[email protected]