ABD'nin son savaşı

Ufuk Batum/ Yönetim Danışmanı ve Girişim Mentoru
29.01.2024

Filistin'e destek gösterilerine izin vermesinin ardından üniversite para kaynaklarının kesilmesiyle tehdit edilen Harvard Rektörü Claudine Gay istifa etmek zorunda kaldı. Peki, ABD'nin özgürlüklerine, akademinin ve düşüncenin bağımsızlığına ne oldu? Biz her fırsatta üniversitelerimizi yerin dibine sokarken acaba idealize ettiğimiz Harvard gibi kurumları bundan sonra nereye koyacağız. Harvard bile finansın gücüyle dize getirilebiliyor ise, Batı dünyası buna da eyvallah diyorsa, neden birileri İsrail terörünü destekleyen şirketlere uyguladığımız "Boykot"a kızıyor, içerliyor?


ABD'nin son savaşı

2001 yılında New York'ta bulunan ve Dünya Ticaret Merkezi olarak bilinen ikiz kulelerin bir terör saldırısıyla vurulması sadece 21'inci yüzyılın ilk çeyreğini şekillendirmedi, belki de ikinci çeyreğinin akışını belirlemiş oldu. Soğuk Savaş sonrası 20'nci yüzyılın son çeyreğinde yaşanan "barış, özgürlük, kardeşlik, huzur ve bolluk" çağı; bu çok boyutlu 11 Eylül saldırısıyla yerini adeta çatışmaya, kamplaşmaya, yarılmaya ve planlı yok etmeye bıraktı. "Huzurlu son çeyrek" olarak adlandırsak da; Sovyetler Birliği ile Doğu Bloğu'nun iflası ve çöküşü başta ABD olmak üzere Batı'yı tek kutuplu bir hegemonya ile başbaşa bırakınca Pentagon, CIA ve NATO üçlemesi adeta işsiz kalma paniği yaşamaya başladı.

Tek kutuplu dünya düzeni istenen birşey değildir. Çünkü düşman olmayınca strateji geliştirmek ve konum almak gereksizleşir, silah üreterek ve yok ederek kazanmak devre dışı kalır, adeta imkansızlaşır. Bu da bazı büyük lobileri önce üzer, sonra hiddetlendirir ve sonsuz düzeyde öfkelenmelerine yol açar. Çünkü varlık sebebi tehdit altına girmiştir. Başta Washington DC olmak üzere Batı'nın bazı büyük başkentlerini bir ağ gibi sarmış lobilerin bu duruma şiddet gösterme belirtisi ise çok net olarak sistemi çalıştırmak için ekosisteme daha fazla para pompalama

ktır. Yani paraya boğması, karar vericileri "hayır" demekten imtina ettirecek seviyeye taşımasıdır.

Neticede siyasetin ve uluslararası ilişkilerin gıdası, kaynağı kredidir, nakit paradır, altındır, petroldür, kısacası finanstır. Meseleyi daha detaylı araştırmak ve iyice kavramak isteyen okuyucularımız Rothschild (etimolojik olarak Red Shield) ailesinin kökenlerini en azından Mayer Amschel Rothschild'in 1760 yılında kurduğu bankadan itibaren ele alarak inceleyebilir. Frankfurt gettosundaki zorluklardan bir bankaya dönüşen, oradan da güçlü bir ağ olarak Londra, Napoli, Viyana ve Paris'e yayılan ve girdiği piyasalarda belirleyici bir güç odağı haline gelen Rothschild finans şebekesi zamanın ruhunu anlamak açısından pek önemlidir.

Huntington ve 11 Eylül

Henry Kissinger, Francis Fukuyama, Zbigniew Brzezinski gibi ABD'nin dış politikasına ve uluslararası ilişkilere bakışına şekil vermek için fikriyat ve doktrin üreten birçok isimden biri de şüphesiz ki Samuel Huntington'dır. Ağırlıklı olarak şahin yaklaşımlarıyla bilinen bu kişiler genelde üniversitelerde, think tank denilen sivil toplum kuruluşlarında veya lobi çevrelerinde bulunur ve bu çevrelerle çalışırlar. Çoğu zaman NATO-Pentagon-CIA tarafından ortaya konan istikameti tahkim edecek ve yaygınlaştıracak fikirler, yaklaşımlar, tezler ve hatta doktrinler oluştururlar. Tabii sunulan emeğin karşılığında para, şöhret, güç ve siyasi network kazanmak da mümkün olur. Yani sizin anlayacağınız işin temeli bizim halk arasında kullandığımız "para-çokomel" ilişkisi gibidir, parayı ver çokomeli al!

Tam da 2. Dünya Savaşı ve onu takiben Soğuk Savaş'ın şekillendiği dönemlerde kendisini bulan ve o dönemin ruhuyla şekillenen Huntington zaten 1927 doğumlu bir akademisyendir. Önce Yale, sonra da Chicago Üniversitesi'nde öğrenim gören Huntington doktorasını Harvard'ta yapmış ve orada 50 yıla yakın bir dönem çalışmıştır. Yaptığı siyasi danışmanlık genelde Demokrat Parti liderliğine yönelik olsa da dış politikada şahin kesimlerle iş tuttuğu bilinmektedir. Pek çok sayıda rapora ve çalışmaya imza atmış olmakla birlikte genelde "Medeniyetler Çatışması" adlı kitabıyla tanınmaktadır. 1988 yılında yayımlanan bu kitapta Huntington hem ülkeler arasındaki çatışmaların hem de ülkelerin kendi içinde yaşanan veya ileride yaşanması beklenen(!) çatışmaların artan bir şekilde kültürel ağırlık kazandığını savunmaktadır.

Samuel Huntington ayrıca küreselleşmenin yoğunlaştığı dönemde de Batı ile diğer medeniyetler (temelde Asya ve İslam) arasındaki çatışmanın derinleşeceğini öngörmektedir. Bu çalışmalar daha da netleşerek 1996 yılında karşımıza adeta adresi ve sonucu kesinleştiren "Medeniyetler Çatışması ve Yeni Dünya Düzeninin Yapımı" (The Clash of Civilizations and the Remaking of New World Order) başlıklı çalışma çıkacaktır. Sovyetler Birliği'nin pes etmesine ve Berlin Duvarı'nın yıkımına yetişen kitap, 1996'da kurşun kalemin yeni açılmış sivri ucuyla bu kez de 2001 terör saldırısı öncesine yine yetiştirilmiş durumdadır. Huntington mı gelişmeleri çok berrak bir şekilde önceden görmüş ve yazmıştır, yoksa olacağı bilinen, daha doğrusu planlanan siyasi gelişmeler için bir altlık oluşturması amacıyla mı kendisine sipariş edilerek yazdırılmıştır? İkisini de doğrulamaya çalışan gözlemler, kayıtlar, anektodlar ve görüşler bugün itibariyle söz konusudur.

Kavga, gerginlik ve baskı çağı

Huntington'ın itibarlı ve dünya üniversiteler liginde ön sıralarda bulunan üniversitelerde okuması ve daha sonra özellikle Harvard'ta 50 yıla yakın bir süre akademik ve idari görevler yapmış olması aslında pek önemli bir bilgi gibi durmuyor. Normal koşullarda kime ne; nerede okuduğundan, nerede çalıştığından! Ama işte son dönemin gelişmelerinden öyle anlaşılıyor ki hiçbir şey göründüğü gibi değil, hiçbir marka ya da kurum o kadar masum değil. İnsanın hemen aklına İsrail'in Gazze'de yaptığı katliama ve uyguladığı soykırıma sessiz kalmak istemeyen Harvard, MIT ve Pensilvanya gibi üniversitelerin yaşadığı baskı geliyor.

Ne olmuştu hatırlayalım. ABD'nin bu güzide ve saygın üniversitelerinde Filistin'e destek gösterilerine izin verilmişti. Gösteriler gayet demokratik bir ortamda geçmişti, hatta Siyonizme karşı duran makul ve demokrat Museviler bile destek vermişti. Hepimizin özgürlükler ülkesi olarak değerlendirdiği ABD'de kamuoyunun gözleri önünde önce bu üç üniversitenin rektörü alelacele çağrılarak Kongre'nin Eğitim ve İş Gücü Komisyonu'nda antisemitizme ilişkin sorgulandı. Cumhuriyetçi Kongre Üyesi Elise Stefanik; Harvard Rektörü Claudine Gay, Pensilvanya Üniversitesi Rektörü Elizabeth Magill ve MIT Rektörü Sally Kornbluth'u üç saat boyunca sorguladı, defalarca azarladı ve küçümseyerek üzerlerinde baskı kurdu. Bu da marifetmiş gibi uluslararası yayın yapan kuruluşlarca naklen yayınlandı.

Nitekim bu sorgulama olayının hemen sonrasında Harvard'a bağış yapan çoğu Musevi iş insanı harekete geçirilerek akademik kurumların da finansal enstrümanlarla sindirilebileceği gösterildi. Üniversite para kaynaklarının kesilmesiyle tehdit edince rektör Claudine Gay istifa etmek zorunda kaldı. Peki, ABD'nin özgürlüklerine, akademinin ve düşüncenin bağımsızlığına ne oldu? Biz her fırsatta üniversitelerimizi yerin dibine sokarken acaba idealize ettiğimiz Harvard gibi kurumları bundan sonra nereye koyacağız. Harvard bile finansın gücüyle dize getirilebiliyor ise, Batı dünyası buna da eyvallah diyorsa, neden birileri İsrail terörünü destekleyen şirketlere uyguladığımız "Boykot"a kızıyor, içerliyor? Bu bir çifte standart değil mi?

1240'tan günümüze...

Başımdan geçen küçük bir anektod aklıma geldi. Mühendis kökenli olmakla beraber sosyal bilimlere, özellikle de siyaset bilimi ve uluslararası ilişkilere yönelik belirgin bir ilgim ve eğilimim hep olmuştur. Bununla ilgili birçok gayret göstermiş ve okumalar, araştırmalar yapmışımdır. Kişisel kütüphanemde bulunan ve sayısı 4 bine yaklaşan kitapların en az yarısı bu konulara aittir. Nitekim uluslararası ilişkiler alanında biraz daha da derinleşebilmek için 2005 yılında Siena Üniversitesi'ne doktora başvurusu yapmıştım. Başvuru sürecinin her aşamasında başarılı olmuş, sınavları geçmiş, okula burslu olarak kabul almıştım. Mülakat görüşmelerinin sonunda kahve molasında değerlendirme jüri başkanına seçmek istediğim tez konusunu "Huntington'ın tezini sorgulamak, farklı açıdan incelemek, belki de bir antitez çıkıp çıkamayacağına bakmak" olarak ifade etmiştim.

2001'in üzerinden çok fazla geçmemişti. Kuleler yıkılmıştı. Bush şeytan eksenini (axis of evil) açıklamış, Irak vurulmuş, işgal edilmiş, bir milyondan fazla insan öldürülmüş, Saddam devrilmiş, ülkenin sahip olduğu altın, petrol ve tarihi eserler talan edilmişti. Kısacası ABD Irak'a vaadettiği "özgürlük ve demokrasiyi" getirmişti! Açık açık söylenmese de Soğuk Savaş'ın bitmesinin üzerinden geçen yaklaşık 15 yıllık dönemde mayalandırılan yeni düşman arayışı ve medeniyetler çatışması dünyanın entelektüel çevrelerinde de artık hakimdi. 1240 yılından itibaren ayakta duran Siena Üniversitesi de esen bu yeni rüzgardan nasibini almış olmalıydı. Doktora çalışması için burslu kabul edilen bendeniz, sonrasında yapılan beklenmedik bir düzeltme ile okula kabul edilmediğim konusunda iki satırlık bir mektupla bilgilendirilmiştim. O gün pek üzerinde durmadığım bu küçük detay bugün sanki Harvard'ta yaşanan gelişmeler ışığında benim için daha da netleşmiş oluyor. Döngü kapanıyor.

Karadeniz

Son yıllarda görüyoruz ki ABD hemen her yerde, her coğrafyada ağırlığını koymaya, hissettirmeye çalışıyor. ABD ilk kez savunma bütçesine Karadeniz'i bir madde olarak ekliyor. Belli ki Irak, Afganistan, Vietnam, Venezüella, Libya gibi daha birçok ülkeye getirdiği(!) demokrasi benzeri bir yaklaşımla ABD bu kez de Karadeniz'e güven, işbirliği ve istikrar getirmek istiyor! Sosyal medyanın olumsuz ve riskli boyutları olabilir. Bunlara rağmen sunduğu bir avantaj da hızı ve her şeyi ortaya çıkarma, dökme gücü. Snowden ve Assange'ın açıklamaları, Wikileaks dosyaları, Epstein'in çok kirli şantaj kasetleri, WEF'nun dünya düzeni takıntısı, Bill Gates'in aşı ve nüfus azaltma dayatması gibi daha birçok gerçek sosyal medyanın viral gücüyle ortaya çıkıyor. Belli ki dünyada artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Geçenlerde Ahmet Hakan CNN Türk'te yaptığı programda "ABD'nin Karadeniz arayışı üzerinde durulacak bir mesele değil gibi" dese de aslında oldukça önemli bir mesele. Çünkü ABD Rusya'yı güneyden de sarmak, kilitlemek istiyor. ABD biliyor ki Rusya'nın sıcak denizlere, Akdeniz'e, Kızıldeniz'e, bütün bir Afrika ve Ortadoğu'ya açılımı Karadeniz üzerinden oluyor. Burayı kapatmak kendisi için stratejik. Ayrıca Karadeniz'de Türkiye ile Rusya'yı karşı karşıya getirmek, kapıştırmak en önemli hedeflerinden biri olabilir.

Dünya konuşuyor

ABD inişte olduğunun farkında, güç zehirlenmesi ve kaybı içerisinde. Hem kurduğu Dolar İmparatorluğu hem de yumuşak güç olarak dünyaya pazarladığı Amerikan Rüyası son 20-30 yılın yanlış, pervasız, acımasız, çirkin, tek taraflı dış politikası sonucunda yok oldu. Artık eskinin tek sesi olan Hollywood'un bile rakipleri var. İşte bu yüzden ABD, yeryüzünün mümkün olan hemen her köşesinde, her coğrafyasında çatışmalar yaratarak, soykırımları destekleyerek, hukuksuz müdahaleler yaparak "Son Savaşı"na girmiş durumda. Kurduğu tek kutuplu ve emperyal hegemonyaya karşı oluşan yeni gücün, uyanışın ve momentumun önü kesilemez boyuta gelmeden savaşı başlatarak kazanmak istiyor. "Baskın basanındır" diyor.

İsrail'in soykırımını Lahey Adalet Divanı'na götüren Güney Afrika Cumhuriyeti'nin büyükelçilikleri dünyanın birçok başkentinde çiçek yağmuruna tutuluyorsa, Pink Floyd'un kurucularından sanatçı ve müzisyen Roger Walters sosyal medyada Bon Jovi'ye çağrı yapabiliyor ve Howard Stern'e cevap verebiliyorsa, kendisi de bir Musevi olmasına karşın Norman Finkelstein İsrail'in Gazze soykırımına çağımızın kabul görmüş filozofu sıfatıyla karşı çıkabiliyor ve Holokost Endüstrisi isimli kitabıyla deşifre edebiliyorsa, Rus sosyolog Alexander Dugin ABD'nin dünya savaşı hevesini bütün şeffaflığı ile ortaya koyabiliyorsa umut var demektir.

Ya bizde?

Türkiye yumuşak gücün, iletişimin ve entelijansın önemini geç fark eden ülkelerden biri. Kurumlarını, sivil toplumunu, üniversitelerini son 20 yılda çeşitlendirdi ve tahkim etti. Şimdi derinlik ve kalite zamanı. Her alanda SETA, T3, SAHA, AFAD gibi dünyayı anlayan, iyi örgütlenen yapılara ihtiyacımız var. Düşünün ki SETA 2006'da, T3 Vakfı da 2016 yılında kurulmuş. Bu işler bizde çok yeni. Evet çok çalışmamız gerektiği doğru çünkü her alanda sıçrama gerekiyor. Ama bazı şeyleri hızlıca kotarma deneyimimiz de yabana atılmamalı. Örneğin Hakan Fidan'ın Milli İstihbarat Teşkilatı'nda kurduğu altyapı ve özgüven de, İbrahim Kalın'ın ulusal güvenliğe getirdiği entelektüel bakış da önemli bir başka rol modelidir.

Bağımsız düşünebilecek think tank ve sivil toplum kuruluşlarına, araştıran ve okuyan bir entelektüel sermayeye, dingin ve ülke sevdalısı gençliğe, fikri mülkiyet devrimine yatırım şart. Bu alanlarda başarıya imza atmanın artık mecburiyet olduğu sıradışı bir zaman diliminden geçiyoruz. İskender Pala'nın romancılığına da, Alev Alatlı'nın "FesüphanAllah" ve "HafazanAllah" başlıklı eserlerine de, Teoman Duralı'nın felsefesine de, Haluk Dursun'un gönül coğrafyacılığına da çok ihtiyaç var.