ABD-Venezuela ilişkilerinin iktisadi ve politik temelleri

Dr. Erkan Oflaz/ Akademisyen, Yazar
15.11.2025

ABD-Venezuela gerilimi, Latin Amerika'daki tarihsel sömürgecilik mirasının, sosyal eşitsizliğin ve büyük güçlerin çıkar çatışmasının güncel tezahürüdür. ABD'nin Monroe Doktrini ve sonrası politikaları, bölgesel hegemonya mücadelesini süreklileştirmiştir. Trump dönemi bu stratejinin agresif bir devamıdır ancak başarı garanti değildir ve çok sayıda siyasi, ekonomik ve askeri risk taşımaktadır.


ABD-Venezuela ilişkilerinin iktisadi ve politik temelleri

Dr. Erkan Oflaz/ Akademisyen, Yazar

Güney Amerika'da, Venezüella özelinde olan gelişmeler kuşkusuz konjektürel gelişmelerden ziyade kadim meselelerin sonucudur. Strateji ve ekonomi politik, konjektürel okumalar ile cevaplandığında oldukça yalın kalmakta ve kamuoyunu yanıltmaya yönelik propagandalara zemin hazırlamaktadır. Örneğin; İsrail Filistin'de soykırım yaparken dahi onun suçlarını aklamaya çalışan kişi ve gruplar, güncel gelişmeler ile sanki hiç yoktan var olmuş gibi sundukları bir siyasi yapıyı terörizm ile suçladı. Hamas'ın meşru bir siyasi parti olduğu hatta girdikleri son seçimde Filistin parlamentosunda çoğunluk sandalyeyi aldığı unutturuldu. Öyle ki küresel ölçekte İsrail'in Hamas ile mücadele ederek "Batı'nın Halkı" nı savunduğunu bile iddia etti Netenyahu! Bu bakış açısı, Venezüella krizini tarini kökleri ile analiz etmek gereğini ortaya koymaktadır. Bölgedeki uzun vadeli istikrar ve kalkınma dinamiklerinin karmaşıklığını ve ABD-Venezuela ilişkilerinin iktisadi ve politik temellerini açıklamak için gerekli bir altlık oluşturmaktadır. ABD-Venezuela gerilimi, Latin Amerika'nın jeopolitik ve ekonomik tarihindeki köklü dinamiklerin günümüzdeki yansımasıdır.

Monroe Doktrini'nin 19. yüzyılda ilan edilmesinden beri ABD, Latin Amerika bölgesini kendi nüfuz alanı olarak görmüş ve bölgedeki etkinliğini artırmak için politik, ekonomik ve askeri araçları kullanmıştır. Bu doktrin, başlangıçta Avrupa'nın kıtaya müdahalesini engelleme amacı taşırken zamanla ABD'nin bölgesel hegemonya kurma aracı haline gelmiştir. Trump yönetimi döneminde ise bu yaklaşım, Venezuela'ya karşı daha agresif bir stratejiyle sürdü; Maduro rejimi uyuşturucu kaçakçılığı, yolsuzluk ve otoriterlik suçlamalarıyla hedef alınarak, askeri müdahaleler ve yaptırımlar gündeme getirildi. Bu sürecin tarihi ve uygulanagelen politika setleri güney Amerika'nın tarihi ile anlaşılabilir olmaktadır.

Kronolojik olarak önce Güney Amerika tarihine bakarsak, İspanyol sömürgesi altındaki sosyal yapı kast sistemiyle belirlenmişti. En üstte safkan İspanyol asıllı "Peninsulares" adı verilen İspanyol kıtasından gelenler yer alırken, Güney Amerika'da doğan ancak tamamen İspanyol kökenli olan "Creoles" dahi başka bir sınıfa ayrılmıştı. Nihayetinde ise sosyal kast siteminin en altında, karışık ırktan insanlar yer aldı; İspanyol ve yerli karışımı "Mestizo", İspanyol ve Afrikalı karışımı "Mulatto" sınıfları gibi melezler ve en altta yerli halk ile Afrikalı köleler bulunuyordu. Bu sistem, ekonomik ve siyasal kontrolü elinde tutan İspanyolların bölgeyi sömürmesini sağlamıştı. Bu sosyal tabakalaşma ve sömürgecilik, 19. yüzyıl başında bağımsızlık hareketlerini tetikledi.

El Libertador (Kurtarıcı) olarak anılan Simón Bolívar, 18 Temmuz 1783'te Venezuela'da doğdu ve Güney Amerika'nın İspanyol sömürgeciliğinden kurtuluşunda önde gelen liderlerden oldu. Bolívar, genç yaşta Avrupa'daki aydınlanma fikirleriyle tanışmış ve özgürlük, eşitlik, halk egemenliği kavramlarına derin bağlılık geliştirmiş bir "Creoles" dir. Sömürge halklarının İspanya'nın baskıcı yönetimi altında ezildiğini ve haklarının gasp edildiğini görerek bağımsızlık hareketlerini başlatmıştır. Amacı, Latin Amerika halklarını sömürgecilikten kurtararak birleşik ve bağımsız bir Güney Amerika kurmaktı.

Bolívar, Venezuela, Kolombiya, Ekvador, Peru ve Bolivya'nın bağımsızlık mücadelelerinde büyük rol oynadı ve bu ülkelerin özgürleşmesini sağladı. Kast ve kastın hukuki statüsü ise özgürlük ile birlikte gelmedi yeni kıtaya.

Kıtadaki İspanyol hegemonyası yerini Amerikan etkisine bıraktı. Amerika özgürlüğünü eski kıtadan kazanmış olmasına rağmen, öngördüğü genişlemeyi henüz bitirememiş bu durumun sebebini de eski kıtanın emperyalist politikaları ile rekabet edememesi olarak tespit etmiştir.

Bugün ise Güney Amerika'da, özellikle Venezuela'da mevcut siyasi kriz ve ABD ile gerilim çok yönlü bir jeopolitik ve ekonomik çatışmadır. ABD'nin Monroe Doktrininden beri süregelen bölgedeki etki alanını güçlendirme politikası, Venezuela'da Trump döneminde daha da agresifleşmiştir. Trump yönetimi Maduro rejimini uyuşturucu kaçakçılığı ve diktatörlükle suçlayarak askeri müdahale seçeneğini masada tutmuş, gizli operasyonlar ve yaptırımlarla Maduro'yu devirmeye çalışmıştır. ABD bu yöntemi daha önce Küba özelinde denemiştir.

Küba örneği

Küba özelinde İspanyol etkisinden kurtuluş süreci, 19. yüzyıl uzun bağımsızlık savaşları ve 20. yüzyılda Batista diktatörlüğüne karşı Fidel Castro öncülüğünde gerçekleşen 1959 devrimiyle sonuçlandı. Dikkat çekici şekilde Castro bir "Mestizo" babası ise varlıklı bir "Peninsulares" dir. Hukuk eğitimi alan Castro dahi kast sisteminin katı kurallarından kurtulamamıştır. Sosyolojik kast, itiraz eden kişileri doğal olarak sistem eleştirisi yapan Komünizm ve türev düşüncelere yakınlaştırmıştır. İki kutuplu dünyada gerçekleşen devrimler ise ideolojik temelde analiz edilmiştir. ABD'nin bölgedeki ekonomik ve politik çıkarlarını sorgulayan radikal bir " dönüşüm" meydana getirmiştir.

İlkin İspanyol baskısından kaçan Kübalılar ABD'den yardım alarak İspanyolların hegemonyasından kurtulmuştur. Fakat Küba'da kutlamalar dramatik şekilde yerini hayal kırıklığına bırakmıştır. İspanyol efendilerine karşı çıkan Kübalıların, bir başka hegemonik gücün tesirine girdiklerini anlamaları çok uzun sürmemiştir. ABD'den yardım alan Küba yardımın bedelini Platt Değişikliği (Platt Amendment) ile ödemiştir.

Oldukça önemli olan Küba meselesi asıl olarak ABD'nin güncel Venezuela politikası için bir anlayış ifşası niteliği taşımaktadır.

Kronolojik izahıyla:

-1898'de İspanya-Amerika Savaşı'nın ardından İspanya, Küba'yı kaybetti ve Küba fiilen ABD kontrolüne geçti.

-1901 yılında, ABD Kongresi, Küba'nın yeni anayasasına eklenmesi şartıyla dayattığı Platt Değişikliği'ni kabul ettirdi. Bu değişiklikle Küba'nın anayasasına aşağıdaki başlıca hükümler eklendi:

ABD, Küba'nın içişlerine müdahale etme hakkını saklı tutacaktı.

Küba, ABD ile askeri üs kurma ve anlaşmalar yapma zorunluluğu taşıyacaktı (Guantánamo Körfezi üssü bu çerçevede verilmiştir).

Küba, dış borçlarını kontrol altına alacak ve ABD'ye zarar verecek herhangi bir anlaşmayı reddedecekti.

-Platt Değişikliği, Küba'nın tam egemenliğini kısıtladı, ABD'nin bölgedeki askeri ve siyasi nüfuzunu güvence altına aldı.

-Bu maddeye dayanarak ABD, 1906, 1912, 1917 ve 1920'lerde doğrudan müdahalelerde bulunarak Küba'yı fiili olarak kontrol etti.

-1934'te Franklin D. Roosevelt'in Good Neighbor Policy (İyi Komşuluk Politikası) ile Platt Değişikliği resmen kaldırıldı ancak ABD-Küba ilişkilerinde egemenlik sorunları kısmen devam etti.

-1959'daki Küba Devrimi sonrasında Fidel Castro yönetimi ABD'ye karşı sert politikalar geliştirdi ve ABD üsleri ve müdahaleleri sonlandı. ABD ise Küba'ya yönelik ekonomik ambargo ve çeşitli gizli operasyonlarla müdahale etmeye devam etti.

ABD-Venezuela gerilimi, Latin Amerika'daki tarihsel sömürgecilik mirasının, sosyal eşitsizliğin ve büyük güçlerin çıkar çatışmasının güncel tezahürüdür. ABD'nin Monroe Doktrini ve sonrası politikaları, bölgesel hegemonya mücadelesini süreklileştirmiştir. Trump dönemi bu stratejinin agresif bir devamıdır ancak başarı garanti değildir ve çok sayıda siyasi, ekonomik ve askeri risk taşımaktadır.

Küba örneğinde olduğu şekilde inşa edilen sistemler katı bir askeri ve ekonomik baskı ile sürdürülebilir olmaktadır. Uygulanan katı politikalar ise büyük riskler içermekte; Amerika kıtasında ABD dışı güçlerin etkili olduğu karmaşık bir ortamda doğrudan müdahale, bölgesel istikrarsızlığı artırmaktadır. İstikrarsızlaştırılan bölgelerde her ne kadar dış müdahaleye açık yönetimler oluşturulsa da Maduro ve Castro gibi iç ve dış baskılara rağmen güç kazanmış, Rusya ve Çin gibi dış aktörlerle ittifak kurabilen liderler de ortaya çıkarabilmektedir.

Maduro neden hedefte?

Maduro-Trump geriliminde, ekonomik nedenlerin yanında enerji (özellikle petrol) kaynakları, bölgesel nüfuz mücadelesi ve demokrasi savunması iddiaları vardır. Ancak ABD'nin bölgedeki çıkarları ve güç projeksiyonu ön plandadır. Maduro ise politik meşruiyetini koruma ve dış müdahaleye karşı direnişi hedeflemektedir.

Bölgeyi anlamak için sömürgecilik döneminden başlayan sosyal-kast yapı, bağımsızlık mücadeleleri, Soğuk Savaş sonrası ABD müdahalesi ve güncel büyük güç rekabeti göz önünde bulundurulmalıdır. Maduro-Trump çatışması bu dinamiklerin kesiştiği kritik bir cephedir ve ekonomik çıkarlar, jeopolitik stratejiler ve demokratik söylemlerle iç içe geçmiştir.

Bu gerilimin ortaya çıktığı küresel ortam ise dikkat çekici. Rusya-Ukrayna savaşı ve Orta Doğu'daki İsrail'in Filistin'deki barbarlığının da dahil olduğu bir dizi çatışmalar gibi büyük uluslararası krizlerin yaşandığı bir dönemde, ABD'nin Latin Amerika'daki müdahale hamleleri, çok kutuplu küresel güç dengeleri içinde farklı bir boyut kazanıyor. Rusya'nın Venezuela'ya askeri ve politik destek sağlaması; Çin'in ekonomik yatırımları ise ABD'nin bölgedeki stratejik nüfuzunu sınırlayan önemli faktörler. Böylece Venezuela, ABD'nin tek taraflı hegemonyasına karşı bölgesel ve küresel aktörlerle ittifak kurarak dayanışma yoluna gitmiştir.

Enerji kaynakları, özellikle Venezuela'nın büyük petrol rezervleri, bu çatışmanın ekonomik omurgasını oluşturuyor. ABD için Venezuela petrolü hem enerji arz güvenliği hem de ekonomik ve jeopolitik rekabet bağlamında kritik bir öneme sahip. Trump yönetimi, Maduro rejimini devirmekle sadece demokratik bir rejim kurmayı değil, aynı zamanda bölgedeki enerji ve stratejik avantajı ele geçirmeyi amaçlıyor.

ABD'nin Maduro'ya karşı olan tutumu, demokrasi ve insan hakları söylemleriyle meşrulaştırılsa da bu iddialar jeopolitik çıkarlar ve ekonomik çıkarlarla iç içe. Maduro ise iç baskılar ve dış müdahalelere karşı hem meşruiyetini sağlamlaştırmak hem de rejimini korumak için Rusya ve Çin'le bağlarını güçlendirmiştir. Bu durum, Venezuela'da kriz ve çatışmayı derinleştirmekte, bölgesel istikrarı tehdit etmekte ve Latin Amerika'nın geleneksel dış politika dengelerini karmaşıklaştırmaktadır.

Küresel krizlerin gölgesinde ABD'nin Latin Amerika'daki sert politikaları, çok taraflılık ve küresel güç rekabetinin keskinleştiği bir dönemde bölgede yeni güvensizlik ve bölünmelere neden olma potansiyeline sahiptir. Rusya ve Çin'in desteklediği Venezuela, ABD'nin geleneksel gücünü sorgulamakta ve bu durum, bölgenin geleceğine dair belirsizlikleri artırmaktadır. Ayrıca, ABD'nin dış müdahalelerinin yerel halklarda anti-Amerikan duygusunu tetiklediği ve sosyal eşitsizlik gibi tarihsel sorunları çözmek yerine derinleştirdiği görülmektedir.

Sonuç olarak, ABD-Venezuela gerilimi, sadece iki ülke arasında değil, küresel güçlerin çatıştığı büyük bir jeopolitik denklem içinde değerlendirilmelidir. Bu gerilim, enerji politikaları, bölgesel hegemonya mücadeleleri ve küresel krizlerin yansıması olarak Latin Amerika'nın yakın geleceğine şekil vermeye devam edecektir. Bu açıdan, bölgedeki mevcut krizlerin çözümü, sadece yerel dinamiklere değil, büyük güçlerin politika ve stratejilerindeki değişimlere de bağlıdır.