‘Abes' bir romanın ‘acayip' kadınları

Prof. Dr. Turan Karataş / Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi
8.02.2020

Tanpınar'ın kurmaca metinlerinin çoğunda, daha ziyade birbirine benzeyen ve “rüya kadınlar” diye tavsif edilenler anlatılırken, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde, şu hayatın nizamsız bir tarafından fırlayıp çıkmış gibi duran kadınları tanıyoruz. Şüphesiz bunlar da realite ile kurmaca arasında salınıp duruyorlar, fakat kanaatimizce gerçeğe daha yakınlar.


‘Abes' bir romanın ‘acayip' kadınları

Dünyanın hemen her yerinde iyi edebiyat okurunun artık bildiği bir eser Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Romanımızın şaheserlerinden. Düşüncesi ve iletisiyle, kurgusu ve anlatımıyla, unutulmaz kişileri ve okuyucu üzerindeki etkisiyle unutulmayacak bir yapıt. Hakkında onlarca yazı yayımlandı. Birçok yönleriyle incelendi. Fakat bu romanın kadınlarını inceleyen, irdeleyen bir araştırma görmedim. Anlayacağınız netameli bir işe soyundum. Baştan belirteyim, söyleyeceklerim, üzerinde konuşulan romanın atmosferine, kişilerinin “saçma” görünüşlerine ve yaşantılarına mütenasip olarak “abesle iştigal etmek” şeklinde anlaşılabilir. Buna alınmam, kızmam, itiraz etmem!

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kadınlara ilişkin, biri diğerine uzak çarpıcı görüşleri olduğunu, eserlerini okuyanlar fark etmiştir. Yayımlanacağını belki de hiç aklından geçirmediği Mektuplar ve Günlükler’deki “gerçek kadınlar” ile roman ve hikâyelerindeki “kurmaca kadınlar”ı, elbette ayrı yerlere koymak gerekiyor. Fakat, her iki metin kümesindeki kadınlar arasında bile şaşırtıcı benzerlikler görülebilir. Bize kalırsa, yazar, mektup ve günlüklerinde olabildiğince rahat konuşmasına karşılık, kadınlara dair düşündüklerinin mühim bir kısmını kurmaca metinlerinde söylüyor. Tanpınar’ın kurmaca metinlerinin çoğunda, daha ziyade birbirine benzeyen ve “rüya kadınlar” diye tavsif edilenler anlatılırken, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde, şu hayatın nizamsız bir tarafından fırlayıp çıkmış gibi duran kadınları tanıyoruz. Şüphesiz bunlar da realite ile kurmaca arasında salınıp duruyorlar, fakat kanaatimizce gerçeğe daha yakınlar.

Böyle bir yazının aklıma düşmesinde iki “şey” kışkırtıcı olmuştur. İlki Tanpınar’ın Günlükler’inde geçen bir cümle. “Hayatımı iki şey mahvetti” diyordu büyük romancı, “Parasızlık ve kadınsızlık.” İkinci sebebim ise biraz öznel. Bahse mevzu romandaki ilişkilerinde, davranışlarında dengesiz, eksik-fazla, çolpa kadın kişilerin; birbirini tutmaz, saçma, tutkulu, güldüren, şaşırtan halleridir. Birbirinden ilginç bunca kadını, yazar yapmış yahut yaratmış ve bir araya getirmişken bunu görmezden gelmek, romana haksızlık olurdu. Aslına bakarsanız, böyle bir konuya el atacak kişi ben miyim diye, tereddütler yaşamadım değil. Çünkü kadınların acemisiyim, onları pek az tanıdığım kanaatindeyim. Tanpınar’ın da, bilhassa mektuplarını ve günlüklerini okuduktan sonra, kadınları eksik ve hatalı yahut az tanıdığını düşündüm.

Yazar, anlatıcının neyi olur?

Elbette sadece kadınlar değil, şahıs kadrosu geniş ve bir o kadar renkli olan bu romandaki bütün kişiler (Emine ve Ahmet hariç), doğallığın ve gerçekliğin sularında pek az görünürler; daha çok yalanın, sahtenin, “saçma”nın, karikatürün, gülünç olanın ve bunların hepsini besleyen mübalağanın imkânları içinde yaşarlar ve öyle anlatılırlar. Hatta daha ziyade erkekler böyledir. Peki, öyleyse niçin kadınlar? İtiraf edeyim ki, bu romandaki erkeklerin her biri, müstakil bir incelemeyi gerektirecek kadar “ilginç”tir ve geniş bir hayatın adamıdır. Başta anlatıcı-kahraman Hayri İrdal, sonra onun hayatına dâhil olan, doğrusu onu yoğuran, yapan, değiştiren, bozan diğerleri; Halit Ayarcı, Muvakkit Nuri Efendi, Abdüsselam Bey, Dr. Ramiz, Seyit Lütfullah, Eczacı Aristidi, Cemal Bey… Bu kadar zengin şahsiyetin hepsini birden bir yazıya sığdırmak olası değildir.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün başkişisi yani anlatıcı-kahramanı Hayri İrdal, nedense kimi özellikleriyle, romanın yazarını hatırlatmaktadır. Bazı davranışları, görüşleri, sözleri yer yer “Kırtıpil Hamdi” lakabını akla getiriyor. İrdal, Yazar, bir şekilde içine karıştığı hikâyenin kadınlarına; gerçek hayatta bazı kadınlara baktığı gibi, çok zaman adeta zalim bir gözle bakar; ince alaylı, didikleyici, yaralayıcı bir dille anlatır çoğunu. Anlatıcı Hayri İrdal’ın, dolayısıyla, belki tabiatıyla demeliyim, yazarın, kuşkusuz romandaki kadınlara mesafesi, bakışı, onları alaya alma biçimi ve kesafeti her birinde farklılık arz ediyor. Bir kere, ilk eşi Emine dışında İrdal, diğer kadınların hepsinde eksik, bozuk, çiğ, aksayan, hercai, hoppa, gidişata uymayan bir yan görüyor, gösteriyor. Bunun ilk sebebi, romanın alaya, ironiye müsait havasıdır. Sonra “kültürü, geçmişi ve derinliği seven” estet Tanpınar’ın sıradan ve kültürsüz bir kadını, her türlü eğlenmenin, alayın figürü olarak görmesidir.

Bu romandaki kadınlar, Batı uygarlığını, salt gündelik yaşama biçimiyle değil, bütün bir terbiyeye dâhil olan kültürüyle de benimsedikleri için, “hususi bir hüviyet” sorunu, “kültürel kişilik”, “millî kişilik” sorunu yaşıyorlar. Bu nedenle kadınların çoğu, “bir bütünlük, bir derinlik vaat etmeyen, yalnızca ‘maruz kalınan’, rüyası görülemeyecek kadınlar”dır, “birer yüzeydirler” (Gürbilek 2014:22). Tanpınar’ın buradaki kadınlara horbakışı, onların mazinin değerleriyle süslenmemiş, kültür ve sanatın yoğurumundan geçmemiş, duyguların geniş dünyasına dalmamış, rüyanın saltanatına ermemiş, içlerinden adeta ruhları çekilmiş olmaları nedeniyledir. “Sevilen kadın, geçmişi açacak anahtardır; geçmiş, sevilen kadının çehresinde kendini gösterir.” (Gürbilek 2014:21) Bu romanda kadınların çoğunun, alaya layık görülmesi, mazinin kıymetlerinden habersiz oldukları içindir, denebilir.

Her biri ayrı bir âlem!

Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde anlatıcı dolayısıyla yazar, niçin kadınların çoğunu alaya almak arzusundadır? Aslına bakılırsa bunlar da diğer bütün hemcinsleri gibi, mutlu hayallerin ve neşeli hayatların peşindedir. Fakat bir farkla, buradakiler daha ziyade “abes denen şeyin bataklığı”nda vücut bulan kişilerdir. Romanın “saçma” havası, bu zemini hazırlamıştır. Romandaki kadınların hemen hepsi, benzetmek doğruysa ipliği kopmuş bir tespihin boncukları gibi dağılmış, bir o yana bir bu yana yuvarlanıp durmaktadır. Anlatıcıya fırsat veren işte bu dağılmışlık, şirazeden kopmuşluktur. Dahası var, köklerinden yani kendileri olmaktan uzaklaşan ve böylece bambaşka bir kişiliğe bürünen kadınlar, anlatıcının alayına, fenası hicvine maruz kalır. Başkaca söylersek, karikatürize edilen kadınlar, hadlerinin ve toplumsal konumlarının yahut değerlerinin farkında olmayanlardır. Onları “komik” kılan ve anlatıcının yaralayıcı diline malzeme yapan; iyi mi kötü mü, doğru mu yanlış mı, “bize” uyar mı uymaz mı muhasebesi yapmadan “yeniye sarılmak” hevesleridir. “Heves” bile masum kalabilir, “çılgınlıkları” demek geliyor içimden.

Anlatıcımız, çeşit çeşit yalnızlığı yaşayan bu kadınlarla, eğlenceli, bir o kadar da “saçma” bir toplaşma yeri olan İspritizma Cemiyeti’nde karşılaşacaktır. İkinci eşi Pakize ile de orada tanışmıştır. Bulundukları mevkie ve ruh hâllerine göre İrdal’ın kadınları anlatışında yadsıma, alay, hiciv, nefret, iğrenme biçiminde derece derece kararan bir bakışı fark ederiz.

Bir dikkat olarak şunu da söylemek yararlı olacaktır; romanın kişi adları bile “hedefe ulaştıracak araçlar” olarak görünüyor. Erkek adlarında yazarın bu tutumu çok açıktır. Kadınlara gelince, “Emine” elbette mazbut, “Selma” âşık olunacak sevimlilikte, Pakize, Zarife, alaya yatkın isimler, Afroditi güzellik timsali. Sabriye Hanım, sabredenlere aşk olsun dedirtecek cinsten…

Tuhaf kadınlar sahnede

Romanın en renkli, eğlenceli, bir o kadar da horlanan kişisi, anlatıcı Hayri İrdal’ın Halasıdır. Çirkin, biçimsiz ve yaşlı bir acuze! Zarife Hanım, “vaktinde gömülmediği için” mezarı başında dirilen, İrdal’in deyişiyle “paralarından ayrılmamak için hortlayan”, “hasis, huysuz, hava ve hevesine mağlup bir kadın”dır (s. 99)*. Paramı çalarlar korkusuyla geceleri paranın saklı olduğu kömürlükte yatar. İrdal’ın yeren, iğneleyen, hırpalayan acımasız dili, en fazla Hala’sını hırpalar.

Halanın bu kadar horlanmasının nedeni, geçici ölümünden sonraki hayatında büründüğü kılık, sergilediği kişilik ve göstermiş olduğu yakışıksız tutumlardır. Ölümün soluğunu iliklerinde duymuş bir insandan beklenen; dine, maneviyata yönelmesi, metafizik bir yaşantıyı öncelemesi, mal varlığını da bu yolda harcamasıdır. Fakat kuşkusuz romanın “tuhaf” mantığı gereğince, Hala mezarda dirilip eve döndükten sonra adeta bambaşka biri olur, yaşına başına aldırış etmeksizin dünyevî hazların ardına düşer. Bu “diriliş”, halanın o güne kadar “içinde uyuyan bir yığın şeyi kırbaçlamış”tır. Söz gelimi bütün parasını oturup çıtır çıtır yemeye karar vermiştir. Yaşına başına aldırmadan evlenişi, kıyafetleri, girip çıktığı yerler, Hala’yı mizahın nesnesi yapar. Kocası Naşit Bey’in vefatının hemen ardından, belki ölüm acısıyla, kendisini dervişliğe verir, o zaman kadınlar arasında şöhret kazanan bir şeyhe bağlanır. Şeyhin en gözde müridi sıfatıyla birkaç yıl bu şöhretin tadını çıkarır. Hala’nın dünya tutkusunu bu manevi terbiye de teskin edemez ve üçüncü bir izdivaca hazırlandığı haberleri duyulur.

Pakize, Hayri İrdal’ın ikinci karsıdır. “Doğru dürüst yürümesini bile bilmeyen, bastığı yeri görmeyen” Pakize, Halit Ayarcı’nın ironik görüşünce modern bir kadındır. Hayatta sevdiği ve tatmin olduğu hemen tek şey sinemadır. Sinemanın “hayal” dünyası içinde yaşıyor ve kâinata beyaz perdeden bakıyordur. “Sinemanın sade terbiye değil, tatmin ettiği insandır” Pakize. “Beyaz perdenin karşısında o kadar kendinden geçer, o kadar her şeyi bırakır ki, sonunda yaşadığı hayatla seyrettiği macerayı birbirinden ayıramaz hâle gelir.” (s. 151) Pakize, otuz beşine geldiği halde daha doğru dürüst yatmayı öğrenememiştir! “Gündüz hayatında, kavga zamanları, eğlence ve sinema hariç, o kadar sakin, tatlı surette tembelliğe müsait olan karım uykuya dalar dalmaz bir nevi cambaz kesilir, kolları, elleri, bacakları birden bire çoğalır, imkânları genişler, bir örümcek gibi yüzükoyun yattığı yerden her nevi plastik danstan zenci ibadetlerine kadar perde perde yükselip alçalan bir hareket sar’asına tutulur, bu çoğalmış aza beni dört bir tarafımdan sarar, dürter, acayip terkipler hâlinde vücuduma yapışır, hoyrat itişlerle ayrılırdı.” (s.186) Triot guddelerinin bozukluğundan kaynaklanan benirlemelerin, horlama ve sayıklamaların da bu hareket bolluğuna eşlik ettiğini hesaba katarsak, Hayri İrdal’ın Pakize’yle yattığı gecelerin nasıl bir azaba dönüştüğünü kolayca tahmin edebiliriz.

Kendisinin büyük bir muganniye olduğuna inanan Büyük Baldız’ın ne sesi ne de bir müzik kulağı vardır. Üstelik “çirkin”, kabiliyetsiz ve cahildir. Bu kız, “fıçı gibi terliye terliye”, kırmızı topuklu iskarpinlerinin üstünde sallana sallana ve parmaklarını şaklata şakırdata şarkı söyleyecektir! “Özgüveni yükseltmek” klişesine maruz kala kala bugün hadlerini kaybeden ve neredeyse başka bir mahlûk hâline gelen insan tipini ortaya çıkaran telakkinin her hâlde en çarpık örneği Büyük Baldız olmalıdır, diye düşünüyorum.

Tanpınar estetiğinde kadın güzelliğinin mühim bir yeri vardır. Bu bakımdan, bazı kadınların, baldız örneğinde olduğu gibi, önce fizik çirkinlikleri biraz da abartılarak gösterilir. Sonra mizaç çarpıklıkları göz önüne serilir. Görünüşünün hilafına güzel olduğuna inanan, büyük bir cesaretle defalarca güzellik müsabakasına giren ve bu iş için hali vakti hiç de yerinde olmayan eniştesine tükenmez masraf kapıları açan acayip kadınlardan biri de Küçük Baldız’dır. “Hollywood delisi” sıfatını, küçük baldıza da rahatlıkla yakıştırabiliriz. Çünkü o da sinemanın yalan dünyasında yaşamaktadır. Hayri İrdal’ın bize takdim ettiği kişi, neredeyse bir karikatürdür: “Kendisine hiç yakışmayan kıpkırmızı tuvaletinin içinde, her an sıyrılmaya hazır bir hançer gibi, etrafındaki erkeklerle dalaşıyordu. Kulaklarında at nalı gibi kalın maden küpeler vardı. Askerlikte bedava yere çürüğe çıkartıp attığımız eski nallara acıdım.” (s.334) Biraz sonra Küçük Baldız, genç bir Amerikalı ile salonun ortasında kırasıya bir dansa girmiştir. “Daha doğrusu dans ediyoruz, diye birbirlerine yapmadıkları zulüm, işkence kalmıyordu. Küçük baldızım çoraplarını, iskarpinlerini çıkarmış, bir eli partnerinde, bir eli kâfi derecede kısa bulmadığı eteklerinde, halısı kaldırılmış cilalı parkenin üzerinde zıplıyor, kendini yerden yere atıyor, tam bir yeri kırıldı diye imdadına koşacağım zaman tekrar kalkıyor, tekrar zıplıyor, kavalyesine sarılıyor acayip çifteler atıyor, bilinmez düşmanları başı ile süsüyor, tekrar yerlere yatıyordu.” (s.343)

Romanda hikâyesi anlatılan kurum, “yeni hayat” telakkisinin ortaya çıkardığı bir yerdir. Bu köksüz anlayış, elbette kendi insanlarını da yaratacaktır. Anlatıcının abes bulduğu kişiler bu yapılanma biçimine göre ortaya çıkan insan tipleridir. Söz gelimi Nermin Hanım, tam da bu kurumun havasına, işleyişine uygun biridir. Akraba olduğu için buraya alınmıştır! Bütün hayatını, diliyle iki dudağının arasında yaşayan bir kadın. “Dostluk yapması ve bütün hayatını parça parça anlatması için herhangi bir insanla bir kere karşılaşması kâfi”dir. (s.234) Enstitü’deki ilk gününde tanıştığı bu kadını İrdal şöyle anlatacaktır: “Nermin Hanım’ın daha o gün ya örgü ördüğünü yahut konuştuğunu öğrendim. Daha doğrusu daima konuşur, yalnız kalınca örgü örerdi./ Hayatında hiçbir sırrı yoktu. Sükûtu sevmezdi. Hiç kimse ile darılmak âdeti değildi. Üç kocasından da darılmadan dostça ayrılmağa muvaffak olmuştu.” (s.228)

Sabriye Hanım, gerçek hayatta örneğini sıkça gördüğümüz kıskanç, çirkin, insan işlerine fazlasıyla meraklı olduğu için sakınılacak, bulunduğu ortamlara kötü bir hava bulaştıran “zalim” kadınlardandır. Böyle tipler için çokça söylenen bir sıfat da “densiz”dir. Çünkü nerde, nasıl davranacağını ve kime neyi söyleyeceğini kestiremezler.

Anlatıcının eğlenceli diline dolanan kadınlardan biri de romancı Atiye Hanım’dır. Birbiri ardınca on altı roman çıkaran bu hanım için yaşamak; “sevmek, sevişmek, erkek değiştirmek, ıstırap çekmek”ten ibarettir neredeyse. Şurası var ki, Hayri İrdal, az biraz “kadınlık” çizgilerinin dışına çıkan kişileri alaya almak için hazır beklemektedir. Romandaki unutulmaz kokteyl gecesinde adı belirtilmeyen bir kadın şanoya şöyle sürülür: “Yaşlı ve bir mekkâre katırı kadar boncukla, küçük zillerle, zincirlerle, halkalarla süslü bir kadın…” (s.332)

Sözün uzayıp gittiğinin farkındayım. Romanda yergiden uzak tutulan kadınlar da var. Onları tek tek ele almıyorum. Ayırıcı özelliklerine bakarak bir liste yapacak olursak, kadınlar tablosu nasıl şekilleniyor, onu göstereyim:

Cadaloz kadın: Zarife Hala. Ölümden kurtulmak sevinci, kötürümlüğünü, sakatlığını bile yenmiştir.

Budala kadın: Pakize. Kendisini Hollywood’da zanneder ve onda hep “aksayan bir taraf” vardır.

Şapşal kadın: Baldızlar. Büyüğü, sesi ve müzik kulağı olmadığı halde muganni olduğuna kani; küçüğü, çirkin ve cahil, ama güzellik namzedi olduğuna inanıyor.

Geveze kadın: Nermin Hanım. Gerçekte günün on iki saatinde konuşan biridir.

Çirkin kadın: Semra Hanım. Çirkin hem de meraklı!

Şuh kadın: Afroditi. Hakikaten mesuttu, gülüyor ve şarkı söylüyordu.

Sevilecek kadın: Selma Hanımefendi. “Elimden gelse alıp götüreceğim, yatağımın başucuna avize diye asacağım.”

Fedakâr kadın: Emine. “Ölümüyle büsbütün boşlukta kaldım.”

Bedbaht kadın: Nevzat Hanım. Sevmediği bir adamla evlendirilmiş, kaynanasının gözetimi altında ömrünü tüketmiştir.

Talihsiz kadın: Zeynep Hanım. Asil ve kibardır, fakat kocası tarafından öldürülmüştür.

Bitirirken şu söylenebilir; her biri acayip özellikleriyle, bir “hokkabaz şapkasından çık”mış çehreleriyle zihnimizde yaşayıp duran bu kadınları yazar elbette muhayyilesinde var etti, kurguladı. Fakat her birinin gerçek hayattan kaynaklanan bir tarafı olduğu muhakkaktır. Çünkü bu kadınlar, sahicilikten uzak değildir, yapmacık durmazlar, bir kukla gibi, süs bebek gibi cansız ve ruhsuz görünmezler. Bunlar, bu toplumun var ettiği, hâlen onlarcası çevremizde yaşayan kişilerdir. Tanpınar, bu harika romanıyla onların aksayan, gülünç, gölgede kalan taraflarına bakmamıza zemin hazırlamıştır.

*Romanın bu incelemede kullanılan baskısı, “kaynaklar”da gösterilmiştir. Sayfa numaraları o baskıya aittir.

Kaynaklar

Gürbilek, Nurdan (2014): “Tanpınar’da Görünmeyen”. Yer Değiştiren Gölge, İstanbul: Metis Y.

Tanpınar, Ahmet Hamdi (2017): Saatleri Ayarlama Enstitüsü. (34. Baskı). İstanbul: Dergâh Y. 

[email protected]