Türkiye-AB ilişkilerinin geldiği nokta, bu ilişkiye dair tüm değerlendirmelerin kapsam ve formatının değiştirilmesini gerektiriyor ya da ilerleme raporlarının, taraflı gözlemler ve iddialar serisi olmaktan çıkarılması gerekiyor.
CEMAL HAŞİMİ/John Hopkins Üniversitesi
İki hafta kadar önce 15. İlerleme Raporu açıklandı ve o günden beri, AB-Türkiye ilişkisine dair tartışmalar hafiften alevlendi. Bu bir taraftan iyi bir şey, en azından devam eden bir sürece dair tartışmaların somut bir zeminde yürümesini sağlıyor. Ama aynı zamanda garip bir şey çünkü tartışmaların tonu ve içeriği, özellikle 2005 yılından bu yana, bir deja vu yaşatmaktan başka bir şeye yol açmıyor.
İlerleme raporları, başından beri, aslında tek bir amaca hizmet ediyor: “Türkiye’nin AB üyeliğine hazırlık sürecinde kaydettiği ilerlemeyi”, AB’lilerin gözünden derli toplu bir biçimde sunmak. Buna paralel olarak, Türkiye de gerek hazırlık sürecinde gerekse raporun açıklanması sonrasında, aynı sürece ve değerlendirmelere dair tespitlerini ve itirazlarını dile getiriyor. Bu çerçevede, Türkiye, kendi pozisyonunu, raporun açıklandığı gün AB Bakanı Egemen Bağış’ın rapora ilişkin değerlendirmesiyle dile getirdi. Rapordaki olumlu noktalar ve AB’nin Türkiye için stratejik önemi teyid edilirken, raporun “Türkiye’nin üyeliğini geciktirme” çabasının yansımalarıyla dolu olduğu ifade edilerek, “AB’nin kendi kusurlarını da görme vakti gelmiştir” denildi.
Raporlar ne işe yarıyor?
Bu minvalde başlayan tartışmalarda, raporun içeriğinden, övgü ve eleştirilerin tonuna, Türkiye’nin tanımadığı bir “yapı”nın dönem başkanlığının etkilerine kadar birçok şey konuşuldu. Bu tartışmaların bir yerinde, her zamanki gibi ya da gayet doğal olarak, AB’yi, “hayrına demokrasi mücadelesi veren gönüllüler birliği” olarak algılamakta ısrar edenler de yer aldı. Raporun iddiaları veya Türkiye’nin raporun bazı yönlerine gösterdiği sert ve haklı tepki, “Türkiye, AB’den vazgeçti, vazgeçiyor” vaveylasına malzeme kılındı. Anlaşılan o ki, 15. İlerleme Raporu, işlerin ne kadar da kötü gittiğine dair verilen referans örneklerden biri haline getirilmek isteniyor. Demokratikleşme gündeminin askıya alındığı, “AB hedefinin” bir kenara itildiği, gerekli reformların yerine getirilmediği ve süreci tıkayan siyasi günahların hükümete ait olduğu gibi eleştiriler tam olarak bu çerçevede dile getiriliyor.
AB’nin katettiği gerileme!
15. İlerleme Raporu, son yıllarda açıklanan diğer AB metinleri gibi, Türkiye’nin “AB sürecinde katettiği mesafelere” övgülerin de ağırlı olarak yer aldığı raporlara dönüşmüş durumda. Fakat gelenekselleşmiş AB refleksleri çerçevesinde mütemadiyen Türkiye’nin üyelik sürecinde yapması gerektiği halde neleri yapmadığını anlatmasıyla da öne çıkıyor.
Bu noktada ilerleme raporlarında detaylı bir biçimde ele alınan teknik hususlara, çağrılara, düzenlemelere takılmak, bunları tek tek ele almak maalesef fazla bir anlam taşımıyor. Çünkü zaten bu raporlar tek başına fazla bir şey ifade etmeyen, sürecin geneline dair fotoğrafı sunabilmesiyle anlam kazanabilen çalışmalar.
Türkiye-AB ilişkilerinin geldiği nokta, ya ilerleme raporlarının (ve hatta AB-Türkiye ilişkilerine dair tüm değerlendirmelerin) kapsam ve formatının değiştirilmesini gerektiriyor ya da Türkiye açısından ilerleme raporlarının, hakikaten artık tek taraflı gözlemler ve iddialar serisi olmaktan çıkarılması gerekiyor.
Bir mühim proje
Biliyorum şaka gibi gelecek ama Avrupa Birliği hala önemli bir proje. Bir yandan ekonomik krizler yaşayan, küresel ve bölgesel gelişmelerde esamesi dahi okunmayan, iç siyasi krizlerine etkili siyasi cevaplar geliştiremeyen, bir birlikten çok bir yığını andıran görünümüne rağmen, Avrupa Birliği bir proje olarak önemini koruyor. Ama bu önem, hala ve henüz, daha çok AB’liler ve Avrupalılar için geçerli. Çünkü başından beri AB projesi, Avrupalılar için kendi tarihleriyle hesaplaşmaları, kendi iç sıkıntılarıyla yüzleşmeleri için, makul bir gelecek inşasına yönelik bir siyasi tasarım olarak kurgulandı. Kurucu metinlerden, teknik sözleşmelere ve kuramsal tartışmalara kadar “AB’nin önemi” biteviye vurgulanan bir şey ve ifade edile edile, adeta bir adım ötesine geçmeyi engelleyen bir patinaj duygusu da yaşatıyordur herhalde Avrupalılara. O noktada, Habermas örneğinde görüldüğü üzere, bu mühim projeyi başlatma ve sürükleme becerisi, Avrupalıların kendi kendilerini takdir etmelerine yol açıyor. İlginç bir halet-i ruhiye, çünkü bir tür kendi kendini övme, önemini kendi kendine durduk yere hatırlatma çabası göze batıyor. Belli ki patinaj duygusu yok sayılmaya çalışılıyor. Bu noktada AB’nin ‘başarısı’, Avrupalının Avrupalıya propagandasını dışarıya da bir başarı hikayesi olarak pazarlayabilmesi.
Fakat bu durumun, esasında AB projesiyle, içeriğiyle, kapsamıyla ve hatta başarılarıyla çok fazla bir bağlantısı yok. Bu hikaye, daha çok bir dünya düzeni sorunu (Avrupa-merkezcilik) ve Mahmut Mutman’ın 2002’de yayımlanan “Avrupa Avrupa Duy Sesimizi (S’il Vous Plait!)” yazısında değindiği hususlar hala aynen geçerli. Kısacası, garp cephesinde değişen bir şey yok.
Bunları, sadece Türkiye’den baktığımızda görebiliyoruz, Avrupalılık içinden bakınca değil. Çünkü AB öneminin Türkiye açısından iki boyutu var. Birinci boyut, yanlış kurgulansa da bilinen birşey: AB üyelik süreci Türkiye’nin demokratikleşmesine önemli katkılar sundu ve AB derlenip toparlanabilirse, kendisiyle yüzleşme sürecine girebilirse, bu katkılar devam edebilir. Fakat geçmişten beri bu faydalı etki, niyeyse hep tek taraflı olarak kurgulandı. AB, maddi bir çerçevesi olan, somut bir siyasal proje olmaktan çok, adeta fetişleşmiş bir hedef olarak kurgulandığı için bu etkinin derli toplu bir muhasebesini yapma imkanı fiilen engellendi. Engellediği için de, AB-Türkiye tartışmalarında, Türkiye’deki dönüşümü sağlayan esas siyasi iradenin kaynağı konusu hep bir fail-i meçhule kurban gidiyor.
Quo vadis Avrupa?
Malum, Türkiye-AB süreci yeni birşey değil ve geçmişten beri AB farklı mekanizmalarla, üyelik sürecindeki olumlu veya olumsuz gelişmeleri ifade ediyor, olumlu olanları “teşvik etmeye” çalışıyor. Bu açıdan AB, bizzat üyelik sürecinin varlığıyla “demokratikleşme” sürecinin adı olarak kodlandı hep. Fakat bu çaba, ancak ve ancak sistematik bir dönüşüm programına ve gündemine sahip bir siyasi irade ortaya çıktığında anlam kazandı. Yani, AB’yi Türkiye siyasetinde anlamlı ve etkili bir aktöre dönüştüren, bizzat AK Parti’nin Türkiye vizyonudur. Değişim iradesi, Ankara’dan yükseldiği için, AB’nin demokratikleşme programı bir karşılık buldu. Mesele, basitçe bir “Brüksel mi, Ankara mı” tartışması ve kıskançlığı değil, yaşanan siyasi gelişmelerin aktörlerini doğru analiz etmektir. AB-Türkiye tartışmalarında aktörlük iradesi, ısrarla ve inatla tek taraflı olarak AB’ye atfedildiği müddetçe, makul ve gerçekçi bir zeminde, AB-Türkiye ilişkisini değerlendirmek mümkün değildir.
Tek-taraflı irade teslimi, bugün AB-Türkiye ilişkilerinde gelinen noktayı anlamayı da engelliyor. Sürecin ele alınma biçimi, basitçe “üye olmak isteyen sensin, o halde şu şartları bir yerine getir bakalım” düzeyini aşmak zorunda. Çünkü hem AB, gayet bilindik sebeplerle ilgili ilgisiz şartlar üretme konusunda bir hayli yaratıcı ve siyasi teamüllerin tüm sınırlarını zorluyor. Hem de Türkiye gayet haklı olarak AB iç siyasetindeki dinamiklerin gidişatından tedirgin. Bu da AB-Türkiye ilişkilerinin ikinci boyutuna tekabül ediyor.
Beddua ve analiz
Maalesef, “Türkiye, AB sürecinde gönülsüzleşti” diyenlerin mühim bir kısmı bu gelişmeleri görmemek için ellerinden geleni yapıyor ve meseleyi baştan sona yanlış anlıyor. Kimlerin ve neyin öne çıktığını uzun uzun tartışmaya gerek yok, Türkiye, AB içinde yükselen siyasi dinamiklere eleştirel bakıyor. Bir ırkçılık türü olarak İslamofobinin günlük bir spora dönüştüğü, yabancı düşmanlığının gündelik siyasetin bir parçası haline geldiği, “Müslüman Sorunu” diye bir meselenin dört başı mamur bir düzeyde hissedildiği bir Avrupa’dan bahsediyoruz. Türkiye’nin de bu süreci, AB ve Avrupa ile ilişkilerini kıyıda kenarda duran bir ülke olarak izlemesi mümkün değildir çünkü Türkiye gerek ekonomisiyle (Türkiye, AB’nin en büyük altıncı ticari ortağı, AB ise Türkiye’nin en büyük ticari ortağı), gerek siyasetiyle, gerek nüfusuyla gerekse üyelik süreciyle Avrupa’daki tüm iç siyasi gelişmelerin doğrudan bir parçası ve tarafıdır. Türkiye’nin Avrupa’daki gelişmelere, bunların küresel yansıması bir yana, dışarıdan bakması bu açıdan zaten mümkün değil. Bu noktada, Türkiye, yeknesak bir AB-Türkiye ilişkisinden ziyade, bahsi geçen konularda somut olarak eleştirel yaklaşan kesimlerle temasa daha çok değer veriyor.
“Türkiye, AB’den vazgeçiyor” cümlesiyle özetlenebilecek tüm eleştiriler, bir değerlendirme veya analiz olmaktan çok bir beddua niteliğine bürünmüş durumda. Hani, büyük insanlık ideallerini biz garip doğulularla paylaşan AB’lilerin himmetperver vizyonlarını yeterince takdir etmiyormuşuz gibi bir atmosfer yaratılıyor. Türkiye dönüşürken, AB dönüşürken, bu dönüşümlerin hiçbirine temas etmeden, salt ilerleme raporlarının teknik boyutlarına bakarak veya tıkanan başlıklara bakarak AB-Türkiye ilişkilerine dair anlamlı bir analiz çıkarmak mümkün değildir. Bedduaları bir yana bırakıp nesnel analizlere geçiş yapmanın her iki taraf açısından daha hayırlı olacağına şüphe yok. Bu noktada, AB’nin mevcut iç dinamiklerine baktığımızda, bahsi geçen sıkıntılarla etkili bir hesaplaşmaya girmesini beklemek muhtemelen bir hayal kırıklığına yol açacaktır. Ama AB, bu geçişi kolaylaştıracak bir takım adımlar atabilir ve bu adımlar sayesinde ilişkiler gerçekçi bir zemine oturabilir. Sahi bir vize işi vardı, noldu?