AB’ye ‘sakın dağılma Nobeli’

Prof. Dr. EROL KATIRCIOĞLU / İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi / [email protected]
20.10.2012

AB’ye Nobel Barış Ödülü verilmesini, bir barış projesi olarak kurgulanan AB’nin dağılma olasılığı karşısında Batı kurumlarının bunu engelleyici bir desteği olarak görebiliriz.


AB’ye ‘sakın dağılma Nobeli’

Avrupa Birliği İlerleme Raporuna karşı verilen tepkiler çok düşündürücü. Düşündürücü olmasının nedeni raporda söylenenlerin yeni ve bilmediğimiz konular olmasından değil, Hükümet’in bazı bakanlarının ve yetkililerinin Raporla ilgili yaptıkları yorumların ölçüsüzlüğünden.

 Konunun doğrudan ilgili bakanı olmasından olsa gerek, Hükümet’e yönelebilecek eleştirileri bir ölçüde hafifleten Egemen Bağış olmasa, “Bu ne şiddet bu ne celal” diyerek insanın var gücüyle Hükümete yüklenesi geliyor. Egemen Bağış, AB’nin yaptığının Türkiye’nin fotoğrafını çekmek olduğunu ama bunu “yanlış bir lensle” yaptığını o nedenle de önünüze koyduğu fotoğrafın gerçeği olduğu gibi ya da bütün açılarıyla yansıtamadığını’ ileri sürüyor. Olabilir, AB’nin eleştirilerine katılmamız gerekmiyor. Türkiye de ya da Bakan Egemen Bağış da böyle düşünüyor olabilir, burada bir sorun yok. Nitekim bu eleştirilerine rağmen Bağış’ın, yine de, ‘’İlerleme raporuna kızmamız, tutup da AB standartlarına ulaşma sevdamızdan vazgeçmemiz anlamına gelmez’’ diyerek Avrupa projesinin Türkiye bakımından önemini vurgulaması durumu bir ölçüde de olsa kurtaran bir adım oluyor.

İlerleme Raporunu çöpe atmayalım

Burhan Kuzu’nun İlerleme Raporu’nu bir televizyon programında çöpe atması yaratıcılığı ve hele hele Ekonomiden Sorumlu Bakan Zafer Çağlayan’ın birazdan konu edeceğim sözleri, hakikaten “Hükümete ne oluyor, kimyası mı bozuluyor?” gibi sorular sorduruyor insana.  Örneğin Çağlayan diyor ki: “AB, gelmiş geçmiş ikiyüzlülüğü en fazla hissedilmiş birliktir. Dünyanın en riyakar kuruluşudur”. İnsan hoppala bu da nereden çıktı derken; “çünkü” diyor Çağlayan, “AB, Türkiye’yi kapısında elli yıldır bekletmektedir”.

1976’da Ecevit Hükümetiyle AB ile ilişkileri dondurma kararını alan sanki Türkiye değilmiş gibi AB’nin elli yıldır Türkiye’yi kapısında bekletiyor olduğunu söylemek insafsızlık değilse nedir ki? Ama anlaşılıyor ki AB’nin asıl “riyakarlıkta” “en birinci” olmasının başka sebepleri de var. Bunların başında da vize meselesi geliyor. 17 yıldır gümrük birliği yaptığı ülkenin işadamlarına vize uygularken, Brezilya, Arjantin, Paraguay, Makedonya gibi ülkelere uygulamaması, Bakan Çağlayan’ın gözünde AB’nin en büyük günahı. Konuşmasının “kreşendosu” ise AB’ye Nobel ödülü verilmesini eleştirdiği kısmı bence: Bakan Çağlayan, “AB’ye böyle bir Nobel Barış Ödülü verdiğiniz için ben de bu Nobel Barış Ödülü’nü kınıyorum. Bunun adı barış değil, AB’ye ikiyüzlülük ödülü olabilir” diyor.

Evet Avrupa Birliği ile ilgili bir çok eleştiri getirilebilir, İlerleme Raporlarında çekilen fotoğrafların gerçekleri hiçbir zaman tam yansıtmadığı ileri sürülebilir. Bunlarla ilgili itirazların ortaya konması yanlış olmak bir yana sağlıklı bir ilişkinin gereğidir bile. Ama Hükümet yetkililerinin endazeyi bu kadar kaçırarak, olan bitenlerden bu kadar kopuk eleştiriler getiriyor olmaları anlaşılması kolay bir durum değil. En azından benim için öyle. Üstüne üstlük eğer bu eleştiriler haksız eleştirilerse bunların cevaplarını ortaya koymak yine de Hükümetin görevlerinden biri değil midir?

Evet, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidarı süresinde pek çok önemli işler yapıldı. Bunların önemli bir kısmı ekonominin yönetimiyle ilgili düzenlemelerdi. On yıl gibi bir sürede ekonominin ortalama yüzde 7-8’ler düzeyinde büyümüş olması önemli bir başarıdır, kişi başına milli gelirin 10 bin dolarlara varmış olması bu başarının bir başka önemli boyutudur. Ama elinizi vicdan ve insaf duygularınız üzerine koyun. Türkiye’nin ekonomik sorunları bu bakanların bu kadar böbürlenmelerini haklı çıkaracak ölçüde çözülmüş müdür? Hala sıcak para girişine muhtaç bir ekonomi, hala enerji bağımlısı, hala ihraç ettiği malların önemli girdilerini ithal etmek durumunda olan, hala ülke riskini yükselten yüksek cari açığı olan bir ekonomi değil midir Türkiye ekonomisi? O zaman nedir bu böbürlenmeler, nedir bu aşağı görmeler, nedir bu biz yaptık oldu, tarzı konuşmalar?

Ya siyasetimize ne demeli!

Neresinden söz etmeli, hala yüzde 10 barajlı seçim sisteminden, hala her şeye karar veren despotik parti yönetimlerini mümkün kılan siyasi partiler yasasından ve hala diğerine “hain” diyerek birbirleriyle görüşmeyen siyasi parti liderlerinin yarattığı parlamento ikliminden mi söz etmeli. O zaman bütün sorunları çözülmüşmüş gibi bu türden yukarıdan konuşmalar, böbürlenmeler ve deyim yerindeyse caka satmalar doğru bir tutum olarak görülebilir mi?

Doğrusu ben bu tavrın, Hükümet’in bir zamandan beri patinaj yapıyor olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Hükümet bana, ülkenin sorunları karşısında sorunları çözmede ağır kalan, sorunların çözülememesi karşısında şimdiye dek yaptıklarını öne çıkararak karşılık veren, pasif bir görüntü veriyor. Bu görüntünün ise bir tür yavaşlama işareti olduğu açık. Bu yavaşlamanın temel nedenlerinden biri, sorunların çözüm aşamasına gelmiş olması fakat nasıl çözülecekleriyle ilgili siyasi ortamın olgunlaşmamış olması.

AB’ye hala ihtiyacımız var

Kabul edelim ki bugün hala Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı var. AB’ye olan ihtiyacı doğrudan AB ülkelerinin ekonomileri vs değil. Onların da önemli olduğu kuşkusuz. Ama asıl ihtiyacın standart, usul, ölçü ve yöntem gibi konuların AB ile daha kolay gerçekleşebilecek olması. Yani bir tür “çıpa” ihtiyacı. Yoksa “AB’ye kapağı atsak da demokratik bir ülke olsak” kolaycılığından değil. Unutmamak gerekir ki AB’nin Türkiye’yi tam üyeliğe alma kararı, aslında Türkiye’nin de Avrupa ülkelerini kendisine “üye” ülkeler olarak görebilme kararıdır da. Yapılan bu tartışmalardan ise hala böyle bir adımın çok uzağında olduğumuz görülüyor. Üstelik bu yalnızca AB tarafında değil Türkiye tarafında da böyle.

AB’ye Nobel Barış Ödülü verilmesi meselesine gelince. Yine bizim gösterdiğimiz tepkiyi anlamak zor. Neden meseleye bir barış projesi olarak kurgulanan AB’nin son zamanlarda dağılma olasılığı, Batı kurumlarının dayanışma ihtiyacını ortaya çıkardı diye bakamıyoruz ki? Bence olan da bu. AB’nin dağılmasını önlemeye yönelik çaba gösteren ülkelere ve kurumlara verilmiş bir destek.

O kadar!

Ülkeler de insanlar gibi zaman zaman birbirlerine ihtiyaç duyarlar. Onlar için de hayat soyut bir bireyin yalnızca kendi çıkarını düşünerek davrandığı gibi bir varsayım içinden anlaşılabilecek bir hayat değildir. Dayanışma ve birlikte yaşama hali ülkeler için de doğru ve gerçekçi bir hal bence. Yaptığımız ve başarılı olduğumuz birkaç adıma referansla başka ülkelere yukarıdan bakan, böbürlenen bir tavır içinde olmak atmamız gereken daha birçok adımın olduğunu görmemizi engelleyen bir tavır olur. Bunun da doğru bir tavır olmadığı ortada.