Acem ile Acem olmanın alemi yok

Prof. Dr. Mazhar Bağlı / KTO Karatay Üniversitesi
18.12.2020

Azerbaycan'ın ahlaki üstünlüğü de elinde bulundurarak yürüttüğü mücadeleyi büyük bir zaferle taçlandırması bölgedeki tüm dengeleri alt üst etti. İran, kendi iç sosyolojik dengelerine bakmaksızın Rusya'nın da Ermenistan'ın yanında yer alacağını varsayarak pozisyon aldı ve o da aynen Ermenistan gibi kaybetti. Azerbaycan'ın elde ettiği zaferin oluşturacağı atmosfer, İran'ın içindeki Azerileri de etkileyebilir ve etkileyecek de. İran'ın gelişmelerde saf dışı bırakılması halk nazarında onun pasif ve güçsüz durumda olduğu şeklinde de yorumlanmaktadır. İran'ın buna tedbir alma refleksi ile ortaya koyduğu çaba, işlerini daha da zorlaştıracaktır.


Acem ile Acem olmanın alemi yok

Benim gençliğimde Türkiye’deki İslamcı hareketin en çok konuştuğu, Doğu-Batı emperyalizminin İslam coğrafyasında açtığı derin yaralardı ve bizim de en büyük hayalimiz, bu dertlere derman olacak bir hareketin herhangi bir İslam ülkesinde öyle ya da böyle iktidar olmasıydı. Tabii ki ilk hedef bu iktidarı kendi ülkemizde tesis etmekti ama ne fark ederdi ki, dünyanın diğer ucunda da ayağına diken batan bir kardeşimizin acısını yüreğimizde hissedecek bir inancın mensuplarıydık biz. Afrika’da ölse bir yerli, canı bizde çıkıyordu. Filipinler’den Bosna’ya, Afganistan’dan Cezayir’e, Mısır’dan Mynmar’a, Doğu Türkistan’dan Malezya’ya, Endonezya’dan Yemen’e kadar her ülkedeki İslami hareketler ile yatıp kalkıyorduk ve hepsinin de tek bir gayesi vardı, emperyalizme son vermek. Daha sonra bunların kahir ekseriyetinin nasıl bir canavara dönüştürüldüklerini başka bir yazıya bırakalım ama şu kadarını söyleyeyim o dönemdeki samimiyet dünyaya meydan okuyacak güçteydi. Siz bakmayın şimdilerde bu kutsal gaye için çalışmış olanlara, bazı terör örgütlerinin kanlı fiillerini çağrıştırsın diye hince bir kurnazlıkla “siyasal İslamcı” denilip itibarsızlaştırıldıklarına. Onlar bu ülke için, kendi toplumları için, bu coğrafya için ve gelecek nesiller için canını seve seve vermeye hazır neferlerdi. Ve halen de emperyalizme karşı en net duruşu sergileyenler de onlardır.

Batı karşısında hezimet

Girdiğimiz her tartışmada başımızı öne eğen en kritik konu, İslam dünyasının uzun bir süreden beri siyaseten ve sosyolojik olarak karşılaştığı Batı karşısında yaşadığı hezimetti. Buna verecek bir cevabımız yoktu. Eski dönemlerde yaşanan kısa güzellikleri bile “asırlık saadetler” olarak görüyorduk.

Sonradan fark ettik ki bu savaş, asimetrik bir zeminde yürütülüyordu. Biz konuya “inanç” çerçevesinden bakıyoruz onlar ise “üretim”. İki farklı kategorinin rekabetinde pratik sonuçları olan “üretim” hep öndeydi doğal olarak.

Tam da bu atmosferde, en ufak bir kıpırdamanın bile bizi heyecanlandırdığı bir zaman diliminde, Batı’nın İslam ülkelerine karşı yürüttüğü bu asimetrik harp ortamında yanı başımızdaki komşumuzdan gür bir ses duyuldu. İran’da bir İslam Cumhuriyeti kuruldu.

Hem de tarih boyunca çok büyük bir medeniyetin beşiği olan, sanatta, edebiyatta, kültürde ve düşüncede özgün çalışmalara öncülük etmiş bir ülkeden gür bir seda yükselmişti. Dahası bu sesin geldiği ülkenin medeniyeti tüm tarih boyunca İslam coğrafyasını sanatı, dili ve gelenekleri ile de derinden etkilemişti ve bu sesin diğer ülkelerde de yankı bulacağına olan inancımızı daha da güçlendiriyordu. Batı’dan talimat almayan, onların uydusu olmayı reddeden müstakil bir ülke olma mücadelesinde onlar muvaffak olmuştu.

Durum bildiğimiz gibi değil

Bu coğrafyayı fakirleştiren, zayıflatan, parçalayan ve ezen güçlere karşı başarı elde edenin gönüllerde büyük bir taht kuracağı açıktı ve öyle de oldu.

İşte o heyecanımızın dorukta olduğu bir dönemde, Batı emperyalizmine ve onun baş aktörü olan “büyük şeytan” ABD’ye karşı açıkça meydan okuyan bu ses sadece gönüllerde değil, aynı zamanda gündelik hayatımızda da karşılık buldu.

Her Cuma günü namazdan sonra bütün cemaatin, Cuma camisinin avlusunda hep bir ağızdan “Merg Ber Amerika” sloganları atıp Kudüs’ün kurtuluş yeminleri etmesi hüzünlü yüreklere su serpiyordu. Dahası devrimin lideri olan İmam Humeyni, tam da hayal ettiğimiz gibi sade bir hayat yaşıyordu. İstişare ediyor, tartışıyor ve kararlarını temel kaynaklara dayandırarak veriyordu. Devrim, liderin veya elitlerin değil halkın omuzunda yükselecek diyordu. Demek ki olabiliyormuş dedirtti bize. O dönemlerde İran üzerine onlarca kitap yazıldı çizildi. Programlar yapıldı. Seminerler verildi. Toplantılar düzenlendi. İran’a gidip gelenler oldu. Ama bir süre sonra bütün bu işlerin arkasında başka bir hesabın olduğu görüldü maalesef. Büyü bozuldu. Rahmetli Ercüment Özkan, gidip geldikten sonra İran’ı, çıkardığı derginin dosya konusu yaptı. Durum bildiğimiz/bildiğiniz gibi değil demeye getirdi. Sahiden de durumun farklı olduğunu acı bir tecrübe ile gördük. Ne pratik olarak Kudüs kurtuldu ne de Amerika öldü. Ne de ülkesini Şah Rıza’nın zulmünden kurtarmak için cennete koşarak ölüme uçan, hayatlarını bir işaret ile feda eden o yiğit civanmertlerin çocukları özgür olabildi.

İran’ın esas meselesi

Benim için bu hikayenin en dramatik olan yönü ise o zamanlardaki heyecanımıza şahit olan babamın her seferinde beni İran konusunda kibarca ikaz etmesiydi. Hatta kimi zaman köye gittiğimde, kendi söylediklerine olan güvenimi güçlendirmek için “ehli sünnetin” en doğru yol olduğunu anlatan kitaplar verir, onları okuyup kendisine özetlememi isterdi. Babamın o zamanlarda üzerinde durup kulağıma küpe olmasını istediği şey, İran’ın nihayetinde yüceltmek isteyeceği esas şeyin “Pers milliyetçiliği” olacağıdır.

Hatta derdi ki, Hasan ile Hüseyin arasında dahi etnisite ve milliyetçi refleksler üzerinden bir ayrım yapmaktadırlar, her Aşura günü “ah Hüseyin vah Hüseyin” diye feryat etmelerinin nedeni Hz. Hüseyin’in eşinin Acem asıllı olmasındandır.

Tedirgin damar

Tabii tüm bunların katımızda bir karşılığı olmazdı. Biz gençlere göre, bu anlatılanlar gerçekle değil, muhafazakar tedirgin damarla alakalıydı.

Fakat çok geçmeden babamın haklı olduğu görüldü. Türkiye’nin bu coğrafyadaki sosyolojik değişimlerin daha evrensel standartlarda bir mecrada gelişmesini isteyen politikalarına ve diplomatik çalışmalarına en fazla çomak sokan aktör İran oldu. Oysa bu mazlum coğrafya için Türkiye ile diplomatik ve stratejik bir işbirliği kurması gerekirken aksine İran gitti bu bölgedeki en mütedeyyin kavimlerden birisi olan Kürtleri sekülerleştirme operasyonundan başka hiç bir gayesi olmayan bir terör örgütüyle işbirliği kurdu. İran, PKK terör örgütüne sadece ülkesinde yer açmadı, aynı zamanda yüreğinde de özel bir taht kurdu. Niçin? Sırf Türkiye’ye karşı elinde bir koz olarak bulundurmak için. Oysa biliyoruz ki İran, PKK’ya yakınlık duysun ya da duymasın siyasi faaliyet gösteren ve rejim muhalifi olan yazar, sanatçı veya aktivist Kürtleri, vinçlere bağlanan urganlarla meydanlarda idam etmeye devam ediyor. Ve Kürt hakları için savaştığını iddia eden PKK terör örgütünün bugüne kadar bu idamları bahse konu ettiğine de hiç kimse şahit olmadı. İran rejimi ile PKK arasında gizli bir mutabakat olduğu aşikâr. Üstelik sekülerliği kendisine “din” edinmiş bir örgütün sözümona şeriata dayalı bir rejim ile niçin ve hangi çerçevede bir birliktelik kurduğu sorusu hep kafaları kurcalamaya devam edecektir. Konuyu dağıtmadan başka bir örneğe bağlamama izin verin lütfen, İmralı görüşmelerinde Sırrı Süreyya, terörist başı Öcalan’a diyor ki “Cemaat (FETÖ), bölgedeki faaliyetlerinin engellenmeye çalışılmasından ve Cemil Bayık’ın onları tedirgin eden bazı beyanatlarından rahatsız olmuş, Hoca Efendinin avukatı konuyu size iletmemi istedi”. Bunun üzerine bölücü başı Öcalan da ona; “Nasıl olur, biz 2007 yılında onlarla demokratik Ortadoğu için anlaşmıştık, Cemil’e söyle sözlerine dikkat etsin” der. İran’ın da bu örgütle benzer bir mutabakat kurduğu görülmektedir. Peki niçin? Bu coğrafyanın mazlum halklarının kurtuluşu için mi? Sahiden Kürtler için mi? Orta Doğu’nun kurtuluşu için mi? Bu coğrafyayı kan gölüne çeviren Batı emperyalizmini yok etmek için mi? Ya da bu coğrafyadaki insanlara görece daha onurlu bir yaşam sunan Türkiye’ye düşmanlık için mi?

İtiraf etmek gerekirse İran ile PKK arasındaki ilişkinin sahiden tam olarak neye tekabül ettiğinin bilinmesi açısından bu konuyu birkaç kez gündeme taşımaya gayret ettim ama bu başlık fazla ilgi görmedi.

Şu an derin bir kaos yaşayan Irak’ın dağılmasında, dünyanın en olağanüstü mimari eserlerinin olduğu Yemen’in kan gölüne dönmesinde, Lübnan’ın istikrarsız bir sürece girmesinde ve Suriye’nin bir cehenneme dönmesinde İran’ın parmağının olduğunu bilmeyen yoktur sanırım. Zaten kendileri de bunu inkar etmiyorlar. Kudüs’ü, müminlerin ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’yı, Siyonizmin işgalinden ve kirli çizmelerinin altında ezilmekten kurtarması için kurulan askeri güç şu an bu coğrafyadaki Müslümanlara kan kusturuyor.

Tarihi zafer

İşte bu stratejisi ona önemli bir avantaj sağlamak üzereyken beklenmedik bir gelişme oldu, Azerbaycan, Ermenistan işgali altındaki topraklarını geri almak için başlattığı savaştan Türkiye’nin büyük desteğiyle tarihi bir zaferle çıktı. Azerbaycan’ın ahlaki üstünlüğü de elinde bulundurarak yürüttüğü mücadeleyi büyük bir zaferle taçlandırması bölgedeki tüm dengeleri alt üst etti. İran, kendi iç sosyolojik dengelerine bakmaksızın Rusya’nın da Ermenistan’ın yanında yer alacağını varsayarak pozisyon aldı ve o da aynen Ermenistan gibi kaybetti.

Şimdi bu hezimetin etkisini kırmak istiyor/isteyecektir. Yeni hamleler yapacaktır belki de Türkiye’nin de bir kaosun içine sürüklenmesi için özel bazı çalışmaların içinde olacaktır ki bu amacına hizmet edecek bir enstrüman, az önce izah ettiğim gibi PKK terör örgütü elinin altında bekliyor zaten. Ancak yine de bu kez bir hayli zorlanacaktır.

Çünkü vaktiyle İslam coğrafyasında İran’a karşı duyulan o heyecanın öznesi şimdi daha sahici bir aktör oldu. Hem de takiye yapmayan ve İslam coğrafyasına karşı diplomatik bir dil kullanmayan Recep Tayyip Erdoğan var. İran, İslam coğrafyasında ve aynı zamanda İran’ın iç kamuoyunda ona karşı giderek büyüyen bu sevgiyi kıskanmaya başladı ve bunu sabote etmek için de her türlü entrikaya başvuracaktır bundan sonra.

Bunun ilk işaretini Tahran Büyükelçimiz, benim de kadim dostum ve hocam olan Prof. Dr. Derya Örs’ü Dış İşleri Bakanlığına çağırıp sert bir nota vermesiyle gösterdi. Niçin? Azerbaycan’ın Ermenistan karşısında elde ettiği zaferi kutlama merasimine katılan Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın okuduğu bir şiirden dolayı. Şiir, Aras Nehri’ne yakılan bir ağıttır aslında. Esasında şairin ne dediğinin de bir önemi yok çünkü bu anonim bir şiirdir. Arazı ayırdılar, kum ile doyurdular, Men senden ayrılmazdım, zor ile ayırdılar.

Nehrin iki yakası

Fırat, Dicle ve Nil gibi Aras’ın da cennetten doğduğuna inanılır. Yeryüzündeki kutsal ırmaklardan birisi olarak kabul edilir ve bin yıldır havzasında Türkler yaşamaktadır. Ve Aras’ın kıyısında (Azerbaycan ve İran topraklarında) yaşayanların yıllardır terennüm ettiği bu şiir, nehrin iki yakasında yaşayan insanların birbirinden mecburî ayrılıkları ve bu ayrılıktan doğan özlem ve sılayı anımsatmaktadır. Halk arasında bu nehir iki kardeşi ayıran bir simge haline gelmiştir. Birçok siyasî olayda her iki taraftan insanlar nehrin kuzey ve güney kıyısına toplanarak birliktelik mesajları vermişlerdir. Ve yukarda zikredilen Bayatî işte bu simgeyi hatırlatan en önemli şiirlerden birisidir.

İran Dış İlişkiler Bakanı Zarif, “Kimse Erdoğan’a, Bakü’de yanlışlıkla okuduğu şiirin, Aras Nehri’nin kuzey bölgelerinin İran’ın ana topraklarından zorla ayrılmasıyla ilgili olduğunu söylememiş.” diye sosyal medyadan bir cevap verdi ve Türkiye’nin tarihsel reflekslerden mülhem tehdit edici emperyal heveslerinin olduğunu ve bunu kınadığını söyledi.

Zarif burada 1828 yılında İran/Kacar Devleti İle Rus İmparatorluğu arasında yapılan antlaşmayı kast ederek: bu antlaşma sonucunda Aras Nehri’nin kuzeyinin Rusya’ya güneyinin de İran’a verildiğini hatırlatmak istiyor sanırım. Ki malum bu antlaşma sonucunda Aras, Rusya İmparatorluğu ile Kacar Devleti’nin sınırı olarak belirlenmiştir. Zarif’in kastettiği “Ruslar kaba kuvvetle İran’ın kuzeyinde bulunan ve İran’a ait olan coğrafyayı gaspettikleri” dir. Zarif’in devamında yaptığı diğer açıklama ise tam da Türkiye’yi suçladığı “tarihsel emperyal heveslere” nasıl pervasızca sahip olduğunun bir beyanı gidiydi adeta.

“Acaba bu şiirle Azerbaycan’ın egemenliğine zarar verdiğini bilmiyor muydu? Kimse sevgili Azerbaycan’ımız hakkında konuşamaz”. Zarif’in burada bahsettiği Azerbaycan, kendi topraklarındaki eyalet olan değil, bizim bildiğimiz Azerbaycan Cumhuriyetidir. Azerbaycan’ı hala İran’ın bir parçası olarak görmekte ve bilerek, kasten kendine ait olduğunu ileri sürmektedir ki aslına bakılırsa Zarif’in bu söylediği esasında komşu ülkenin toprak bütünlüğünü hiçe saymaktır.

Bu coğrafyadaki sınırların neredeyse tamamı ne yazık ki yenilgiyle sonuçlanan savaşlardan sonra ve ötekiler tarafından çizilmişler ve hep o çizenlerin iştahını kabartacak bir hattan geçirilmiştir. Vahit olan Azerbaycan da, Kacar’ların yenilgisiyle sonuçlanan savaştan sonra yapılan Türkmençay Muahedesi ile ikiye bölünmüştür. Aras o gün ayrıldı. Bu ayrılık bölgedeki insanların yüreklerinin parçalanması anlamına geliyordu. Bu insanların da en büyük rüyası, parçalanan yüreğin her bir parçasının tekrar bir araya getirilmesidir. Bizim de en büyük hayalimiz bir gün parçalanan yüreğimizin tüm parçalarının bir araya gelmesi değil midir?

Rusya’nın dayatmasıyla çizilen sınır dolayısıyla o gün bugündür Aras havzasındaki Türkler, Azerbaycan’ın Kuzeyi ve Güneyi olarak ikiye ayrılmışlardır. Halk da bir gün gelecek, bir kısmının Rusya (daha önceleri öyleydi) bir kısmının da İran işgali altında olduğunu düşündüğü birbirinden ayrılan bu iki kardeşin bir gün tekrar kavuşacaklarını hayal ederek bunu bir şiirle ifade etmiştir. Politik bir proje değildir, emperyal bir hevesin alt yapısına dönüşmüş bir fikir de değildir. Sadece romantik bir hayaldir. Bunu diplomatik bir krize dönüştürmenin başka bir nedeninin olduğu açıktır.

Bir özlemin ve rüyanın ifadesi olan bir şiirden niçin diplomatik bir kriz çıkarılıyor? Niçin İran’daki siyasiler bu romantik rüyadan bir kriz devşirmek istiyorlar acaba? İran’daki basın yayın organları neden hemen konuyu manşetlerine taşıyıp krizi derinleştirdiler?

Bana göre bu tepkilerin hiçbirisi o şiirin içeriği ve anlamıyla alakalı değildir, yukarda da vurgulandığı gibi, Azerbaycan Ermenistan savaşından sonra dirilecek olan yeni heyecanın İran’ın içindeki Azerbaycan’a da yansıma ihtimalidir, bunun etkisinin İran’ın istikrarsız iç durumuna yansımasıdır ve dahası İran’ın bu coğrafyadaki terör örgütleriyle kurduğu işbirliğini sabote edecek bir rüzgarı estirme ihtimalidir.

Azerbaycan’ın elde ettiği zaferin oluşturacağı atmosfer, İran’ın içindeki Azerileri de etkileyebilir ve etkileyecek de. Buna bir tedbir alma refleksi ile ortaya konulan bu çaba onların işini daha da zorlaştıracaktır. Bunca yıldır islam coğrafyasında gasp ettikleri hayaller onların elinden uçup gidecek.

Diğer taraftan İran’ın gelişmelerde saf dışı bırakılması halk nazarında onun pasif ve güçsüz durumda olduğu şeklinde de yorumlanmaktadır. Türkiye’nin bu olaylarda güçlü ve etkin bir şekilde yer alması İran siyasîleri tarafından Türkiye’nin Türk dünyasına dair planları olması gibi de tahlil edilmektedir ki bence yersiz bir okuma değildir. Zira savaş döneminde Türkiye ve özellikle Cumhurbaşkanının 44 gün boyunca Azerbaycan-Ermenistan savaşında sergilediği duruş ve yürüttükleri diplomatik çabalar genel anlamda İran’daki Türkler ve özelde Güney Azerbaycan Türkleri arasında Türkiye ve Başkan Erdoğan’a karşı ciddi bir sempati ve muhabbetin artmasına neden oldu.

Bu bağlamda açıklığa kavuşturulması gereken bir konu da İran Türklerinin Türkiye’ye karşı eskiden beri besledikleri sevginin sosyolojik yansımalarıdır. Malum, İran’daki Azeriler Türkiye’nin muhafazakâr İslam’a doğru değiştiği endişesi ile hep buraya karşı mesafeli bir duruş sergiliyorlardı. Hem Türkiye’nin içindeki bazı çevreler, hem Avrupa hem de İran merkezli kimi odakların yürüttüğü propaganda ile Türkiye’de de çok yakında İran’dakine benzer, hatta ondan daha baskıcı bir siyasi rejimin hakim olacağı dillendirildi hep. Türkiye’deki halkı “Türkiye İran oluyor” diye korkutanlar aynısını gidip oradaki Türklere de söylediler.

Zaten baskıcı bir sistemden ürken bu kitlenin Türkiye’ye karşı itimadı da giderek azalmıştı. Her ne kadar etnik ve kültürel olarak ortak paydalarda buluşsa da siyasi olarak iki farklı olgu haline gelmişlerdi. Ancak görünen şu ki Türkiye’nin Azerbaycan-Ermenistan savaşındaki duruşu bu durumu tamamen değiştirdi. Yanlış ve eksik olan okumalar değişti. Türkiye, bu coğrafyadaki Türklerin gönlünde yeniden doğdu. Cumhurbaşkanı Erdoğan giderek devleşen bir kahraman haline geldi.

Ki bütün bunlardan doğal olarak en çok endişe duyan İran oldu. Uzun bir süreden beri kurduğu denklem bozuldu. Tabii buna içteki gerginlik de eklenince korkular büyüdükçe büyüdü.

Ezcümle İran’ın temel İslami değerleri aşan bir mezhep taassubunun olduğu gerçeğini unutmayalım. Yine de Türkiye; bu noktayı iyi bilmeli, tartmalı ama aynı tavırla, başka bir taassupla onlara karşılık vermemelidir.

Çünkü, “Kötülük işleyene misli ile cevap vermek zulümdür”

Acem’le Acem olmanın alemi yok!