Açık toplum mücadelesinde dini kimlikler

Prof. Dr. Mehmet Evkuran Hitit Ünv. İlahiyat Fak.
20.09.2014

İslam toplumlarında sanat, estetik, felsefe ve entelektüelizmi iman için tehlikeli gören bir dindarlık modeli hakim oldu. Topluma yön verenler de bu dindarlık modelini dikkate aldıklarından sorunun kendisi çözüm olarak önerilmeye devam ediyor.


Açık toplum mücadelesinde dini kimlikler

Açık Görüş’te yayınlanan makalemde (IŞİD’in Soykütüğü-26 Temmuz 2014) Sünnîliği gevşek ve konformist bir teoloji olarak nitelerken, Şia’nın daha örgütlü, trajik ve sistematik bir teo-politikaya sahip olduğunu yazmıştım. Eski ve yerleşik kavramlar, İslam mezheplerini anlamaya yardımcı olmuyor. Çünkü mezhebî kimlikleri pekiştirmek üzere üretilmiş, rekabeti ya da sadakati vurgulayan değer yüklü kavramlardır onlar. O nedenle yeni bir dile ve kavramsallaştırmaya ihtiyaç vardır.

Sevgili dostum Tuncay Önder’in Açık Görüş’te yayınlanan yazısında (26 Temmuz 2014) dile getirdiği gibi, kimlikleri yok sayan tarafsız(!) bir dil, ulus devlet zihniyetinin homojen bir toplum inşâ etme arzusunun bir sonucudur. Aynı sorun dinsel kimlikler alanında da yaşanmaktadır. Mezhepleri yok sayan bir teolojik dil gerçekçi değildir. Mezhepleri konuşurken homojen bir İslam toplum inşâ etme arzusuna matuf ütopik bir teolojik dil de aynı şekilde sorunludur. Din alanında da mezhebî kimlikleri birer realite olarak kabul etmek, onlar arasında barışçıl ilişkiler kurma yolunda atılması gereken adımdır.

Sünnî kimlik, gücünü ve anlamını fırka-karşıtı ve fırka-üzeri duruşuna borçludur. Mezhepler ve fırkalar koalisyonu olan Ehl-i Sünnet’in gevşekliği ile kuşatıcılığı yakından ilişkilidir. O nedenle Sünnîlik, bir fırka ve hizip gibi davrandığında özünden uzaklaşır. Kimliğinin sunduğu imkânları ve hareket alanını kaybeder. Sünnîliği teolojik açıdan bir mezhep/fırka olarak tanımlamak çok doğru değildir. Sünnîliği oluşturan tarihsel ve teolojik güçlerin zenginliği ve farklılığı, kesin ve keskin bir tanım yapmayı imkânsızlaştırır. Zaman zaman Sünnî dünyada “Ehl-i Sünnet inancını muhafaza ve müdafaa etmek” iddiasıyla ortaya çıkan hareketler, onu savunmak adına zenginliğini ve esnekliğini yok etme hatasına düşmüşlerdir.

Bugün Sünnîlik en fakir, en kısır ve en düşük düzeyde temsil edilmektedir. Onun temsilinde yaşanan bu büyük tarihsel ve teolojik boşluk, yeni-selefî ve Hâricî akımların önünde geniş bir hareket ve iktidar alanı yaratmaktadır. İslam dünyasında yaşanan son gelişmeler coğrafyamızın teolojik haritasını belirginleştirdi ve mezhebî fay hatlarını harekete geçirdi. Sünnî kimliğin de yeniden tanımlanması çabaları öne çıktı.

Sünnî blok ve siyaset

Sünnî dünya, son olaylara hazırlıksız yakalanmıştır. Sünnî siyaset algısının pratik, konformist ve pragmatik yanı burada aleyhine çalışmaktadır. Aslında kutsallık imgeleri açısından Şia’ya oranla daha az yük taşıyan Sünnîlik, akılcı ve toparlayıcı bir manevra gerçekleştirebilir. Ancak deniz bitti ve paradigma kullanılabilirlik sınırını aştı. Sünnîlik içinde bir yeniden yapılanmaya şiddetle ihtiyaç vardır. Son 200 yıldır tüm düşünürler bunu vurgulamaktadırlar. Ancak İslam toplumlarında sanat, estetik, felsefe ve entelektüelizmi iman için tehlikeli gören bir dindarlık modeli hakim oldu. Topluma yön verenler de bu dindarlık modelini dikkate aldıklarından sorunun kendisi çözüm olarak önerilmeye devam etmektedir. Siyasal ve toplumsal modeller üretmek açık ve özgür tartışmalarla mümkündür. Ancak ele aldığı her konuyu bir iman-küfür meselesi yaparak düşünülemez, tartışılamaz kılan bir iman anlayışı Müslüman kitlelere hükmetmekte ve rasyonelleşmeyi engellemektedir.

Hilafet, ilk Müslüman neslin, siyasî birikimiyle geliştirdiği geçici bir çözümdür. Siyasî model, sistem ya da başka bir şey değil, sistem arayışıdır ve 30 yıllık süreçte farklı yöntemler denenmiştir. Nihayet reel dünya karşısında yeterince geliştirilemeyen ve güçlendirilemeyen sistem, bizzat sahabe tarafından ilga edildi ve saltanat kuruldu. Sanıldığının aksine Müslümanlar bu uygulamaya çok karşı çıkmadılar. Tepkiler, saltanatın özüne değil yanlış kişilere verilmesineydi. Emevîlerin ve Abbasîlerin muhalifi Şia aslında saltanat yanlısıdır. Hâşimî Ehl-i Beyt soyunun ebedî saltanatını savunuyorlardı. Siyasetin doğasını ve din-siyaset ilişkisini yanlış anlayanlar, hilafetin ilgasının tarihini hatalı tespit etmekte ve Osmanlı hilafetini mutlaklaştırmaktadırlar. Bu tarz ideolojik geri-dönüşler kimliğimizin cilveleridir.

Siyasal kültür inşa etmek, tarihsel bir sorumluluktur. Dinden, siyasal kültür ve rejim değil bunları oluşturacak ruh ve ilkeler istenir. Şu halde, İslam adına kötülük yapanlar karşısında niyet fetişizmi yaparak onları Allah’a havale etme zamanı çoktan geçmiştir. Dindar iyimserliği, gerçek hayat karşısında anlamsızdır. Sorunlar karşısında kitlelere vaaz edilen mistik saflık, kötülüklerin seri üretildiği bir mekanizmaya dönüşüveriyor.

Siyasal kültür, gözünü açmakla ve dünyevileşmekle mümkündür. Dünyevileşmekten korkmamak gerek. Dünyayı aşağılayan söylemin, insanları nasıl da vicdan ve akıl yoksunu iradesiz kişilere dönüştürdüğü ortada...

Demokrasi mümkün mü?

Laik-seküler politikalar, bizi bir ölçüde Ortadoğu’nun hararetinden uzak tutmuştu. Ancak o dönem kapandı ve yeni dönemde İslamî geçmişimizi, demokrasi deneyimimizi, Batı’yla olan yakınlığımızı dikkate alan özgürlükçü ve birey haklarını savunan politikaların geliştirilmesi gerekir.

Çoğulcu, özgür ve açık topluma yakışan bir din politikası en az politik hamleler kadar önemlidir. Şiî düşmanlığı üzerine kurulu sert mezhepçi tutumlar, kitleleri Yeni Selefî yapılanmaların kucağına iter. Sünnî kimlik adına selefîlik yapan ve Şiîlik kadar Hanefîlik, Maturidîlik ve Eşarîlik düşmanı anlayışının Sünnî coğrafyada revaç bulma nedenleri tartışılmalıdır.

Günümüzde Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat adına konuşanların Sünnîliğin yaşadığı bunalım ve karşı karşıya olduğu riskler hakkında en küçük fikirleri dahi olmadığı ortada... Çözüm arayan samimi insanları sapık ilan ederken, kendi mezheplerini dar bir kafes içine soktuklarını fark edemiyorlar! Sünnî kimliğin teolojik ve politik tükenişine yardımcı oluyorlar.

Hanefî-Maturidîlik, Şafiî-Eşarîlik, Şia, kadim Selefîlik, Alevî-Bektaşîlik ve Müslüman modernist akımın haklı ve makul değerlerini temsil eden yüksek, kuşatıcı, barışçıl ve çoğulcu bir model için yenilenme imkânı bulunabilir. Bu çözüm, hem mezhebî kimlikleri tanıyan mezhebî çoğulculuğu hem de onları aşan bir teolojik hakikatin onaylanmasını içerecektir. İslam ilahiyatı, arkeoloji yaparken geçmişten bu projeyi temellendirecek kanıtlar bulmada zorlanmayacaktır.

Sorun mezhepler değil mezhepçilik

Sorun mezhep değil mezhep taassubudur. Mezhepler hakkında oluşan bilimsel bilgi ışığında, onları kutsalın tecellisi ya da ajanları olarak görmüyoruz. Dinin dünyaya yayılmasının bedelidir onlar. İnsanlığa mal olmak isteyen bir din, makul ve ılımlı düzeyde mezhebi çoğulculuk üretmek zorundadır. Bu açıdan mezhepler sosyo-kültürel birer olgu, hayata keyif katan renklerdir.

Ancak keyif yerine acı veriyorsa, hayatımıza renk katmak yerine dünyamızı karartıyorsa sorun vardır. Tarihsel ve teolojik olarak ters gideni bulmak ve çözüm üretmek Müslüman ilahiyatçının ve entelektüelin görevidir. İlk olarak bu yapıların, beşerîlikleri gösterilmelidir.

İslam’ın sosyolojik parçaları

Mezhepler, İslam’ın teolojik ve sosyolojik parçalarıdır ve İslam’ın kitleselleşmesini sağlamışlardır. Bazı medenî değerler mezheplerle kurumsallaşmıştır. Ancak bugün baskın olan, mezhep değil mezhepçiliktir. Kendi mezheplerinin zenginliğinden bihaber fanatikler, İslam coğrafyasını ateşe vermeye hazırlar. Demokrasi deneyimi ve mücadelesiyle Türkiye açısından mezhepçi politikaların anlamı, Ortadoğu’nun profesyonel mezhepçilerin liginde kaybetmektir. Ülkemizde kısa zamanda yaygınlaşan ve muhafazakâr elitin en iyimser ifadeyle naifliğinden dolayı önemsemediği tekfirci hareket, toplumsallaşmaktadır.

Selefi hareket basit anlamda tekfirci bir söyleme dayanmakta ve doğrudan eylem üretmektedir. Bu pratik yönü, eylem için yanıp tutuşan kesimlere cazip görünüyor. Bu fitne ortamında tartışma imkansızlaşmakta ve hayal gücü felç olmaktadır. Belki de hedef tam olarak budur: Yüksek tansiyon, şiddet, acı, nefret duygularını zirvede tutarak bölgeyi istikrarsızlaştırmak ve kaos adasına dönüştürmek...

Türkiye, Şiî ve Sünnî dünyanın tüm yüksek değerlerini sentezleyen mezhepler-üstü bir politika izlemeye mahkûmdur. Mezhepler-üstü perspektif, mezhepleri inkâr eden yeni selefîlikle örtüşmek değildir. Aksine bunların teolojik ve sosyolojik kabulü ve eleştirisini aynı anda içeren dengeli bir bakışı korumaktır. Bağnaz ve ilkel biçimde mezhepleri inkâr eden kabalığa mecbur değiliz. Ancak bunun yanında selefî söylemde kitleleri çeken şeyin ne olduğunu anlamak zorundayız. Politik, entelektüel, teolojik zenginliğimizden cesurca yararlanmalıyız. Yüksek din öğretimi ve İlahiyatlara bu perspektiften bakmalıyız.

[email protected]