Açılmakta olan bir toplumu kapatmak

Doç. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi
17.01.2020

Batı toplumları ile aramızdaki temel farklardan birisi Batı toplumlarının kapatılmış toplumlar olmasıdır. Biz ise açılan, daha doğrusu açılmakta olan bir toplumuz.


Açılmakta olan bir toplumu kapatmak

Cumhuriyet kuruluş yıllarının ertesinde ve özellikle de darbeler sonrasında hızlıca sekülerleştirme/modernleştirme eğilimiyle birlikte toplumun belirli kesimlerini kendi özel hanelerine doğru sürdü ve içeriye kapattı. İktidar bu kesimleri kamusal alandan disipline edici pratikleriyle mümkün mertebe dışladı. Bugün ise sağ muhafazakâr eğilimli partilerin iktidara gelişiyle söz konusu kesimler –muhafazakâr (muhafazakâr kadınlar ve erkekler), dindar ve Kürt veya diğer etnik kökenli vatandaşlar, cinsel kimlikler – kamusal alanda gittikçe daha fazla kendilerini ifade imkânı buluyorlar. Yalnızca kamusal alanda değil, iktidarda ve politik hayatta da eskiye göre çok daha fazla söz sahibi oldular. Muhafazakâr eğilimli partiler Kemalistler tarafından kapatılan toplumu daha fazla açacakları yönündeki vaatlerle iktidar olabildiler. Sözün kısası geçmişte ötekileştirilenlerin kamusal alanda daha fazla varlık ve ifade özgürlüğü bulması anlamında açılan bir toplumuz: Dünyaya ve diyaloga açılan. Seküler kesimler ise kendi hayat tarzlarının muhafazakâr eğilimli iktidarlar tarafından tehdit edildiğine dair iddialarını dahi zaman içinde bırakmak durumunda kaldılar. İktidarda değiller fakat kültürel hegemonyalarını büyük ölçüde sürdürüyorlar.

Kurumsallaşma ve beden kontrolü

Yukarıda Batı toplumları kapatılan toplumlardır demiştim. Biraz açayım. Kapatılmış toplumlar Foucaultcu tabirle iktidarın kurumsallaşması yoluyla beden üzerindeki kontrolünün had safhada olduğu toplumlardır. Hastane, hapishane, okul, akıl hastanesi vs. her bir kurum iktidarın beden üzerindeki hâkimiyetini güçlendirir ve onu kontrol etmesini sağlar. Geç dönem ortaçağın, Engizisyonucu Katolik anlayışının seküler versiyonu. Bugün bütün bu kurumlara teknolojinin egemenliğindeki yeni iktidar pratikleri eklenmekte ve küresel çapta bir panoptikonun (İngiliz filozof ve sosyal teorisyen Jeremy Bentham’ın on sekizinci yüzyıl sonlarında tasarladığı, hücreleri gardiyana bakan dairevi bir hapishane) temelleri atılmaktadır. Bu sanal âlemdeki panoptikon ise maddeden yoksundur çünkü dijital görüntüler maddeden yoksundur. Günümüz dünyasında görsellik küresel çapta buluşma noktası ve sürekli tüketilir halde. Bu konuyu değerlendiren ilginç bir çalışma şu soruyu sorarak cevaplamaya çalışıyor: “Gözlemleyen beden de dâhil olmak üzere bedenin kendisi, sosyal, libidinal veya teknolojik olarak nasıl yeni makinelerin, ekonomilerin, aygıtların bir parçası haline gelmektedir?” (Jonathan Crary, Gözlemcinin Teknikleri, On Dokuzuncu Yüzyılda Görme ve Modernite Üzerine, Metis Yayınları, İstanbul, 2019, s.16) “Modernleşme, kapitalizmin yerleşik olanı kökünden söküp hareketli kıldığı, serbest dolaşımı engelleyeni ortadan kaldırdığı veya sildiği, biricik olanı değiş tokuş edilebilir hale getirdiği bir süreçtir.” (Crary, 2019: s.24)

Sayılar düşünmez

Kişi bilhassa on dokuzuncu yüzyıldan itibaren modernleşmiş, yeni bir kurumsal düzende iktidar ağının bir parçası haline gelmiştir. Fransız Devrimi sonrası cemaatin çöküşü, geleneğin kaybı ve rasyonel bürokratik kurumların toplumun her yerine nüfuz eder hale gelişini Alman sosyolog Max Weber “demir kafes” olarak adlandırır. Modern insan davranışının düzenlenişinde iki önemli girişim söz konusudur. Bir tanesi modern disipline edici kurumlarla davranışa şekil vermek, diğeri ise insan davranışını inceleme iddiasıyla yola çıkan beşeri bilimlerin verileriyle iş gücünün rasyonelleştirilmesinden tüketimin yönlendirilmesine kadar pek çok alanda bireyin yaşam teknolojisinin oluşturulması. Bedenle ilgili bilginin toplumsal iktidarla ilişkisi kolayca gözlenebilir de değildir. Gözetim toplumu, Panopticon vasıtası ile iktidar bireyleri uzaktan denetler. Sayıların hâkimiyeti, istatistik bu denetlemenin kolaylaştırıcı unsurlarıdır. Modern toplumun tanrısı olarak sözü değil, sayıları gösterebiliriz. Modern toplum düşünmeye fırsat vermez çünkü sayıları düşünmek gerekmez algılamak yeterlidir. Sayılar düşünmez, sayar. Bununla birlikte Walter Benjamin’e göre algı geçicidir. Modern toplumda temaşa, yani derin düşünme zordur. Çünkü modern toplumda kulağımız değil, gözümüz bize egemendir. 

Benjamin için görme çoğuldur. Nesneyi değil, nesneleri görürüz. Kısa anlar, yapay ışıklar, kalabalıklar, birbirini takip eden görüntüler; algı yaralıdır. Söz gelimi modayı ele alalım. Bugün moda olan yarın olmayacaktır. Çok eski geçmişte moda olan bir şey tekrar moda olabilir. Ancak Baudrillard’ın dediği gibi kast ve mevkilere göre düzenlenmiş olan bir toplumda moda diye bir şey de yoktur çünkü kişinin değiştireceği bir konum yoktur. (bu düşünürlerden zikreden Crary, a.g.e) Kastın göstergesi belirlidir ve sınırlıdır. Duyularınız sürekli olarak uyarılır. Sürekli olarak dış etmenler tarafından ayartılırsınız. Sonunda izlenimler bolluğu içinde yalnızca uyarıcılara tepki verir hale geliriz. Modern Batılı devletler, uyarıcı bolluğunda her bir uyaranı pek düşünmeden yaşayan yurttaşlarını onlara hissettirmeden uzaktan denetlerler ve kontrol ederler. Kredi kartlarından kameralara, genetik ve uzay teknolojilerine kadar pek çok yol ve yöntemi vardır kontrol etmenin.

Estetik karşıtı eğlence

Batılı toplumlar denetim mekanizmalarıyla kapatılmış toplumlar. Açılmış fakat kapatılmış. Türkiye ise söylediğim gibi açılan bir toplum. İçine aldığı binlerce mülteciyle, kamusal alana gittikçe daha fazla dâhil olan eğitim düzeyi yükselmiş kadınlarıyla ve kitlesel olarak eğitilen ve küresel çaptaki görsellikle buluşan gençleriyle gittikçe daha fazla açılan bir toplum. Kimi zaman toplumdan bazı ‘muhafazakâr’ sesler kadınları kamusal alandan hane içine geri çağırıyor. Bazı belediyeler metro saatlerini on ikiyle sınırlandırarak toplumu gece on ikiden önce eve dönmeye zorluyor. Ama hafta sonları hafta içinin demir kafesinden sıyrılmak isteyenler eğlence ve alışveriş merkezlerine, sinemalara, tiyatrolara, konserlere, cafelere doluşmak, hafta içinin rutinini arkalarında bırakıp bütün enerjilerini kentin özgür havasına boşaltmak istiyorlar. Bir Alman atasözünün dediği gibi “ Kentin havası özgür kılar!”. Nietzsche’nin deyişiyle ise “estetik karşıtı eğlence.” Otantik bir muhafazakârın belki de dayanamayacağı cehennem. Ama öncesinde haneye hapsedilen modern muhafazakârın uyum sağladığı bir cennet. Bununla birlikte iktidarlar gelecekte, açılan bir toplumu kapatmaya çalıştıkları ölçüde kaybedecekler.

Batı düşüncesinde modernliğin hâli pür meâlini Fransızların muhteşem şairi Baudelaire müthiş bir şekilde ifade eder: ““cehalet ve materyalizmle sarhoş”, “mutsuz ve adaletsiz bir çağ”, “imansızlar yüzyılı”; birden dünyanın sonunu hatırlatan ay tutulması misali zihnin gölgelendiği”, “vasatın hiç olmadık bir güçle hüküm sürdüğü”, “lanetli” zamanlar; “ruhun filizlenme ümidinin kalmadığı”, şiirsellikten habersiz” bir dönem, “rezil” bir dünya, “bir zindan”. ‘Modern’: Antresi Paris olan bir cehennem.”(Baudelaire, Selected Writings, Benjamin Arcades, Baudelaire ve Benjamin’den zikreden Ali Artun, “Baudelaire’de Sanatın Özerkleşmesi ve Modernizm”, Modern Hayatın Ressamı, Charles Baudelaire, s.64-65) Klasik gelenek yıkılmış, Aristokrasi, yüksek sanatlar ve temaşa geçmişte kalmıştır. Yerini alan modernliğin durumu buysa eğer diyor Baudelaire, insanın kendisini avutacağı oyuncakları araması da yadırganacak bir şey değil. “Kadere hazla meydan okuma” diyor o şairane üslubuyla. Modern insan bu mutsuz ve adaletsiz çağdan kaynaklı varoluşunun sıkıntısını ve ağırlığını haz yaratan meşgaleler vasıtasıyla aşmaya çalışır. Sanat artık eğlenceye dönüşmüştür. Ucubeye dönüşmüş kentin şamatasını Fransa’daki cafeleri, meyhaneleri, clubları, kumarhaneleri, randevu evlerini, sirkleri vb. böyle değerlendirir Baudelaire: “kadere hazla meydan okuma”. Şair şiirinin ilhamını da buradan alır. Şair modernliğin dehşet verici kitschliğinden ilhamla yüksek kültüre özgü şiirlerini yaratır. Baudelaire’in şiirlerine, beğenmese de, kimse sıradan ve kitsch veya ucuz edebiyat diyemez.

Açılan aynı zamanda, Baudelaire’in deyişiyle “kaderine hazla meydan okumaya başlayan” bir toplumu tavsiyelerle (cumhurbaşkanımızın bazı uyarılarını ben başkalarından farklı, yani despotizm biçimi olarak değil, tavsiyeler olarak değerlendiriyorum) değil de yasaklarla kapatmaya çalışmak, söz gelimi kadınlara muhafazakâr erkekler tarafından rol biçmeye, onların hareketlerini sınırlamaya çalışmak, onların anneliklerini, kılık kıyafet ve makyajlarını sorgulamak (kılık kıyafete takıntılı Kemalist zihniyetten ne farkı var?), onları hane içine hapsetmeye kalkışmak, geçim sıkıntısının olduğu bir dönemde onlara çalışmayın evde oturun, sadece anneliğinizi yapın demek böyle bir çağda artık anlamsızdır.(Bunları söyleyenlerden bazıları ‘şeytan icadı’ televizyona veya medyaya konuşmakta dinî hiçbir mahzur görmeyen ilahiyat vb konularda uzmanlar! Genelde bu uzmanların kutsal kitabın ‘kendilerine göre’ yorumlarına dayandırdıkları buyruklarının – hermeneutiki kimse es geçemez - bize hayatıyla model olan peygamberimizle ve sünnetiyle ne gibi bir ilişkisi var doğrusu merak ediyorum) Çocukların ve gençlerin ruhsal ve fiziksel sağlıklarını korumak için elbette gerekli tedbirler alınmalıdır ama bu tedbirlerin sınırı nereye kadar olacaktır? Bu sınır meselesi aynı zamanda kamusal tartışmanın konusu olmalı mıdır? Bunlar önümüzdeki yıllarda gündeme bolca gelecek sorular. Ruhsal ve fiziksel sağlığı koruyacak gerekli tedbirlerin dışında gençleri dış dünyaya kapatmak, yaşam tarzlarına toptan müdahale etmek açılan bir toplumu aynı zamanda kapatmaya kalkışmak anlamına da gelebilir. Daha kötüsü, böyle bir kapatılmanın sonucu zaten meydanda olan şeylerin yer altına inmesidir ki tarihteki örneklerin gösterdiğine göre bu çok daha tehlikelidir. Çünkü yeraltına inmeleri, bu çetin meseleleri tartışma dolayısıyla da gençleri bunlara karşı bilinçlendirme imkânımızı tamamen elimizden alır.

İlerlemenin bedeli

Modernleşme ve kapitalizme talip olmanın her ekonomik, siyasi ve kültürel sistem için olduğu gibi bedelleri var. Türkiye’nin muhafazakârları kapitalizme isteyerek talip oldular. Ataları da isteyerek modernleşmeye talip olmuştu. Kapitalizmin özelliği girdiği toplumların ekonomik, siyasi ve kültürel pratiklerini de kendisine göre değiştirmesidir. “İlerlemenin bedeli maneviyattaki gerilemedir” diyor Alman-Amerikan filozof Eric Voegelin. Ve “kalbim ağır ama çantam hafif diyor” Joseph Roth. “Çantam kalbim kadar ağır olsaydı, kalbim çantam kadar hafif olacaktı.” (Joseph Roth, Hayat Bir Bekleme Salonu, Dedalus Kitap, İstanbul, 2015, s.124)

Bununla birlikte Voegelin’in sözünü ettiği maneviyat yasaklamayla, toplumu kapatarak geriye gelmez. Her eve internet hizmeti sağlarken kapitalizmin koşullarından birini gerçekleştirir ve toplumu dünyaya açmış olursunuz. Bunu yasakladığınızda ise maneviyatı geri getirmiş değil, temel hak ve hürriyetlerden birisi olan iletişim özgürlüğünü kısıtlamış olursunuz. Kadını eve hapsettiğinizde onu mutlu ve maneviyatı güçlü kılmadığınız gibi cinsiyet ayrımcılığına dayalı bir zulmü de başlatmış olursunuz. Bir itiraz olarak “kadınlar için hane içi, yani aile hapishane değildir” sözünü elbette anlıyorum. Ama bu söz geniş, geleneksel aileler ve komşuluğa uygun ortamlar için geçerli. Anne baba ve çocuktan mürekkep kök aile tarzında, bırak akrabaları yan komşuyla görüşmeye bile fırsat tanımayan trafiği bol büyük şehir ve apartman ortamında geçerli değil.

Diyeceksiniz ki bir araba laf ettin ama çözümün nedir? Bir reçetem yok. Zaten sosyologun bir reçetesi olmamalıdır. Geçmişte reçetesi olan sosyologlar dünyanın mahvına da yol açtılar. Ancak şunu söyleyebilirim: Yasaklarla değil, doğru bir eğitim sistemi ve sivil kültürel girişimlerle ‘bilinçli’ bireyler yetiştirerek ancak kapitalizmin kültürel seline kapılmaya engel olabilirsiniz. Modernite bir akıl hastanesidir diyor Voegelin ama bu akıl hastanesinde dahi rasyonel tartışmaya bir yer vardır diye de ekliyor. Yüzmeyi iyi bilen birisi sele kolay kolay kapılmaz. Yani şahsiyeti gelişmiş, ahlakı sağlam, düşünme yoksunu olmayan nitelikli insan, çağının modalarının sadece ’moda’ olduğunun farkındadır. Veya modayı kendisi yaratabilendir. Kapitalizmin yarattığı imkânlarla sadece hoş vakit geçirmeyip kendisinin ve kendi ülkesinin yararına kullanabilenler aynı zamanda geleceği de tayin edenler olacaktır.

[email protected]