Adalar hangi Lozan'da, resmen kaybedildi?

Prof. Dr. Mustafa Budak / İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü
19.08.2022

Adalar ile ilgili süreç, Trablusgarp savaşıyla başlamış ve bir İngiliz projesiyle 12 Ada (Lozan'ın bir semti olan Uşi'de imzalanan anlaşma ile) İtalyanlara , Doğu Ege adaları ise Yunanistan'a verilmiştir.


Adalar hangi Lozan'da, resmen kaybedildi?

Son günlerde Türkiye ile Yunanistan arasında Adalar Denizi (Ege Denizi) üzerinden bir gerilim yaşanmaktadır. Bunda, ABD'nin Yunanistan'da Türkiye sınırına yakın Dedeağaç başta olmak üzere askeri üsler kurmasının büyük rolü bulunmaktadır. Her ne kadar ABD, bu üslerin Rusya'ya karşı kurulduğunu söylese de Türkiye, bunu kendisine yönelik bir tehdit olarak algılamakta ve bundan cesaret alan Yunanistan da Türkiye'ye yönelik kışkırtıcı açıklamalar yapmaktadır. Hatta, elinde tuttuğu adaları, göstere göstere ağır silahlarla donatmakta ve bunun kendi savunma hakkı olduğunu ileri sürmektedir.(AA, 10.6.2022). Artık, Yunanistan'ın bu tarz açıklamaları hiç kimseye şaşırtıcı gelmemektedir Ama şimdi durum bu sefer daha farklıdır. Çünkü, her daim Batı'nın şımarık/haylaz çocuğu olan Yunanistan, ABD'ye güvenerek/desteğini alarak bu tarz açıklamaları yapmaktadır.

Bunun üzerine harekete geçen Türkiye, 6 Haziran 2022'de, Yunanistan'ın Doğu Ege adalarının silahsızlandırılmış statüsünü ihlal ettiğini dile getiren altı maddelik bir mektubunu BM Genel Sekreteri Antonio Gutarres'e sunmuş ve Yunanistan'ın ilgili antlaşmalardan doğan yükümlülüklerini yerine getirmediğini şikayet etmiştir.(Habertürk, 7.6.2022). Bununla yetinmeyen Türkiye, Efes 2022 Tatbikatı sırasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan vasıtasıyla daha açık mesaj vererek "Yunanistan'ın gayri askeri statüdeki adaları silahlandırmaktan vazgeçmeye, uluslararası anlaşmalara uygun davranmaya davet ediyoruz." dedikten sonra "...Türkiye kimsenin hakkını hukukunu çiğnemez ama, kendi hakkını hukukunu da kimseye çiğnetmez" sözleriyle de Türkiye'nin kararlı tutumunu ortaya koymuştur. Bu kararlılığı sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan şu cümle ile ifade etmiştir: "Adalarla ilgili Şaka Yapmıyorum".(Sabah, 9 Haziran 2022).

Aslında Adalar Denizi'ndeki adaların kaderi, Balkan harplerinden bir yıl önce, 29 Eylül 1911'deki Trablusgarp savaşı ile başlamıştı. Bu savaşta, İtalyanların hedefi Trablusgarb ve Bingazi idi. İtalyanlar, Trablusgarb'ı almakta kararlıydılar. Üstelik, İngiltere ve Fransa gibi büyük devletler de onların yanındaydı. Sonunda, 12 ada, Mayıs 1912'de fiilen İtalyanlar tarafından işgal edilmişti. Buna karşılık Osmanlı Devleti, Adalar Denizi'nde İtalyanlarla savaşırken Makedonya ve Arnavutluk'da devam eden ayaklanmalarla da uğraşmaktaydı. Sonunda Osmanlı Devleti ve İtalya, 18 Ekim 1912'de Lozan'ın bir semti olan Uşi'de bir antlaşma imzalayarak Trablusgarb savaşına son verdiler. Tarihe "Uşi Antlaşması" olarak geçen 11 maddelik bu antlaşmaya göre Osmanlılar, Trablusgarb ve Bingazi'den çekilerek buralara bağımsızlık verecek; İtalyanlar da savaşta ele geçirdiği 12 Ada'yı Osmanlılara bırakacaktı.

'Korunamama' tehlikesi

Görüldüğü gibi, iddiaların aksine Uşi antlaşması ile 12 ada, İtalyanlara verilmemiş, ufukta görülen Balkan Harbinde "korunamama" tehlikesi yüzünden geçici olarak zaten işgal ettiği İtalya'nın koruyuculuğuna bırakılmıştır. Tekrar ifade edelim ki, bu husus, Uşi Antlaşması'nda yer almamış, antlaşma dışında fiilî durumun geçici olarak devamı kararlaştırılmıştır. Gerçekten Osmanlı Devleti, bu konuda ciddi endişe duymaktaydı. Nitekim, Ege adaları üzerindeki çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Necdet Hayta, Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı Osmanlı Arşivi'nde gördüğü bir Başkumandanlık yazısının özetinde Yunanistan ile barış yapılıncaya kadar Adaların İtalyanlarca tahliyesinin ertelenmesinden bahsedildiğini belirtmektedir Sonuçta, Uşi antlaşması ile Trablusgarb ve Bingazi, Osmanlı hakimiyetinden çıkmış, İtalyanlar tarafından işgal edilmiştir. Bununla beraber İtalyanlar, 12 Ada'yı tahliye etmemişlerdir. Bu fiili durumu dikkate alan ve hukukileştirmek isteyen İngilizler, Balkan savaşlarından sonra 17 Aralık 1913'te, Londra'da topladığı Büyükelçiler Konferansı'nda, 12 Ada'nın İtalya'ya, Doğu Ege adalarının ise Yunanistan'a, Gökçeada, Bozcaada ve Taşöz adalarının da Osmanlı Devleti'ne bırakılmasını Fransa, Avusturya ve Rusya gibi büyük devletlere kabul ettirmiştir. Bu karar, ortak notayla 13 Şubat 1914'de Yunanistan'a ve 14 Şubat 1914'de de Osmanlı Devleti'ne bildirilmiştir. Buna karşılık, Osmanlı hükümeti, Yunanistan'ın işgal ettiği adaların geleceğini kararlaştırma yetkisini büyük devletlere verirken Boğazlar civarındaki adaların devletin Anadolu kıyılarına yakın adaların kendi elinde kalması gerektiğine dair sebepleri defalarca belirttiğini bildirerek alınan karardan üzüntüsünü dile getirmiştir.. Hiç şüphesiz, Osmanlı Devleti, adalarla ilgili karar verme yetkisini büyük devletlere verirken kendi çıkarlarının gözetileceğini, en azından Sakız ve Midilli adalarının kendisine bırakılacağını ümit ediyordu. Ne yazık ki ümit edilen gerçekleşmediği gibi Osmanlı Devleti, adalarla ilgili karar verme yetkisini Büyük Devletlere bırakmıştır.

Bir İngiliz projesi

Dikkat edilirse, bu gelişmeler içinde en önemli husus,-belki de en büyük gerçek- 12 Ada'nın İtalyanlara, Doğu Ege adalarının Yunanistan'a verilmesinin bir İngiliz projesi olmasıdır ve bu proje, zor şartlarda bulunmasına rağmen Osmanlı Devleti'nce reddedilmiştir. Ne var ki, I. Dünya Savaşı'nın çıkması, adalarla ilgili hukuki sürecin tamamlanmasını engelledi. Savaştan Osmanlı Devleti'nin mağlup ayrılması ve ardından bunun tescili olan Mondros Mütarekesi'nin imzalanması hem Osmanlı Devleti'nin siyasi geleceğini etkiledi ve hem de uluslararası şartları bir hayli değiştirdi. Devrin siyasi tarih metinleri incelendiğinde görülecektir ki, Osmanlı Devleti'nin sürece ilk tepkisi, altı ay sonra davet edildiği Paris Barış Konferansı'na 23 Haziran 1919'da sunduğu muhtıra ile oldu. Wilson prensiplerine dayanarak yeni Türkiye'nin sınırları ile barış şartlarını ortaya koyan bu muhtırada Adalar Denizi'nin, Osmanlı sahillerine yakın bütün adaların korunması gerektiğinden dolayı nüfus değişimi suretiyle adaların Türk vatanına iadesi istenmekteydi.

Bütün bu itirazlara rağmen İtilaf devletleri, 11 Mayıs 1920'de, Sevr taslağını Osmanlı Devleti temsilcilerine verdi. Taslağı gören Osmanlı heyetinin başkanı Ahmet Tevfik Paşa'nın ilk tepkisi, söz konusu taslağın devletin siyasi varlığını sona erdiren bir belge olduğundan dolayı kabul edilemezliğini açıklamak şeklinde oldu. Aynı şekilde TBMM'nde benzer tepkiler gösterildi. Nitekim, Karahisar-ı Sahip milletvekili Nebil Efendi "Boşuna yorulmuşlar, Türkiye'yi yok diye idiler; daha iyi ederlerdi." diyerek tepkisini ortaya koymuştu. Ancak, Osmanlı Devleti, bu barış taslağına 25 Haziran 1920'de bir cevabî muhtırayla karşılık verdi. Baskın Oran'ın "Lozan'ın Öncülü Bir Onur Anıtı"adını verdiği bu muhtırada, bütün Sevr taslağının ağır hükümler içerdiği ve devleti bölme amacı taşıdığı vurgulanmış ve bunun kabul edilmesinin mümkün olmadığı ifade edilmişti Bu arada, arazi meselelerinden bahsedilirken Osmanlı Devleti'nin Libya kitasıyla Akdeniz adaları üzerindeki haklarından vazgeçmesinin istendiği ve fakat bu isteğin kabul edilmesinin mümkün olmadığı bildirilmişti. Her ne kadar Sevr taslağına karşı TBMM hükümeti de "Türk Muahede-i Sulhiyyyesi ve Mahiyet-i Hakikiyyesi" adlı bir risale ile dünya kamuouyuna kendi görüşlerini açıklamışsa da somut olarak adalarla ilgili bir görüşe yer verilmemişti Sadece, "sulh muahedesi bu kadar ağır olmakla beraber yine bizi aldatmak için yapılan bir eser-i habasettir" demek suretiyle Sevr barış taslağına "toptan" karşı çıkmıştı.

'İzinsiz çıkamazsın'

Mustafa Kemal Paşa'nın da "proje", "Büyük bir suikasdın inhidamını ifade eden bir vesika" dediği Sevr antlaşması, 10 Ağustos 1920'de, Osmanlı Devleti tarafından imzalandı. Her ne kadar meclis ve devlet başkanı gibi onay süreçlerinden geçmemiş ve dolayısıyla uluslararası hukuk açısından "onaylanmamış antlaşma" hükmünde olan Sevr Barış Antlaşması'nın iki maddesi Oniki ada ve doğu Ege adalarına ilişkindi. Antlaşmanın 122.maddesine göre, "Türkiye-yani Osmanlı Devleti, İtalyan işgalinde bulunan Stampalia, Rodos, Herkit, Kerpe, Kaşot, Piskopis, İncirli(Misiro), Kalimnos, Loryos(Leros), Patnos, Limpos, Sümbeki (Simi), İstanköy (Koş) adalarıyla bunlara bağlı adacıklar ve Kastellorizo (Meis) adası üzerindeki bütün hak ve sıfatlarından İtalya lehine vazgeçer" derken 84.madde ile, Türkiye, Gökçeada, Bozcaada adaları üzerindeki hak ve sıfatlarından Yunanistan lehine vazgeçtiği gibi Londra (30 Mayıs 1913) ve Atina (14 Kasım 1913) antlaşmaları ile Londra Büyükelçiler Konferansı'nın 13 Şubat 1914'de Yunanistan'a bildirdiği karar çerçevesinde Doğu Ege adalarını(Limni, Semadirek, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya) Yunanistan'a bırakan kararı da doğrulamaktaydı. Bunun tek istisnası, İtalya'ya bırakılan adalar ile Anadolu sahillerine üç milden yakın adalar idi. Bu tamamen deyim yerindeyse, "boğazının sıkılması" ve Türkiye'nin Yunanistan ve İtalya'nın izni olmadan Ege ve Akdeniz'e çıkamaması anlamına geliyordu.

Her ne kadar bu mesele, İtilaf devletleri açısından Sevr antlaşması ile çözümlenmişse de Milli Mücadelenin başarısı karşısında uygulanma imkanı bulamamıştı. Ancak, TBMM'nin İsmet Paşa başkanlığında Lozan'a gidecek Türk heyeti'ne verilen 14 maddelik talimatnamenin dördüncü maddesi adalarla ilgiliydi. Bu madde, ilk önce şartlara göre hareket edilmesini tavsiye ederken somut olarak da Anadolu sahillerine yakın meskun ya da gayr-i meskun adaların ilhakından sözetmekteydi. Anladığımız kadarıyla talimat, "duruma göre hareket et, şartlar uygun olursa, kıyılarımıza yakın adaları iste" diyerek adalar meselesini şarta bağlıyordu. Bu "olursa olur, olmazsa olmaz" tavrı olup meseleyle ilgili mevcut statükonun pek zorlanmamasını ister gibi bir hali andırmaktaydı. Bu sebeple, "Altı asırlık hesaplaşma sahnesi" olan Yakındoğu İşleri Hakkında Lozan Konferansı'nda gündeme geldi. Fakat, Türk heyeti adalar meselesini pek fazla sorun olarak görmedi. Bu durumu İsmet Paşa, İtilaf Devletleri Temsilcilerine gönderdiği 4 Şubat 1923 tarihli mektupta açıkça dile getirmiş ve "Konferansın gündeminde şimdiye kadar yer almamış ve hiçbir görüşmeye konu olmamış olan Oniki Ada'ya ilişkin teklifi tümüyle kabul ediyoruz." demişti. (Seha Meray Lozan Barış KonferansıTutanaklar ve Belgeler, I/4, Ankara 1972, s.9) Oysa, TBMM'de milletvekilleri öyle düşünmüyordu. Nitekim adalar meselesi, 27 Şubat-6 Mart 1923 tarihleri arasında TBMM''nin gizli oturumlarında görüşüldü. I.TBMM, kuruluşundan itibaren dış politika sorunlarına karşı Misak-ı Milli temelli bir duyarlılık içindeydi. Özellikle konferansın kesintiye uğradığı Şubat-Mart 1923 döneminde duyarlılık ve bundan kaynaklanan eleştiriler had safhaydı. Özellikle İtilaf devletlerinin verdikleri Sevr antlaşmasının düzeltilmesine dayalı barış projesi kapsamında adalarla eleştiri konuları arasındaydı. Mesela, İzmit milletvekili Sırrı Bey, 5 Mart tarihli meclisin gizli oturumunda yaptığı konuşmada "Musul'dan gayri arazi meselesini kabul ettim" demenin adaları Türkiye'nin düşmanlarına bırakmak anlamına geleceğini söyledi. Ayrıca Sırrı Bey, Lozan Türk heyeti'nin "muahedat-ı sabıkayı tetebbu zahmetini ihtiyar etmemiştir" diyerek Sevr antlaşma metninin bile okunmadığını ima etmiştir. Ona göre, Adalar Misak-ı Milli'ye dahil değildir ama, Anadolu'nun bir parçasıdır". Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey de Lozan Türk heyeti'nin Adalar meselesiyle ilgili hiçbir şey yapmadığı kanaatindeydi. Buna rağmen Ali Şükrü Bey, bu konuda Türkiye'nin gücü olmadığının farkındaydı. O, Adaların Türkiye'nin güvenliği için elzem olduğu düşüncesindeydi.

Ara dönem tartışmalarının sonunda TBMM'den çıkan ana karar, anlaşmazlık konusu olan toprak meselelerini barış sonrası döneme bırakmak, bir an önce barış antlaşması imzalamaktı. Nitekim bu anlayış, İtilaf devletlerine sunulan 8 Mart 1923 tarihli karşı barış projesinde de hakim idi. Öyle ki, Türkiye, Gökçeada ve Bozcaada ile bu adaya bağlı Merkep adaları dışındaki Doğu Ege adalarının Yunanistan'a, Meis adası dışında kalan adalar ile bunlara bağlı adacıkların İtalya'ya bırakılmasını, onlar üzerindeki bütün hak ve sıfatlarından vazgeçmek suretiyle kabul etmekteydi.

Yanlış yorumlanan maddeler

Bu ortamda, 23 Nisan 1923'de, ikinci aşaması başlayan Lozan konferansı, pek fazla tartışmalar yaşanmadan 24 Temmuz 1923'de Lozan barış Antlaşması'nın imzalanmasıyla sona erdi. Bu antlaşmanın adalarla ilgili hükümlerinin Sevr Antlaşması'ndan tek farkı sadece Tavşan Adası'nın Türkiye'ye bırakılmasıydı. Buna göre Doğu Ege adaları, Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan adaları dışında Yunanistan'a (12. Madde), On iki ada ile ona bağlı ada ve adacıklar-Meis adası dahil- İtalya'ya (15.madde) bırakılmıştır Aslında bu durum, 1913 tarihli Lozan Antlaşması'ndan sonraki süreçte kararlaştırılan adalar statüsünün çok küçük farkla aynen korunmasından ibaretti.

Kısaca, 12 Ada ve Doğu Ege Adaları, fiilen Trablusgarb ve Balkan harpleri sürecinde resmen ve hukuken ise 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması ile kaybedilmiştir.

Fakat, Lozan Antlaşması'nın üzerinde pek durulmayan ya da yanlış yorumlanan iki maddesi daha vardır. Bunlardan ilki 6.madde olup, antlaşmada aykırı madde bulunmadıkça deniz sınırlarının kıyıya üç milden daha yakın bulunan ada ve adacıkları içine alacağı ile ilgili hükümdü. İkincisi ise 16.madde olup genel hüküm içeren toptan bir feragat maddesiydi. Bu maddeye göre Türkiye, sözkonusu antlaşmada-Lozan Antlaşması'nda-belirtilen sınırlar dışında kalan topraklar-adalar dahil-üzerindeki ya da bu topraklara ilişkin her türlü haklarıyla sıfatlarından vazgeçmekteydi. Hatta bu vazgeçmeye bu antlaşmada tanınmış adalardan başka bütün öteki adalar da dahildi.

Hükümsüz bırakan madde

Görüldüğü gibi 16.madde, iki açıdan Türkiye'yi ilgilendirmektedir. Birincisi, 16.maddenin 6.maddeyi hükümsüz bırakmasıdır. Çünkü 6. maddede "antlaşmada aykırı madde bulunmadıkça" denmektedir ki, bu aykırı madde, 16.madde olmaktaydı. İkincisi ise Türkiye'nin ismen belirtilmiş topraklar dışında kalan diğer bütün topraklar/adalar üzerindeki hak ve sıfatlarından vazgeçmesi olup bu konuda İtilaf devletlerinin karar verecek olmasıdır. Daha açık deyimle ifade edecek olursak; Türkiye, Lozan antlaşması ile Adalar Denizi'nde ismen belirtilmemiş ada ve kara parçalarının geleceği hususundaki hak ve sıfatlarından vazgeçmiştir. Buna karşılık bazı uzmanlar, 16.maddenin Türkiye açısından bir feragat içermediği iddiasındadır. Mesela, Sertaç Hami Başeren'e göre, 16.madde'yi feragat maddesi olarak yorumlamak doğru değildir. Çünkü, uluslararası hukuka göre feragat edilecek adaların ismen belirtilmesi zorunludur ve Lozan'da bu yapılmamıştır. Oysa, Yunanistan'ın böyle bir vazgeçme durumu söz konusu değildir. Fakat bu hal, Yunanistan'a ismen belirtilmemiş ada ve kara parçaları üzerinde sahiplik hakkı vermemektedir.

Kanaatimiz odur ki, Lozan'daki Türk heyeti, Türkiye'nin geleceğini ipotek altına sokan, deniz güvenliğini tehlikeye düşüren/düşürecek olan bir maddeyi imzalamıştır. Bu yanlışlığın nelere mâl olacağını Türkiye, 1990'ların ortalarında yaşanan Kardak kriziyle anlamış ve Yunanistan'ın tahrikinin de etkisiyle bir emr-i vaki oluşturarak meseleye müdahil olabilmiştir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, 12 Ada ve Doğu Ege adalarının geleceğiyle ilgili süreç, Trablusgarp savaşıyla başlamış ve bir İngiliz projesiyle 12 Ada İtalyanlara, Doğu Ege adaları ise Yunanistan'a verilmiştir. I.Dünya Savaşı öncesinde bu süreç fiilen gerçekleşmiş ve Sevr antlaşması ile hukukileştirilmek istenen bu fiilî durum, antlaşmanın Sultan ve Osmanlı Meclisince onaylanmamasının yanısıra Anadolu'da kazanılan Milli Mücadele zaferi sayesinde sekteye uğratılmışsa da 24 Temmuz 1923'de imzalanan Lozan barış antlaşmasıyla hukukî bir nitelik kazanmıştır. Bir başka deyişle ifade edersek, I. Dünya Savaşı öncesinde Adalarla ilgili belirlenmiş statüko, nihai olarak Lozan'da hukukileştirilerek devam ettirilmiştir.

Bugün Türkiye, Ege'de adaların silahsızlandırılması, karasuları ve kıta sahanlığı gibi sorunlarla yüz yüze kalmış ise bunun sebebi daha ziyade Lozan'da adalarla ilgili yeterince duyarlılık/gayret gösterilmemesi ve Adaların mevcut statüde olmasıdır. Hatta, 16.maddenin varlığından dolayıdır ki Türkiye, Birleşmiş Milletler nezdinde şimdilik sadece,"adaların gayri askerileştirilmesi statüsü"nü şikayet edebilmektedir.

Tarih, bir tecrübe labotuvarıdır. Türkiye, tarihi hataları ve ihmalleri tekrarlamamak, Alman Şansölyesi Bismark'ın ifadesiyle aptal olmamak için tarihi tecrübeden yararlanmalıdır. Çünkü Türkiye, " Akıllı mümin, bir delikten iki kez ısırılmaz" şeklindeki peygamber sözüne uygun davranmalı ve gereğini yapmalıdır. Görünen o ki, Adalar Denizi giderek ısınacaktır. Böylesi bir ortamda, mutlaka doğru bilgi ve doğru analize ihtiyaç vardır.

Okuma Önerileri:

Necdet Hayta, "İtalyanların Rodos ve 12 Ada'daki Faaliyetlerine Dair Bir Rapor", Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, yeni dönem 3, 1995, s.191-204.

Necdet Hayta, Balkan Savaşları'nın Diplomatik Boyutu ve Londra Büyükelçiler Konferansı(17 Aralık 1912-11 Ağustos 1913), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2008.

Ali Kurumahmut (Hazırlayan), Ege'de Temel Sorun-Egemenliği Tartışmalı Adalar-, Türk Tarih Kurumu Yayınları Ankara 1998.

Mustafa Budak, İdealden Gerçeğe Misak-ı Milli'den Lozan'a Dış Politika, Küre Yayınları, İstanbul 2002.

Mustafa Budak, 99 Soruda Lozan, Ketebe Yayınları, İstanbul 2018.