Adaletin keşfi için yerliliğe bir derkenar

Ali K. Metin/ Şair, Yazar
24.12.2019

“Neden adil olmam gerekiyor?” sorusuna vereceğimiz cevaplar, adalet anlayışımızın anlam ve değerini tayin etmektedir. Ama bu cevapların tarihsel olarak değiştiği de bir gerçek. Cevaplarımız insan ve dünya algımıza göre şekil almaktadır. Tarihin en büyük filozofları bile mutlak, nihai cevaplar verme gücünü gösteremiyor. Antik çağda eşitlikçi düşüncenin en radikal şekilde savunusunu yapan Eflatun, köleleri ve kadınları eşit varlıklar olarak görmemişti. Dolayısıyla felsefeyi, sorularımızın cevabını biraz da tarihin açılımları üzerine inşa etmek durumundayız.


Adaletin keşfi için yerliliğe bir derkenar

Bugün hala eşitlikçi düşünce ve söylemlere karşı konan çekinceyi hatta muhalefeti anlamamız zor da olsa sanıyorum mümkün. Temel değer ve anlayış biçimlerinin tahribatı söz konusu olmaya başladığında, savunmacı refleksler bizi her daim işin hakikatinden uzaklaştırabiliyor. Öncelikler konusunda yaşadığımız kafa karışıklığını giderecek düzeyde sağlam bir kılavuza veya birikime sahip olamayışımız, başka deyişle yaşadığımız entelektüel kiyafetsizlik, daha tekin bir yol olarak var olan zihinsel sınırlar içinde kalmayı bize adeta dayatıyor. Eşitliğin yerine adalet kavramını ikame ederek meseleyi çözebileceğimiz zehabıyla hareket ediyoruz. Bununla tam da oysa muhafazakarlığın tipik bir örneğini ortaya koyuyor gibiyiz. Batılı (Burke’ci) anlamıyla muhafazakar ideoloji tarihi yapmaktan ziyade tarihin akış hızına müdahale etmekle mücessemdir. Fakat bizim açımızdan bundan daha kötü bir durum var: Entelektüel kifayetsizlik sebebiyle kullandığımız kavramların içini yeterince doldurmuyor, “miş” gibi yaparak durumu idare ediyoruz. Eşitliğin reddiyesini yaparken düzgün bir adalet kavramlaştırmasının yapıldığını yazık ki göremiyoruz.

İlkesizlik hali

Gerçekten de dilimize pelesenk ettiğimiz adalet kavramıyla ilgili çağdaş bir literatürden yoksun oluşumuz entelektüel alandaki çoraklığımızın ciddi bir göstergesi olmalı. Adalet ve özgürlük gibi temel kavramları bile demokrasi tartışmasının dışında ele almış değiliz. Kültürel yapımızdaki maslahatçı ve pragmatik kodlar, bizim her konuda olduğu gibi burada da suyun akışına göre tavır geliştirmemizde büyük oranda etkili oluyor. Birilerinin buna karşı, felsefeyi teoriyle değil de eylem ve siyasetle yapan bir millet olduğumuz iddiasına tutunmaya çalışması ise ucuz, savunmacı bir hamasetten başka bir anlam taşımaz. Felsefesizlik, kifayetsizliğin ve pragmatizmin tabii sonucudur. Oysa pragmatizm bile, adalet bahsi etrafında bizi retorik yaklaşımlardan öteye çok daha üst düzey bir birikime sahip kılmış olmalıydı. Bu topraklarda millet ve devlet olarak bizi mümeyyiz kılan en temel değerin adalet olduğunu doğru veya yanlış her zaman söyler dururuz. Selçuklu ve Osmanlı’daki devlet anlayışının bir nizam-ı alem, iki adalet olmak üzere iki asli unsura sahip olduğu iddialarına bakacak olduğumuzda, “Adalet konusundaki tarihi, sosyal ve siyasal hassasiyetin çağımızdaki karşılığı bu mu olmalıdır?” diye sormadan edemiyoruz? Nizam-ı alem konusunda evet diyebiliriz ama adalet hassasiyetinin ne derece baskın bir özellik olduğundan, hatta tarihimizde ne derece belirleyici olduğundan hiç öyle emin olmamak lazım. Şu var ki, tarihte de günümüzde de adalet sözcüğü yerleşik düzen ve değerlerle mütenasip bir anlayış tarzı içinde anlam kazanmaya devam ediyor. Ahlak kavramında olduğu gibi adalet kavramında da teorik anlamla pratik anlam arasındaki mesafe alabildiğine açılabilmektedir. Pratik yani genel geçer bir adalet tasavvuru içinde kalmamız halinde, yerleşik değerlerle tebarüz eden muhafazakar bakış açısının ötesine geçmek mümkün olamıyor. Adalet bahsi üzerine yapılan bir tartışmada da, yine muhafazakar düşüncenin bir alameti farikası olarak konuyu etimolojik bağlamına yerleştirmekten öteye pek fazla gidemiyoruz. Dolayısıyla adalet tasavvurumuzu geleneksel dünya görüşünün içine hapsederek yola devam ediyoruz.

Statükonun adaleti

Geleneksel görüş, hemen her konuda kozmik dünyayı beşeri dünyaya örnek alarak baskın bir forma bürünmüş, bununla da inandırıcılığını sağlamaya devam etmiştir. Bilindiği gibi doğal hukuk kavramıyla da bu anlayış biçimi liberal değerlere uygun hale getirilmiştir. Eşyanın yerli yerinde olması, her şeyin kendi had ve hudutları içinde yer alması anlamı üzerinden inşa edilen adalet fikri, kolayca toplumdaki her türlü hiyerarşiyi ve güç ilişkisini meşrulaştıracak şekilde ideolojik bir işlev kazanabilmektedir. Geleneksel toplum yapısı içinde belki böylesi ideolojik bir ihtiyaçtan bahsetmek bile gerekmeyebilir. Zira, adalet kavramı o zamanın koşulları içinde nizam-ı alem yani güvenlik ve istikrar ihtiyacının belirleyiciliği altında ortaya çıkan sosyo-ekonomik ilişkilerde içkin bir değer, bir gerçeklik olarak ortaya çıkmaktadır. Bu gerçeklik kanıksandığı nispette adil bir durum kabul edilmiştir. Tarihi, sosyal koşullar, toplumda sınıfsal veya hiyerarşik yapıları tam anlamıyla doğallaştırmış, baş ve ayaklar şeklindeki toplum tasavvuru tarihsel bir geçerlilik kazanmıştır. Bu yapı ancak tebaaya aşırı vergi yükü getirildiği takdirde tepkilere sebep olmaktadır. Mevcut alışkanlık ve kabullerin dışına çıkan uygulamalar zulüm sayılmıştır. Bilindiği gibi Celali isyanları, zulme karşı bir direniş olarak ortaya çıkmakla beraber, bununla kalmamış, daha radikal bir adalet sorgulamasını beraberinde getirmiştir. Yani aslında, tebaada daha gizil, farklı bir adalet tasavvurunun nüve halinde bile olsa bulunabildiğini göz ardı etmemek gerekiyor. Fakat bu dışsallaşmadığı sürece bir anlam ifade etmemekte. Osmanlı’da başlayan milliyetçilik cereyanlarını da aynı bakış açısıyla değerlendirebiliriz. Milliyetçilik cereyanlarının ortaya çıkma sürecinde var olan milletler hiyerarşisine yönelik eleştirilerin başladığını görüyoruz. Oysa hiyerarşik yapının adalete uygun olup olmadığı konusunda bir sorgulamaya o güne kadar neredeyse ihtiyaç bile duyulmamış, var olan durum neredeyse tabii diye kabul edilmiştir. Söz konusu hiyerarşik örüntüler, toplumdaki hakim adalet algısı içinde bir problem olmamıştır. Ancak Fransız ihtilalinin doğurduğu milliyetçilik cereyanlarına bağlı olarak azınlıkların eşit hak ve statüsünden bahsedilmeye başlanmıştır. Ahmet Cevdet de devletin görevinin “adalet dağıtmak” olduğuna vurgu yapar, ama 18. Yüzyıl itibariyle toplumdaki adalet kavramı ve tasavvuru ciddi değişmelere maruz kalmaktadır. Mevcut sosyal, ekonomik ve siyasal yapıyı sürdürme üzerine kurulmuş olan adalet anlayışı artık yetmemektedir. 

Dolayısıyla bu kadar edilgen, statükocu bir zemin üzerinde duran adalet anlayışının, sonuçta pragmatizmle malul bir geleneğe/kültüre bizi teslim etmesi kaçınılmazdır. Ne ki bu hal günümüz dünyasına doğru geldikçe sürdürülebilir olmaktan giderek uzaklaşıyor. Milliyetçilik ve demokrasi tecrübelerimiz, maruz kaldığımız süreçleri anlama konusunda çok somut örneklerdir. Fakat sürekli maruz kalarak değişmeye devam etmek bizim açımızdan makbul bir durum olmamalı. O yüzden adalet kavramı etrafında yol açıcı, ciddi teorik çabalara ihtiyaç var.  Bilhassa adaletle eşitlik arasındaki ilişkiyi nasıl kuracağımız veya kuramayacağımıza dair net ve temelli önermeler geliştirmek zorundayız. Mesele adaletin övgüsünü yapmak değil, bunu da yapacağız elbette, ama övgüsünü yaptığımız değerin nasıl bir dünya arzusuna tekabül ettiğini açık hale getiremiyorsak bunun ciddiye alınmasını kimse artık beklememeli. Kavram ve değerlerimizi retoriğin sığlığından kurtararak mümkün olduğunca evrensel temellere kavuşturmakla mükellefiz.

Adaletin künhü

İşimizin kolay olmadığını biliyoruz. Tabii bir de bu yöndeki çabaları entelektüel hamaset veya fantezi diyerek tahfif etme temayülü içindeysek vay halimize!  Özgüvensizlik bizim mahvedici marazlarımızdan biri. Yine de asıl sıkıntımızın düşünsel bir irtifayı sağlayamamak olduğu kanaatindeyim. Yanlış soruları sorarak doğru sonuca varamayız. Felsefi aklın sağlayacağı en büyük  kazanım bu: doğru soruyu bulmak. Adalet ve eşitlik kavramları arasında gelip gidişimiz de bunun bir neticesi. Oysa her iki kavram da bir cevap olarak ortaya konulduğunda meseleyi daha kökten kavrama imkanını bulabiliriz. Buradan hareketle sormamız gereken sorunun şu olması gerektiğini düşünüyorum: “Neden adil olmam gerekiyor?” Bu soruya vereceğimiz cevaplar, adalet anlayışımızın anlam ve değerini tayin etmektedir. Ama bu cevapların tarihsel olarak değiştiği de bir gerçek. Cevaplarımız insan ve dünya algımıza göre şekil almaktadır. Tarihin en büyük filozofları bile mutlak, nihai cevaplar verme gücünü gösteremiyor. Antik çağda eşitlikçi düşüncenin en radikal şekilde savunusunu yapan Eflatun, köleleri ve kadınları eşit varlıklar olarak görmemişti. Dolayısıyla felsefeyi, sorularımızın cevabını biraz da tarihin açılımları üzerine inşa etmek durumundayız. Adaleti mülkün temeli sayan bir anlayışın ne kadar geleneksel bir adalet-mülk ilişkisi içinden konuştuğunu görebilmemiz için, bu deyişin retorik cazibesinden kurtulmamız yeterlidir. Mülkün sınırlarını adaletle çizmekten öteye, burada adaleti araçsallaştıran bir bakış açısının egemenliğini fark etmemiz için gayenin mülk olarak tarif edildiğini görmemiz gerekir. Biz buradaki anlamı yerinden ederek başka bir şekilde tevil etsek de görülmesi gereken nokta bizim tevilimiz değil, tarihsel yani orijinal anlamdır. Tevil bizi gerçeğe değil işin retoriğine nazır kılmaktadır. Aynı sapma veya saptırmayı Şeyh Edebali’ye atfedilen “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünde de icra ediyoruz. İnsanı araç, devleti amaç haline getiren bu söylem tarzı, bugün eğer ters yüz edilerek kullanılıyorsa, buna sebep hiç şüphesiz artık orijinal manasıyla kullanamayacağımız tarihi, zihinsel bir vasata sahip olmamızdır. Ancak buradaki saptırmayı (tevili) hoş görmemiz, adalet, devlet, insan anlayışına dair tarihsel gerçekleri çarpıtmamızı meşru hale getirmez. Burada altını çizmemiz gereken nokta, esas itibariyle adalet anlayışındaki değişmeyi görmemizdir. Biz artık bugün, adalet kavramını mülkün devamlılığı için dikkat edilmesi gereken bir araç, pragmatik siyasetin bir ilkesi ve zorunluluğu olarak görmüyoruz. Adaleti bizzat insana duyduğumuz saygının bir ifadesi ve temel bir hak olarak değerlendiriyoruz. Bizi/beni adil olmaya zorlayan en önemli sebep, insanlar olarak eşit varlıklar olmamızdır. Adaletin evrensel hale gelmiş olan dayanak noktası bu. Buradan hareketle, insanlar doğuştan eşit doğmuşlarsa bu eşitliği ortadan kaldıran her uygulama gayri adil kabul edilmeli mi diye sormalıyız mesela. Bunun ne kadar can alıcı bir soru olduğu şüphesiz. Bugün bizde olmasa da Batı dünyasında pek çok adalet teorisinin olduğunu ise biliyoruz. Kendimizi adaletin temsilcisi diye gören bizler, bu teorilerden faydalanma yolunda bile bir farklılığı yazık ki ortaya koyamıyoruz. Buradan bakıldığında, adaleti gerçekten mesele edinmiş bir toplum, bir millet olduğumuzu söylemek çok zor. Oysa Hazreti peygamberin hadisini hepimiz ezbere biliriz:   “Arap’ın Acem’e, Acem’in Arap’a, sarı ırkın siyah ırka, siyah ırkın da sarı ırka üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.” Bu hadisin adalet ve eşitlik fikrinin en güzel nüvesi olduğunu söylemeye gerek var mı bilmem. Fakat asıl iş bunu günümüze nasıl taşıyacağımız, buradan elle tutulur bir adalet anlayışı ortaya koyup koyamayacağımızdır.

Aristo’nun adalet hakkındaki meşhur cümlesi, ilkesel bakıldığı takdirde meseleyi nasıl kökünden kavrayabileceğimizi göstermesi açısından önemli: “Eşitlere eşit, eşit olmayanlara farklı muamele edilmeli.” İbni Rüşd gibi Aristo yorumcularımız bile bu hususta Aristo’yu atlamışlar mı bilemiyorum. Ama geleneksel düşünce tarihimizin atladığı bir gerçek. Diğer taraftan, bugün John Rawls’ın adalet teorisini okuyunca, Batı dünyasının bunu atlamadığına şahit oluyoruz. Atlamamak bir yana, adaletin temel bir sorunsal olarak entelektüel, sosyal ve siyasal önemini koruduğunu anlıyoruz. Onun için Rawls’ın “dağıtıcı adalet” ilkesiyle doğrudan veya dolaylı olarak ilişki halindeki muhtelif adalet tasavvurlarının süreç içinde etkisini daha da artıracağını tahmin etmemiz zor olmamalı.

Sosyal ve ekonomik eşitsizlikleri temel bir sorunsal olarak ele almayan herhangi bir adalet anlayışı bizi statükonun dışına çıkaramayacaktır. Eşitliğe karşı adaleti alternatif bir ilke olarak ortaya koymaya çalışmanın anlamı en hafif ifadesiyle budur.  Buna karşılık, adalet kavrayışımızı bugün artık eşitsizlikleri eşitleme idealiyle ikmal edecek bir düzeye taşımamız gerekmektedir. Bunu başarabilirsek statükoya karşı güçlü ve evrensel bir meydan okuma mümkün olacaktır.

[email protected]