Adı konmamış 1993 darbesi ve kaos deneyleri

Tahir Güroğlu / Yazar
8.02.2014

Türkiye, önümüzdeki dönemde kutuplara ayrılmış ve kutuplar çatışması üzerinden enerjisi heba edilerek bloke edilen bir ülke olmak yerine çeşitli kutupların bir istikamet doğrultusunda meczolunduğu bir ülke olma idealine sarılmalıdır.


Adı konmamış 1993 darbesi ve kaos deneyleri

27 Mayıs sonrası Sosyalizme düşman olmayan Türkçüler veya Mustafa Suphi gibi evvelden Türk Ocağı’na devam eden sosyalistler artık azdır. 60 sonrası Türkiye’nin Amerika’yla ilişkileri NATO dolayısıyla, milliyetçiler anti-komünist olurlar. Türkçülükteki bu yeni pozisyon alış ile beraber, sağ cenahtaki “Komünizmle Mücadele Dernekleri” ve benzeri örgütlenmelerin tesiriyle, sanki Sol cenah, Kürtlerin ve Alevilerin doğal varlık alanıdır gibi bir hâl ve algı zuhur eder. Ve bu tablo, Sağ-Sol kutuplaşması 70’lere, silahlı hareketlere dönüşerek evrilir. Önemli ölçüde DP’yi destekleyen Kürtlerin, 1960 sonrası siyasi kamplaşmada, bir nev’i Sol’un kampına itilmesi ise apayrı bir meseledir.

Kürt hareketi 27 Mayıs sonrası yeni bir sürece girer. 27 Mayıs’ın Kürt ileri gelenlerini Sivas Kampı’nda toplaması önemlidir. Çünkü Kürt meselesi, 27 Mayıs’ın görünür sebeplerinden değildir. Ve bu konuda Orhan Erkanlı’nın “Anılar Sorular Sorumlular” kitabında yazdıkları önemlidir. “27 Mayıs’dan önceki çalışmaların, toplantıların, görüşmelerin mahiyeti ve ihtilâl öncesi fikirlerimiz hakkında bir fikir vermek üzere, muhtelif zamanlarda ve toplantılarda alınmış olan kararların bir özetini yapmak isterim. Hiçbir zaman yazılmayan, hafızalara işlenen bu prensip kararları şöyleydi” der ve 18. Maddede,  “Ağalığa son verilecek, gerekirse doğu ile batı arasında insan mübadelesi yapılacak” (s.16-17) diye yazar. Demek ki Kürt ağalarının Sivas Kampı’nda toplaması muhtemelen daha geniş çerçeveli bir projenin parçası olmalıdır. Ancak bu hedefe ulaşılamayınca gelişmelerin şu şekilde seyretmiş olması ihtimaller arasındadır. a) 70’li yılların sonlarına doğru PKK’nın kuruluş süreci ve perde arkasında -şayet mevcutsa- kim ya da kimlerin olduğunu bizlerin tesbit etmesi çok mümkün değildir, ancak; b) Marksizm’in Leninist-Stalinist yorumu ile Kürt milliyetçiliğinin karması ideolojik doktrini ile PKK, feodal yapının altyapıda yani üretim ilişkileri düzeyinde bir yere kadar, üstyapıda yani kültürel ilişkilerde ise daha fazlasıyla çözülmesine vesile olmuştur. Bu durumda 27 Mayıs sonrası devlete nüfuz etmiş kimi unsurlar tarafından; c) Orhan Erkanlı’nın 27 Mayıs’ın prensip kararlarından dediği “Ağalığa son verilecek, gerekirse doğu ile batı arasında insan mübadelesi yapılacak” şeklinde ifade ettiği, ağalığın-feodalitenin tasfiyesi sürecini doğrudan/dolaylı destekleyebileceğinden hareketle; d) Hem ağalığa yani Kürtlerin geleneksel toplum yapısına ve hem de diğer Kürt ve Sol örgütlere karşı PKK’nın gelişimi bir nev-i ehven görülmüş müdür? Sorusu ortadadır. e) Asıl sorulması gereken ise küresel güç odaklarının bu gelişmeleri salt gözlemci olarak mı? Yoksa müdahil-gözlemci olarak mı? İzlediğidir. 

Devlet rutin dışına çıkar...

Neticede PKK 1984’te silahlı eylemlere başlar. Merhum Turgut Özal Türkiye’nin diğer esaslı meseleleri ile beraber, PKK ve Kürt meselesini çözmeye teşebbüs etmişken, 1993’te şaibeli şekilde ölür. Zaten Özal’ın ölümünden önce Özal’ın kurduğu/kurmaya çalıştığı dengeler birer birer ortadan kaldırılmaktadır. Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Org. Eşref Bitlis’in ölümü ve diğer aydınlatılamayan cinayetler, doğrudan alakalı gözükmeyen Devrimci-Sol içindeki muhalif Bedri Yağan grubunun tasfiyesi de bu bağlamdadır. 1988 Özal suikastı da... Özal muhtemelen tetikçinin arkasında kimlerin olduğunu öğrenmiş ama sistemin çökmemesi için veya ortaya akacak o güçle baş edemeyeceği endişesiyle üzerine gitmemiştir. 1988 Özal suikastı da, Özal’ın MİT’in sivilleşmesinde bir numaralı gözdesi Hiram Abas’ın 1990 sonbaharında öldürülmesi de, 93 yolunda döşenen taşlardandır. Hiram Abas, Şam gezisinde Özal’ı, Öcalan’ın yaşadığı evin yakınma kadar getirir, bir rivayete göre evi de gösterir. Özal suikastı bunun ardından gelir.Ve Hiram Abas bir kokteylde tanıştığı Çetin Emeç’i dikkatli olması konusunda uyardıktan kısa bir süre sonra Emeç, yılın (1990) sonuna doğru da kendisi bir suikasta kurban gider. K.K. Komutanı Org. Muhittin Fisunoğlu’nun beklenmedik emekliliği ayrıca dikkat çekicidir. Çünkü bu emeklilik işlemi ile TSK hiyerarşisinde 28 Şubat ve sonrasına da tesir edecek bir düzenleme yapılır. Sivas Madımak ve Erzincan Başbağlar Katliamları ile ise süreç zirveye taşınır. 1993’teki olaylara baktığımızda, özellikle Kürt meselesi ağır basmaktadır. Türkiye tarihin en sert çatışma dönemlerinin henüz başındadır ve sorun henüz kangrenleşmemiştir. Bu nedenle de silahsız bir çözüme toplumu hazırlamak daha kolaydır. Söz konusu olaydaki kilit isimlere baktığımızda Kürt sorununda demokratik çözüm için inisiyatif almış kişilerdir. Tamamı şüpheli şekilde ölen bu kişiler iç ve dış karanlık güçler tarafından ortadan kaldırılmakta gibidir. Yani 1993’te belki de bir askeri darbe şartlarında bile kolaylıkla yapılamayacak işler yapılır, olaylar yaşanır. Belki de 1993 bir açık darbeden fazlasının gerçekleştiği bir süreçtir.  

Burada rejimi ayakbağlarından kurtararak Cumhuriyeti Osmanlı hinterlandında var etmek çizgisinde olan Özal’ın düşünce ve teşebbüsü, iç ve dış çevrelerin direnci neticesi akim kalır. Bunun Yeni-Osmanlıcılık falanla da alakası yoktur. Osmanlı’ya hayat veren prensiplerin düstur edinilmesidir bu. Türkiye’nin imparatorluk bakiyesi olmasından kaynaklanan farklılıklarının, kutuplaşma unsurları olması yerine, ülkenin büyümesini gerçekleştirecek sinerjiyi oluşturacak sentezin unsurları haline gelmesinin sağlanmasına teşebbüs eden Özal ve ekibi ve hariçten de sorun teşkil eden/edebilecek herkes 1993’de adı konulmamış bir darbe ile tasfiye edilir. Devlet Demirel’in deyişi ile “rutin dışına” çıkar. Bu işleyiş, 28 Şubat sürecinin sonuna kadar devam eder. 

Özal’ın akim kalan hayali

Bu çerçevede çok sert bir hamle olan Uğur Mumcu suikastını Özal şöyle değerlendirir: “Neden Uğur Mumcu’yu seçtiler? Arkasından neden Jak Kamhi geldi? Hadiselerin başlangıcından itibaren cereyanına, cenaze öncesi yürüyüşlerde atılan sloganlara bakılınca bu, insana şunu düşündürtüyor: 7-8 senedir Sağ-Sol ayrımı kalmamıştı. Hatta eski sağcılar ve eski solcular bir araya gelip, meseleleri makul bir biçimde tartışmaya başladılar. Bu fevkalade iyi bir gelişmedir. Bu bazılarının hoşuna gitmiyor. Şu, şu, şu meseleler niye konuşuluyor; konuşulmamalı diyenler var. Ama toplum konuşuyor bunları... Düşünen, üreten, fikir üreten, tartışan bir toplumda her şey konuşulmalıdır. Netice itibarıyla ben hür düşünceden yanayım. Bunun için bana kızıyorlar, tabuları yıkıyorum diye. Bir azınlık var. Eskisi kadar değil. Ama tesirli. Onu söyleyeyim... Neticede toplumu kavgaya, kargaşaya itmek. Sağ-sol nüansları kaybolmuş bir cemiyeti tekrar sağ-sol kavgasına çekmek amacındalar. Ciddi ve ustaca hazırlanmış bir provokasyon yapıyorlar...” 

İşte bu sözleri söyleyen Turgut Özal’ın kendisi de kısa bir süre sonra ölür. Özal’ın ölümü zamanı ve oluşu itibarı ile kuşku uyandırır. Çünkü Özal kutuplara ayrılmış ve bu kutuplar çatışması üzerinden enerjisi heba edilerek bloke edilen Türkiye’nin yerine, çeşitli kutupların bir istikamet doğrultusunda meczolunduğu hedefleri olan bir Türkiye inşa etme gayretindedir. Tıpkı 70’li yıllardaki İtalya Başbakanı Aldo Moro gibi. 

Aldo Moro, öldürülmeden 4 yıl önce 1974’de İtalyan Başbakanı olarak ABD’yi ziyaret eder. ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger, Moro’ya “Ülkendeki tüm siyasi güçleri doğrudan işbirliği için bir araya getirme siyasetini bırakmalısın... Yoksa bunu çok pahalı ödersin” der. Aynı “uyarı”, kimliği açığa çıkmayan bir istihbarat yetkilisi tarafından da yapılır. Eşi Eleonora Moro, kocasının şu sözlerini aktarır: “Bana şöyle dediler: Ülkendeki tüm siyasi güçleri işbirliğine yöneltme politikandan vazgeçmelisin... Yoksa ödeyeceğin bedel ağır olur!” Moro bunlara rağmen “Tarihsel Uzlaşma” adını verdiği Sol ve Sağ partileri birleştirme politikasına hız verir. Ülkesindeki terörizmin suç ortaklığını gizli servislere bağlayan, CIA, MOSSOD ve BND’yi terörist faaliyetleri organize etmekle suçlayan Aldo Moro, İtalya’da “tarihsel uzlaşmayı” gerçekleştirmeye çalışırken, 16 Mart 1978 günü Kızıl Tugaylar örgütü tarafından film gibi bir operasyon ile kaçırılır. 55 gün sonra Moro’nun cesedi, Roma’nın göbeğinde, kırmızı bir Renault’un bagajında bulunur.

Bu arada Türkiye’de 70-80 arası çatışma ve terörün CHP-MSP koalisyonu bozulduktan sonra artmasına da ayrıca dikkat etmek gerekmektedir. Demek ki o yılların ‘konsepti’ keskin çatışmaların devamı ve hatta çatışma yoksa icadı, zayıfsa körüklenmesi üzerine kuruludur. Bu ‘konsepte’ aykırı hareket edenler her türlü usulle bertaraf edilmektedir. Ayrıca Türkiye’de İdris Küçükömer, Yaşar Kutluay, Raif Karadağ,  Hikmet Kıvılcımlı, Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Sezai Karakoç, Kemal Tahir, Atilla İlhan gibi aydınlara yeterince itibar edilmemesi de bu bağlamda anlam kazanmaktadır. 

Sonrasında ise gazeteci Abdi İpekçi’nin de CHP-AP koalisyonu için liderler arasında mekik dokuyarak kamuoyu oluşturmaya çalışması önemlidir. İlginç bir “rastlantı” sonucu İpekçi’de Aldo Moro gibi terörist kurşunlarına hedef olur.

Bugüne dair alınacak ders

Tüm bunlar ile Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümü ile de paralellik arzetmektedir. Muhsin Yazıcıoğlu’nun 18 Mayıs 2009’da tüm azınlıkları içine alan yeni bir açılım yapmaya hazırlandığını söyleyen BBP Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ “Patrik Bartholomeos, Mutafyan ve azınlıkların önde gelenleriyle görüştük. Yahudi, Ermeni her ne olursa olsun bu insanları 18 Mayıs’taki açılıma davet edecektik” der. Özdağ, Yazıcıoğlu’nun Hrant Dink’in ölümünün ardından Dink ailesiyle görüşmek istediğini de söyledi. Yazıcıoğlu’nun Dink’in öldürülmesine üzüldüğünü anlatan Özdağ, “Muhsin Yazıcıoğlu, Hrant Dink’in ailesine başsağlığı dilemek için ailesiyle görüşmek istedi. Onlara başsağlığı dileyecekti. Bizim bu olaylarla ilişkimizin olmadığını söyleyecekti” diye konuşur.” (03.04.2009 Yeni Şafak)

Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümü, şayet bir suikast ise,  sebep burada aranmalıdır. O da yukarıda anlattığımız diğer isimler gibi, kutuplara ayrılmış ve bu kutuplar çatışması üzerinden enerjisi heba edilerek bloke edilen Türkiye’nin yerine, çeşitli kutupların bir istikamet doğrultusunda meczolunduğu hedefleri olan bir Türkiye inşa etme gayretindedir. Bu olabilse Türkiye’nin “tarihsel uzlaşması” olacaktır. 

Burada Gezi Parkı hadiselerinin de aynı bağlamda olduğuna dikkat çekmek gereklidir.   Gezi Parkı hadiseleri, evvela çözüm sürecinde devre dışı kalan veya devrede olmayan dış güçlerin ilk planda Almanya ve Amerikan “Neo-con”ları, büyük ihtimalle arkasında da Londra’nın olduğu bir tertip gibi gözükmektedir. Türkiye, 2014-2015 senesinde kutuplara ayrılmış ve bu kutuplar çatışması üzerinden enerjisi heba edilerek bloke edilen Türkiye’nin yerine, çeşitli kutupların bir istikamet doğrultusunda meczolunduğu hedefleri olan bir Türkiye inşa etme gayretini, bir şekilde mutlaka devam ettirmelidir. 

[email protected]