Adım adım tamamlanan islam yazıları

Eren Kemal / Siyaset Bilimci
11.07.2015

İslam ve siyaset, gelenekçiliğin eleştirisi ve geleneğin hakkının verilmesi, fıkıh usulünün revizyonu, tasavvuf, islam ve kadın, islam ve felsefe gibi konularda ziyadesiyle çığır açıcı ve birçok kaynaktan eklektizme düşmeden beslenerek, hermenötik açıdan sağlam bir temele oturtulmuş bu denemeler derlemesi olan Şeriat Mekke’de Tamamlandı benim için kelimenin tam manasıyla ufuk açıcı oldu.


Adım adım tamamlanan islam yazıları

Dört buçuk sene önce sessiz sedasız ilk kitabını yayınlayan Esat Arslan’ın dördüncü kitabı Şeriat Mekke’de Tamamlandı geçtiğimiz ay yine aynı şekilde usulca raflarda yerini aldı.

Dört buçuk sene önce tam da kafamda İslam, gelenek ve yorum ile ilgili belli sorular demini bulmuş ama henüz cevapları için nereye müracaat edeceğimi bilmez bir haldeyken, tesadüfen bir kitap tanıtım yazısı sayesinde Esat Arslan’ın ilk kitabı Tamamlanmamış İslam Yazıları ile karşılaşmıştım. Kitabın adı ve iddialı arka kapağının ötesinde yazarın kısa biyografisi de beni garip bir şekilde kendine çekmişti. Bilkent Üniversitesi İktisadi İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi mezunu, Şerif Mardin ile Said Nursi’nin erken dönem sosyal düşüncesi üzerine yüksek lisans yapmış ve manevi bir arayış içerisindeki bu 30’larındaki genç düşünürün benim gibi benzer bir arayışta olan bir gence önerecek bir şeyleri mutlaka vardır diye düşünmüştüm ve o ilk kitap beni bu açıdan ziyadesiyle tatmin etmiş ve hem cesurca sorduğu sorular hem de bu sorulara verdiği etraflı cevaplarla zihni dönüşümümü tetiklemişti. İslam ve siyaset, gelenekçiliğin eleştirisi ve geleneğin hakkının verilmesi, fıkıh usulünün revizyonu, tasavvuf, islam ve kadın, islam ve felsefe gibi konularda ziyadesiyle çığır açıcı ve birçok kaynaktan eklektizme düşmeden beslenerek, hermenötik açıdan sağlam bir temele oturtulmuş bu denemeler derlemesi benim için kelimenin tam manasıyla ufuk açıcı olmuştu.

Esat Arslan İslam düşüncesinin bir yeniden ihyası projesi diyebileceğimiz girişimini, ertesi sene yayınladığı ikinci kitabı Marks’ın Simiti’nde bu sefer İslam siyasal iktisadı üzerine bir monografi denemesiyle karşımıza çıktı. Bu kitabında bir yerden çağdaş İslam düşüncesinde İslam iktisadı üzerine söylenmiş belli başlı tezleri eleştirirken bir yandan da direk Kuran’dan hareketle sol ve liberal iktisat geleneklerinin ortasında bir yandan serbest pazar ile devlet tahakkümünü sınırlayan bir yandan da alabildiğine eşitlikçi bir bölüşüm düzeni öngören bir model öne sürüyordu. Lakin bu kitap da ilk kitabı gibi, belki biraz da kötü bir başlık seçimi yüzünden (Marks’ın Simiti’nin pek de uygun bir isim olmadığını Esat Arslan kabul etmeli) kitap hakettiği ilgiyi görmedi.

Bu ilgisizlikten yılmayan Arslan bir sonraki sene bu sefer “doğu” ve “batı” felsefesi arasındaki parallellikleri ele aldığı Hikmetin Yeniden İnşası Yolunda: Beyaz Kale’yi yayınladı. Mevlana ile Nietzsche’yi ve Hegel ile İbni Arabi’yi bir karşılaştırmalı edebiyatçı ustalığıyla beraber okuduğu ve araya bir de Hegel ile Nietzsche arasındaki diyalektik düşüncedeki süreklilik üzerine gayet orjinal tezlerini sıkıştırdığı bu kitapta da, Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sinden ilham alarak kitabı “İtalyan kölenin mi yoksa Osmanlı hocanın mı yazdığının” önemi olmadığına işaret ediyordu. Mühim olan ne söylendiği idi ve biz artık yapısökümden iler tutar yanı kalmamış batı ve doğu gibi total kategorilerin ötesinde düşünebilmeliydik.

Kur’an, edebiyat ve felsefe

Şeriat Mekke’de Tamamlandı da yine bir Orhan Pamuk alıntısıyla açılıyor ve bu sefer Esat Arslan Kuran’ı bir roman, bir edebiyat eseri gibi okumanın ne demek olduğunu ve bize ne gibi kapılar açacağını göstermeye çabalıyor.  “İlham ve İdrak” başlıklı açılışta böyle bir okumanın teorik temellendirmesini yaparken edebiyat ve felsefe ilişkisinin merkezinde yer alan ve Kant’ta bu yana aydınlanma düşüncesinde temel bir yer tutan metafor problemini odağına alıyor. Biraz örtülü ve özet mahiyetinde de olsa, yüzeysellik tuzağına düşmeden ele aldığı bu problemi bir yandan İbnRüşd, Farabi ve İbniTeymiye gibi İslam filozoflarına bir yandan da Hegel, Heidegger ve Lacan gibi batılı filozoflara referansla ele alıyor. Ve vardığı sonuç şu: Kuran’ın evrensel mesajı metaforik anlam katmanları bir roman okur gibi okunduğunda kendini açığa çıkartır ve bu katman sadece günümüz için değil gelecek nesiller için de bitmez tükenmez bir ilham kaynağı olma niteliğine sahiptir.

Bu yaklaşım üzerine oturttuğu kitabın ikinci ana tezi ise şimdiye kadar farklı geleneklerde ittifakla hep imani konuları ele aldığı kabul edilmiş olan Mekke dönemi ayetlerinin aslında Medine dönemi ayetlerindeki fıkhın temel aldığı hukuki buyrukların arkasındaki değerleri barındıran bir edebi pasajlar yekünü olduğu. Teklif ettiği edebi okuma usulüyle Mekke döneminde inmiş ve büyük çoğunluğu eski kavimlerin ve peygamberlerin öykülerinden oluşan bu ayetleri ele alan Arslan, Mekki ayetlerin aslında hukukun teşekkülünden önce toplumsallığın ve de hukukun hangi değişmez temeller üzerine inşa edilmesi gerektiğini anlattığını göstermeye çalışıyor. Bu iki temel tez üzerinden mesela Nuh kıssasından hareketle egemenliğin eleştirisini, Musa ve Firavun kıssası üzerinden siyasi ve fikri özgürlükleri, Yasin suresinden hareketle Marksist emek kavramını, benzer şekilde farklı pasajlardan hareketle Kuranî icazın bütünlüğü içerisinde aşkınlığın ve şefaat kurumunun eleştirisini, kadın haklarını, toplumun zaman ve mekan içerisinde inşasına temel olması gereken prensipleri ve günümüz dünyasının bir çok temel problemini ele alıyor. Bunlar içerisinde kişisel favorim ise Yusuf suresini kusursuz bir modernist romanı okur gibi izlekleri, metaforları, sembolleri ile beraber okuduğu ve böyle bir okumanın Arapça bilgisi bile gerektirmediğini gösterdiği bölüm.

Türkiye’de çağdaş İslam düşüncesinin büyük oranda Arap ve Arap kökenli batılı düşünürlerin (Seyyid Kutup, Muhammed Abid el-Cabiri, Hasan Hanefi, Hamid ebuZeyd, Tarık Ramazan, İranlı Ali Şeriati, Pakistanlı Fazlurrahman,  vb) eserlerinin tercümeleri ve şerhleriyle yürüdüğü ve Genç Osmanlı muhalefetine kadar giden bir tarihi olmasına rağmen, İslam ve modernite üzerine süreklilik arz eden tartışmalar gözlemlenmediği düşünüldüğünde Esat Arslan’ın eserlerine yapmaya çalıştığı şey devrim niteliğinde. Eserlerini ayrıca takdire şayan kılan ise düşüncelerini bir yandan gelenekçilik ve selefilik arasında sıkışmış Türkiye İslamcılığının tartışmalarıyla sıcak bir temas içerisinde geliştirirken bir yandan da ne selefiğin Kuran’ın lafzi okunmasına indirgenmiş vülgerliğine ne de muhafazakar Sünniliğin putlaştırdığı “gelenek” yüzünden ne geleneğin ne de Kuran’ın hakkını veremeyen kanon saplantısına sıkışmaması. Bunların ötesinde bir İslam ve Kuran ve Gelenek tasavvur edilebileceğinin davasını güdüyor Esat Arslan.

Eleştirilmeyi hak’ediyor

Biraz da üslubuna değinmek gerekirse, Arslan’ın kitapları hem sosyal bilimler ve felsefe ile hemhal olan donanımlı okura hem de daha ziyade Türkiye İslamcılığının kısır tartışmaları içerisinde pişmiş daha yerel okura hitap edebildiğini düşünüyorum. Bir yandan fazla akademikleştirmeden -bazen isim kalabalığına düşen bir yüzeyselliği olduğu söylenebilirse de- bir çok farklı geleneği, yorumu ve yaklaşımı denemeleri içinde eritebilmesi gıpta edilecek bir başarı. Hem çağdaş Türkçe felsefi kavramları (tüm İngilzce yeterliliğine rağmen Hegel’i Aziz Yardımlı çevirilerinden okuduğunu belli ediyor bu kavramlar) hem bazı okurun arkaik bulabileceği Osmanlıca kelimeleri, hem de Batı etkisinde Türkçeleşmiş yeni kelimeleri gayet akıcı ve sürükleyici üslubu içerisinde mahir bir şekilde kullanıyor.

Esat Arslan’ın eserleriyle tanışmama vesile olan kitap tanıtım yazısında hatırladığım kadarıyla yazarın çok büyük tartışmalara kaşık salladığı ama ne derece kabul göreceğini zamanın göstereceği ifade edilmişti. Ne yazık ki arada geçen dört buçuk senede kabul görme yahut reddedilmeyi bir kenara bırakalım, Türkiye tartışmalarına yeni bir soluk getirme potansiyeli olan bu eserlerin internet bloglarında bile tartışıldığına şahit olmadık. Bu kayıtsızlık üzerine, Arslan’ın Ankara’da ikamet eden münzevi bir figür olmasından, Türkiye’deki düşünce hayatının büyük oranda gelip geçici modalara ve siyasi gündeme tabi oluşuna kadar bir çok sebep zikredilebilir. Ama bunların hiç birinin özür yahut mazeret olarak kabul edilemeyeceği aşikar. Esat Arslan’ın eserleri sırf davasının provokatifliğiyle dahi dergilerde ve bloglarda satır satır eleştirilmeyi ve parça pinçik didiklenmeyi hak ediyor ve onu okuması gerekenler sadece Türkiye’nin bir avuç İslamcısı değil, yeni bir siyasallığı inşada devamlı arayışta olan Türk solu ve hatta Türk muhafazakarlığıda Arslan’ın eserlerinde tutunacak bir çok şey bulacaklardır. Umarım bu son eseri, tam da seçim ertesinde bize toplumsallığımızı ve siyasetimizi yeniden inşa edebilme imkânının sunulduğu şu günlerde verimli tartışmalara vesile olur.