Türkiye'nin savunma duruşu askeri caydırıcılıkla sınırlı değildir; aynı zamanda enerji güvenliği, kıyı devlet haklarının korunması ve çok kutuplu dengelerin yönetimi açısından da stratejik bir boyut taşımaktadır. Eurofighter, bölgesel güç dengesi açısından asimetrik bir üstünlük sağlayabilecek nitelikte olduğundan, Yunanistan'ın bu süreci yakından izlemesi şaşırtıcı değildir.
Doç. Dr. Merve Suna Özel Özcan/ Kırıkkale Üniversitesi
Türkiye'nin savunma politikasında son on yıllık dönemde yaşanan iki kritik gelişme — F-16 modernizasyonu konusunda uygulanan sınırlamalar ve F-35 programından çıkarılma — ülkenin güvenlik mimarisi üzerinde belirgin etkiler oluşturmuştur. Bu adımlar, NATO üyesi bir ülke olarak Türkiye'ye uygulanan kısıtlamaların ve karşı yaptırımların — ki en önemlisi CAATSA (Countering America's AdversariesThrough Sanctions Act) türü uygulamalar olmuştur — NATO normları ve müttefik dayanışması bağlamında ciddi soru işaretleri doğurduğunu göstermektedir. Bu çerçevede ittifak içinde bir üyenin diğerine yönelik yaptırımlarının, muhatap ülkenin güvenliğine nasıl yansıyacağı; ittifak dayanışmasının sınırları ve güvenilirlik boyutları bakımından yeniden tartışılmalıdır. Bu çerçevede Türkiye'nin ısrarlı savunma tercihleri ve çeşitlendirme çabaları daha iyi anlaşılmalıdır. Örneğin S-400 hava savunma sistemi alımı, tek bir tedarikçi veya ittifak partnerine mutlak bağımlılıktan kaçınma arayışının bir sonucudur. S-400 tercihi, Türkiye açısından salt teknik bir karar değildir; aynı zamanda stratejik özerklik ve tedarik çeşitliliği amacı taşıyan bir dış politika seçimidir. Bu adım, savunma politikasının yalnızca ittifak mekanizmalarına bırakılmayıp, millî güvenliğin önceliklendirildiği bir siyaset anlayışının yansımasıdır. Bununla birlikte S-400 kararının bir diğer sonucu da Türkiye'nin savunma sanayiinde hızlanan bağımsızlaşma yönündeki kararlılığı olmuştur. F-35'ten çıkarılma ve çeşitli programlarda karşılaşılan dışlanma deneyimleri, Türkiye'yi yerli ve millî kabiliyetlerini güçlendirmeye itmiştir. ASELSAN, TUSAŞ/TAI, ROKETSAN ve STM gibi kurumların geliştirdiği alt sistemler, insansız hava aracı platformları, ileri hava savunma unsurları ve entegre komuta-kontrol çözümleri bugün uluslararası düzeyde rekabet edebilecek bir olgunluğa hızla yaklaşmaktadır.
Stratejik özerklik
Bu doğrultuda savunma sanayiindeki yerli üretim ve teknoloji kazanımı, Türkiye'nin stratejik özerkliğinin somut göstergelerindendir. Diğer taraftan, çok taze olarak imzaları atılan Eurofighter gündemini değerlendirirken ise bu gelişmeleri bir "ara geçiş" perspektifiyle okumak gerekir. Türkiye'nin önünde savunma ve güvenlik alanında iki temel durum bulunmaktadır: (1) Özellikle Doğu Akdeniz coğrafyasında Yunanistan ve İsrail odağında Türkiye'yi hedef alan ötekileştirme ve dışlanma girişimlerine karşı dengeyi ve üstünlüğü koruma gerekliliği; (2) ikinci hedef ise KAAN(Millî Muharip Uçak) projesi başta olmak üzere başarıyla devreye alınan pek çok techizatın envantere girmesi. Bu çerçevede Eurofighter, Türkiye için bir köprü çözüm niteliği taşımaktadır. Türkiye'nin güvenlik menfaatlerini ve bölgesel istikrarı sağlamda izlediği yol, tek bir kaynağa bağımlılıktan kaçınma, millî üretim kapasitesini güçlendirme ve stratejik çeşitlendirme çizgisindedir. Gelinen noktada Türkiye, savunma sanayiinde özerklik, esneklik ve küresel pazarda rekabet edebilirlik kazanmıştır ve bu etkiyi giderek artırmaktadır. Hatta son olarak ROKETSAN tarafından geliştirilen yerli füze TAYFUN'un belirlenen hedef koordinatını tam isabetle vurması, bu gelişmenin somut bir göstergesi niteliğindedir. Nitekim Eurofighter değerlendirmesi de bu bütünsel yaklaşım içerisinde "ara geçiş" ve stratejik denge aracı olarak ele alınmalıdır.
Komşunun nedensiz varoluş endişeleri
Öte yandan Türkiye'nin Eurofighter tedariki, yalnızca bir platform modernizasyonu değildir; enerji-güvenlik eksenli bölgesel stratejinin askeri boyutunu güçlendiren kritik bir hamledir. Türkiye, hem Afro-Avrasya jeopolitiğinin kesişim hattında yer almakta hem de bu geniş coğrafyada istikrarın korunmasına yönelik ciddi sorumluluk üstlenmektedir. Bu nedenle hava gücünün güncellenmesi, Türkiye'nin Afro-Avrasya'daki etkinliğini ve caydırıcılığını doğrudan artıracaktır. Eurofighter alımıyla Türkiye'nin, Ege ve Doğu Akdeniz'de özellikle enerji, deniz yetki alanlarının korunması ve deniz-hava entegrasyonuna dayalı operasyon kabiliyeti bağlamında kapasitesi artacaktır. "Mavi Vatan" doktrini bağlamında Türkiye, yalnızca kıyı savunmasına odaklanan pasif bir aktör değildir; uluslararası hukukun tanıdığı deniz yetki alanları başta olmak üzere tüm hak ve menfaatlerini koruma iradesine sahip aktif bir bölgesel güçtür. Doğu Akdeniz'de enerji keşifleri, denizaltı kaynakların paylaşımı ve deniz sınırlarının belirlenmesi süreçleri, Türkiye'nin stratejik adımlarını zorunlu hâle getirmiştir. Bu noktada Yunanistan'ın maksimalist ve Türkiye'yi dışlamaya dönük haritalar üzerinden bir deniz yetki alanı kurgusu, sadece rekabet değil aynı zamanda Türkiye açısından istikrarı tehdit eden ve hukuka uymayan bir reelpolitik çizer. İsrail'in de son dönemde Yunanistan ve GKRY ile yakınlaşması, özellikle Gazze'deki hukuk dışı saldırılara karşı Türkiye'nin vicdani ve insani duruşundan duydukları rahatsızlığın stratejik yansımaları olarak okunmalıdır. Bu nedenle Türkiye, hem savunma kabiliyetini güçlendirerek askerî caydırıcılık kapasitesini tahkim etmekte hem de diplomatik düzlemde istikrar ve adalet temelli bir yaklaşımı sürdürmektedir.
Türkiye'nin duruşu
Bu bağlamda Türkiye'nin savunma duruşu askeri caydırıcılıkla sınırlı değildir; aynı zamanda enerji güvenliği, kıyı devlet haklarının korunması ve çok kutuplu dengelerin yönetimi açısından da stratejik bir boyut taşımaktadır. Eurofighter, bölgesel güç dengesi açısından asimetrik bir üstünlük sağlayabilecek nitelikte olduğundan, Yunanistan'ın bu süreci yakından izlemesi şaşırtıcı değildir. Atina, Türkiye'nin artan askeri kabiliyetini kendi varoluşsal güvenlik algısına yansıtmakta; Rafale ve F-35 girişimlerini hızlandırarak bölgesel rekabeti tırmandırmaktadır. Ancak Türkiye'nin duruşu, rekabet değil; işbirliği odaklı istikrar diplomasisi çerçevesindedir. Bölgesel barışı güçlendirirken gerektiğinde kendi çıkarlarını koruyabilecek kapasiteyi elinde tutmak istemektedir.
Bir diğer önemli bölgesel boyut ise İsrail-Türkiye ilişkilerinin son dönemde aldığı yönle ilgilidir. İsrail'in Gazze'deki saldırıları karşısında Türkiye'nin vicdanî, insani ve hukuki temelli tutumu — uluslararası kamuoyunda güçlü karşılık bulmuştur. Bu nedenle İsrail, Türkiye'nin artan caydırıcılığını yalnızca askeri rekabet bağlamında değil; bölgesel etki mücadelesinde insani söylem üstünlüğü olarak da değerlendirmektedir. Bu durum, İsrail'in Türkiye'ye yönelik dışlayıcı veya alternatif üretici politikalar geliştirme çabalarını hızlandırmıştır. Ancak mevcut tablo Türkiye lehine daha geniş bir anlam taşımaktadır: Savunma gücü olmadan insani duruş, etkisiz kalır; insani duruş olmadan savunma gücü meşruiyet yitirir. Türkiye tam da bu dengeyi kurmaktadır. Sonuç olarak savunma sanayii hamleleri, bölgesel barışın korunması, güvenlik mimarisinin sağlamlaştırılması ve insani-ahlaki pozisyonun desteklenmesi açısından çarpan etkisi yaratacak stratejik bir araçtır.