Ahlak polisi ne işe yarar?

Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
18.11.2022

Yasal mevzuat incelendiğinde, özellikle suç sayılan fiillerin aynı zamanda bir tür ahlaksızlık içerdiğini görüyoruz. Bu yönüyle devletin yasa ile ahlak dayattığından söz edebilir miyiz?


Ahlak polisi ne işe yarar?

Tüm canlıların önceliği güvenlik meselesidir. Elbette insan için de geçerli olan bu husus insan olarak var olmayı başarabilmekle birlikte mümkündür. Bu anlamda her devletin önceliği güvenliği sağlamaktır, ancak devletler bunu sağlama noktasındaki öncelikleri ve gerekçeleri ile ayrışırlar. Bu ayrışmada en büyük problem, güvende olmanın koşulu olarak onu sağlayan otoriteye itaat etmek, onun iradesi doğrultusunda yaşamaktır. Hayati bir mesele olan güvenlik meselesi çoğu zaman onu icra eden otoritenin kendisini tanrı gibi görmesiyle, otoritesine adeta kulluk şartına bağlanmıştır. Böyle bir sapma, güvenliği özgürlükten ayrıştırarak insan olmanın mümkün olmadığı güvensizlik ortamı üretir. Buna karşı gönderilen tüm peygamberlerin çağrısı ise "Ey insanlar Allah'tan başkasına ibadet etmeyin' hatırlatması olmuştur. Özellikle Kuran'da pasif içeriğe sahip kulluk değil aktif içerikli abd ve ibadet kavramlarının yer alması karşısında içerik olarak aynı anlamı vermeyen kulluk kavramının daha yaygın kullanılması meseleyi anlamayı güçleştirmiştir. Kulluk otoriteye boyun eğmede öne çıkan ve bu anlamda Hak'tan başkasına da sıkça izafe edilerek kullanılan bir kavram iken abd, hakikatin bilincinde aktif ve özgür bir yaşamla Hakkı yerine getirmeyi amaçlayan yaşam tarzını ifade eder. Özgürlük konusunun 18-19. yüzyıllarda ortaya çıktığı ileri sürülse de aslında mesele insanlık tarihi ile birlikte başlayan insan olarak güvende olma meselesi olarak hep devam etmektedir.

Aktif ve özgür nesne

Okumak ve akletmek ancak aktif ve özgür bir öznenin niteliğidir. Kuran içeriği dikkate alındığında ise bu özne okuyan, akleden ve bu doğrultuda Hak ile haksızlığın farkındalığı (Furkan) ile hakka geçit verme bilincinde olan abiddir. Dünyadan el etek çekmek gibi algılanmaya başlayan bu kavram tam da dünya yolculuğunda hakikate geçit verecek aktif bir yaşam sürmekle gerçekleşir. Bu içerikten yoksun kulluk algısında ise bireyin okuma ve akletmesi değil biçimsel itaati ön plandadır. Bu bağlamda kendini hak gören otoritenin özgürlük anlayışı, kendi belirlediği ahlaka riayet ettirme noktasında şarta bağlanmış güvenlikçi bir algıyla öne çıkıyor. Bu ortamda güvenlik koşulu itaat etmeye bağlıdır. İnsanın bir yaşam tarzına zorlanarak biçimsel itaati sağlansa da, bu durum içerik olarak bir toplumun devlet eliyle münafıklaştırılmasına evrilir. Artık böyle bir toplumda ahlaktan değil amaca ulaşmak için her yolu mübah gören bir inançtan bahsedilebilir. 28 Şubat'ın okul kapılarına polis dikerek başörtüsü denetimi yapan uygulamaları böyle bir ahlak anlayışının en bilindik örneğidir. Adeta kamu binalarını mabed olarak algılayarak buralarda iktidarın inancına aykırı olan başörtüsü takmayı günahkarlık addedip geçit vermeyen bu inancın, kendince dayatmacı ahlak anlayışı, güvenliği bu ahlakı(!) temin etmek amacıyla ahlak polisleri üzerinden uyguladı. Toplumun genel ahlak anlayışıyla hiçbir ilgisi olmayan, yepyeni bir inancın dayatımı olarak gerçekleşen böyle bir uygulamanın savunulacak hiçbir yönü yoktur. Ancak toplumun genel inancını ifade eden ahlak anlayışının bile dayatımı durumunda ahlaki zemin yok olacaktır. Çünkü böyle bir zeminde, kendi ürettiği ve inandığı yaşam biçimini gerçekleştiren halk bile polisin onayladığı ve onay vererek müsaade ettiği bir davranışı yerine getiriyor olmakla nesneleşirken farklı inanç veya yaşam tarzlarına sahip olanlar açısından ise tamamen inanmadığı bir yaşamı icra etmek gibi bir problem ortaya çıkar. Bugün ahlak polisi ile insanları gözleyen ve uygun bulmadığını (burada da başörtüsü takmayanı) gözaltına alan İran örneği buna tekabül ediyor.

Ahlaki iletişim ortamı

Ahlak toplumsal hayatın temelidir. Gündelik yaşamın gerçekleştiği bu alanın güvenlik ortamı ahlaki iletişim ortamında gerçekleşir. Burada herkes birbiri için bir sınır çizer ve bu sınırın kodları o toplumun temel değerleri olan hak ve haksızlığın türevleri olan iyi, kötü, doğru ve yanlış algılarını taşıyan ahlak sisteminde kendiliğinden işlevseldir. Bu değerlerin işlevselliği o toplumun gündelik yaşamı olarak görünür hale gelerek öznenin özgürlük alanının sorumluluklarıyla ortaya çıkan bir güvenlik ortamı kurar. Bu anlamda ahlakın öznesi, onu inanç temelli değerlerini yaşamına aktararak karakter haline getiren toplumun kendisidir.

Özgürlük, yaptığını kendi iradesi ile gerçekleştiren, sorumluluk bilincine sahip öznenin vasfıdır. Bu anlamda inanç ve özgürlük birbirinden hiç ayrılmaz ve bu yüzden birbirinin sağlaması niteliğinde olan bu iki hal birlikte gerçekleşerek özgür olanı vasıflı kılar. Bir inancın niteliğini test edecek hususların başında özgürlük, özgürlüğün niteliğini test edecek hususların başta geleni de sorumluluk bilincine (takva) dayalı iman yani güvenilir olma yer alır. Bu yüzden dayatılan bir inanç ile özgürlük, özgürleşememiş bir düşüncede de inancın yer bulabilmesi mümkün değildir. Çünkü özgürlük sorumluluk bilinciyle yaptıklarının öznesi olma halidir. Buradaki sorumluluk hali tamamen, neyin sorumluluğu ve niçin böyle bir sorumluluk sorularının cevaplarında ortaya çıkan inanca dair kriterlerle şekillenir.

Millet ve devlet ilişkisi hak hukuk ve adalet üçlüsünün se-yasa (üç yasa) olarak sistemleştiği siyasetle şekillenir. Bu üç yasa milleti millet yapan temel değerler sistemine dayanır. Bu yasal sistemin merkezinde o toplumun inancının yaşamsallığı ile ortaya çıkan ahlaki değerler yer alır. Ahlak üretememiş toplumlar millet olmaya evrilememiştir ve bu anlamda güvende değildir. Çünkü bir toplumun en temel güvenlik ortamı ahlaki ortamdır ve gündelik yaşam dediğimiz ortam bu alanda herhangi bir formal öğretiye gerek kalmaksızın güven içinde gerçekleşir. Diğer tüm önlemler –yasalar başta olmak üzere- bu ortamın korunmasına yöneliktir. Dolayısı ile bu sürece dışarıdan müdahale edilerek üretilmeye çalışılan davranışların ahlakiliğinden söz edilemez. Özellikle yönetim işi olan siyasetin, yönetim ibresinin devleti yönetmekten toplumu yönetmeye kayması, onun ahlaki alana müdahalesini kaçınılmaz hale dönüştürür. Devleti millete hizmet için yönetmeyi bırakıp, devlet aygıtının gücünü milleti yönetme doğrultan bir iktidarın totaliterliğe düşmesi kaçınılmazdır. Çünkü böyle bir yönetim, herkesin neyi nasıl düşüneceğinden neye inanıp nasıl yaşanacağına kadar, yaşamsal ortamın tümüne (total ) müdahalesiyle ancak totaliterlik olarak gerçekleştirilebilir.

'Nasıl böyle düşünebilirsin' cümlesiyle yapılan tehdit

Totaliterlik, bir iktidarın, devlet gücünü kullanarak, halkın yaşam biçimini tüm unsurları ile denetleyerek kendi planladığı biçime dönüştürme çabasıyla gerçekleşir. Böyle bir işlem kaçınılmaz olarak ahlakı belirleme iradesinin totaliter iktidarın tekelinde olduğu inancına dayanır. Gerekçesi toplumsal düzeni sağlamak, belki birlik ve beraberlik vurgusu ile desteklenen bu yönetim biçiminde yönetim iradesinin yönü halkı, milleti yönetmeye savrularak kamu düzenini bozan asıl unsura dönüşür. Ahlakın kaynağını sorumsuz bir krala devrederek Makyevelist görüşe yaslanan bu iktidar biçiminde halkın ahlakından değil ancak kralın ahlak olduğunu ileri sürdüğü buyruklarından bahsedilebilir. Halk ise güvende olmak için bu buyruklara uyduğu sürece makbul kabul edilen bir nesneye dönüşmüştür. Burada bir inançtan söz edilemez, makbul olan, güvende olmanın koşulu olarak dayatılan kurallara uygun bir görünüm vermektir. Çünkü kamusal ortam, panoptik gözün uygun görmediğini gözaltına alma tehdidi ile karşı karşıyadır. Böyle bir ortamda hiç kimse düşünemez ve kendisi olamaz. Üstelik halkın bu hale düşmesinin sebebinin devlet aygıtı kullanılarak gerçekleştirilmesi, bir milleti ortadan kaldıramaya götüren en ağır tehdittir. Çünkü millet ahlakı ile yaşam biçimini üreten ve sorumluluğunu da aldığı bu özgürlük ortamının güvenliğini sağlamak amacıyla devlet kuran bir topluluktur. Ancak totaliterlik bu unsurların tamamını ortadan kaldırmakla, milleti ve onun devletini de ortadan kaldırmıştır. Böyle bir ortamda devlet denilen aygıtın artık millet ile bir bağı kalmamış, sadece totaliter yönetimin milleti tehdit ettiği bir güce dönüşmüştür. Milletin böyle bir tehdide karşı ürettiği bu aygıtın, milleti tehdit eden yapıya dönüşümü onu meşru gösterecek kavram üretimine yönelerek kavramsal ortamı da alt üst eder. Bu kavramlar da genellikle gerçek anlamlarından kopartılarak yapay kutsallık izafe edilen içerikler taşır. Böyle bir ortamda farklı olana verilen en bilindik tepki, bu icad edilmiş kavramlara yaslanarak, "nasıl böyle düşünebilirsin" tehdididir. Her şeyin kendi kontrolünde olmasını ahlaki bir düzen olarak sistemleştiren totaliterliğin öne çıkan görünümü, yaşam ortamını istediği doğrultuda idare ederek devlet gücüyle halkı yönetmeye kalkışmasıdır.

Suç ve ahlak

Ancak yasal mevzuat incelendiğinde, özellikle suç sayılan fiillerin aynı zamanda bir tür ahlaksızlık içerdiğini görüyoruz. Bu yönüyle devletin yasa ile ahlak dayattığından söz edebilir miyiz? Toplumun genel ahlakına uygun hatta onun karakteri olmuş fiillerin suç veya yasak sayılması durumunda devletin bir ahlak dayatımından söz edilebilir. Zaten milletin ahlak anlayışı doğrultusunda, ancak ağır ve telafisi çok zor zararların doğmasına yol açacak ahlaksızlığın suç kapsamında devlet erkine görev olarak yüklenmesi tam da milletin devleti üretme gerekçelerinin başında yer alır ki bu başlı başına toplumun ahlak anlayışının gereğidir.

Gündemde olan Anayasa değişikliğinin gerekçesine baktığımız zaman, tekrar ahlak polisi uygulamalarına dönülüp millete ahlak(!) dayatımının önünün kesilerek insani zeminin tahkim edilmesinin amaçlandığı söylenebilir. Millet zaten ahlakın kendisidir ve bu yüzden ona dayatılan şeyin ahlak ile bir bağı olamaz. Hatta bu dayatılan, milletin ahlakı dahi olsa bu işlem, ürettiği ahlakı ile özne olarak özgürleşen toplumun ahlakını buyruğa, ahlakın öznesi olan milleti de millet olmaktan çıkartıp nesneye dönüştürür.

[email protected]