Ahlâkı, sapma ve kriz söylemi üzerinden okumak enerji kaybı

Doç. Dr. Emrullah Kılıç/ Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi
23.05.2025

Ahlakı sadece öznenin omuzlarına yüklemek özneyi yorabilir. Bu nedenle kolektif eylemleri de merkeze almak ve politika, hukuk, ekonomi, bilim, sanat ve eğitim gibi kurumlarını ahlakîleştirmek, ahlâkı, medeniyetin gökyüzü değil zemini yapmak esas olmalıdır. Geçmişin bagajını ve erdemlerini olduğu gibi taşımak bugün öznenin yetkinleşmesini sağlamaz. Ayrıca çağdaş meselelerle teması güçleştireceği için lakaytlığa ve ahlaki duyarlılıkların kaybına yol açabilir. Oysa ahlâk, tüm çalışma konularının en insani ve en acil olanıdır.


Ahlâkı, sapma ve kriz söylemi üzerinden okumak enerji kaybı

Doç. Dr. Emrullah Kılıç/ Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi

VI. Ahlâk Şûrası'nda yalnızca ahlâkî kriz ve semptomlarını değil aynı zamanda ahlâkın farklı tezahürleriyle birlikte modern dünyadaki değişim ve dönüşümleriyle bir anlam zemini sunma potansiyeli masaya yatırıldı. Fenomenolojik birleşim ve metaetik bir derinlikle meseleleri yeniden yorumlayarak ahlâkın yalnızca bir normlar değil aynı zamanda insanlığın varoluşsal bir proje sistemi olduğu vurgusunun yapıldığı şûra, şu iki ana görüşün karşılıklı düellosuna ev sahipliği yaptı: Yaşananları ahlaki bir kriz olarak görüp meseleye daha makro ölçekte yaklaşan ve söz konusu durumun kökeninde, ahlâkın metafizik temelinden kopmasının yattığını ifade eden akademisyenlere karşılık sayıları daha az olsa da meseleye mikro ölçekte yaklaşan ve yaşanılan durumu kriz yerine imkân, değişim ve dönüşüm üzerinden anlamak gerektiğine yoğunlaşan akademisyenlerin diyalektiği.

Şûra bildirilerinin ağırlık merkezini oluşturan makro ölçekte tespitler şöyle özetlenebilir:

Metafizikten kopuş ve insanlığın yabancılaşması

Modernitenin "Aydınlanma ile başlayan sekülerleşme süreci, postmodern çağda bireycilik, haz ve tüketim eksenli bir dünyaya dönüşmüştür". Akabinde küreselleşme ve dijitalleşme, bu ontolojik çözülmeyi evrensel bir ölçüye taşımıştır. Özellikle çağımızda küresel iktisadî düzen, zenginlik ve sömürü arasındaki ahlâkî uçurumu derinleştirmiştir. Kâr odaklı ekonomik sistemler, sefalet ve adaletsizliği çoğaltmıştır. Benzer şekilde, mega kentlerin döngüsünde yer alan ve ahlâk ilişkisinin temsili olan şehirler, insanın onuruna uygun, adil ve merhametli bir yaşam alanı olmaktan çıkmıştır. "Mega kentlerin kuruluşunda şehirleşme, mimari, mekân, ahlâk ilişkisi gittikçe daha büyük önem arz etmekte ve tüm ilişkileri ciddi şekilde etkilemektedir. Evler, sokaklar, caddeler, binalar ve şehirler insan-tabiat, insan-insan ve insan-toplum ilişkisinden uzaklaşmıştır." Bu bakış açısında olanlara göre mesele; metafizik, bilgi ve buna bağlı bir zihniyet sapması olarak okunmalıdır. Söz konusu durumla insan manevî bir yoksunluğa sürüklenmiş ve kötülüğün görünümü bir olgu haline gelmiştir. Yaratıcının merkezden çıkarılmasının ve ahlâkî politikaların yalnızca çözümsüzlük değil aynı zamanda adaletsizlik ve zulmün çoğalmasına yol açtığını savunanlara göre Heidegger'in "varlığın unutuluşu" fenomenine paralel olarak modern insan, varoluşsal açıdan yoksun bir "teknolojik dünya" içinde kaybolmuştur. Bu ahlâk krizi, yalnızca etik bir mesele değil aynı zamanda ontolojik bir yabancılaşmadır.

Dijital uygarlık ve görsel idrakin hegemonyası

"Dijital ekran uygarlığı, görsel idrakin yörüngesinde insanı bir "idrak ölümü" ile karşı karşıya bırakmıştır. Bilgi ve düşünce alışverişi, bir görüntü ve gösteri toplumuna dönüşmüştür." Dijital çağın bireyi Byung-Chul Han'ın tabiriyle bir "dijital panoptikon" içine hapsedilmiştir. Hatırlanacağı üzere Han, Bentham'ın panoptikon kavramını dijital dünyaya uyarlayarak bireylerin sosyal medya ve algoritmalar aracılığıyla sürekli izlendiğini ve bu izlenmenin bireyleri kendi davranışlarını sansürlemeye yönelttiğini, bu durumun bireyin özgünlüğüne ve öznelliğine tehdit oluşturduğunu savunur. Bu durum ahlâkî hayatı derinden etkilemektedir. Çünkü, dijital panoptikon bireyi bir veri noktasına indirger ve onun etik karar alma kapasitesini zayıflatır. Bu bağlamda Şûra'nın, sonuç bildirgesine de yansıyan çözümü "Hilal Duvarı" teklifidir. Söz konusu teklif, dijital savunma sistemleri ve yüksek strateji merkezleri, bilgi ve görüntü büyütme ahlâkî bir perspektiften düzenlemek için önerilen pratik adımlardır. İnsanlığın ortak geleceği için bir umut ışığı olarak değerlendirilen teklifle şûra boyunca farklı konuşmacılarca vurgu yapılan (yalnızca nostaljik bir geri dönüş değil, aynı zamanda dijital dünyanın ahlâkî sorunlarına karşı eleştirel ve bilinçli bir karşı duruşu hedefleyen bir vurgu) fakat içeriği şimdilik oldukça müphem olan "hayâ ahlâkı" görsel hegemonyaya karşı bir diriliş imkânı olarak şûra gündeminde yer almıştır.

Cinsiyet, mahremiyet, aile ve insan haysiyeti

Bu doğrultuda cinsiyet meselesi de insan haysiyetinin korunması, insana ve mahremiyetine saygının bir parçası olarak değerlendirilmiştir. İnsanlığın cinsel arzu ve çıkışlarının bir kimliğe ve ardından bir ideolojiye dönüştüğüne dikkat çekilmiştir. Bireyin kendi bedenini bu bağlamda kullanmasının insani değerlerin kaybolmasına sebep olduğu söylenilerek cinsiyetsizleştirme programının, bireylerin ve toplumun ontolojik bir beka meselesi olarak ele alınması gerektirdiği vurgulanmıştır. Aile kavramı da bu çerçevede modern dünyada çözülmeye yüz tutmuş bir kurum olarak yalnızca bir sosyal yapı değil, aynı zamanda bir varlık ve kemal kanunu olarak yerini almış, ailenin sevgi, rahmet ve tesanüdün ontolojik bir zemini olarak yeniden tanımlanması vurgulanmıştır.

Ahlâk ve din arasında varoluşsal bir diyalektik sağlanmalı

İslâm, geleneksel olarak ahlâkî bir öz ve güçlü bir metafizik zemin sunmuştur. Dolayısıyla çözümün öncelikli adresi metafiziktir. Çıkan krizlerin nedeniyse Müslüman düşünürlerin ahlâkı kelam, fıkıh veya tasavvufun bir alt dalı olarak ele alması, onu hayatın merkezine yerleştiren bütüncül bir sistem olarak yeniden inşa edememesidir. Ahlâk, yalnızca bir normlar bütünü değil, aynı zamanda varoluşsal bir "olma" meselesidir. Levinas'ın etik sorumluluk anlayışına benzer şekilde İslâm ahlâkı, diğerinin sorumluluğuyla başlayan bir sorumluluk etiği olarak yeniden yorumlanabilir. Bu, ahlâkın, iman, ibadet ve fıtratla birlikte insanlığın bekasını garanti altına alan bir ontolojik yapı taşı olarak konumlandırılmasını gerektirir. Yeni bir ilm-i ahlâk, metaetik ve fenomenolojik bir yaklaşımla klasik İslâmî disiplinleri modern bilgi alanlarıyla bütünleştirici disiplinler arası bir paradigma geliştirmelidir.

Şûrada mikro ölçeği temsil edenler ise kriz ve sapma yerine meseleyi deneyim, imkân, değişim ve dönüşüm açısından ele aldılar.

Siyasallaşmış ahlâki söylemin ötesine geçilmeli

Bu bakış açısına göre ahlâk krizi söyleminde, tarih boyunca siyasi ideolojilerin gölgesi yer almıştır ve bu durum çoğulcu bir çatışma aracı haline gelmiştir. Örneğin Osmanlı'nın son döneminde çürüme, seküler-dindar gerilimi, ahlâk tartışmalarını sığ bir kutuplaşmaya hapsetmiştir. Söz konusu durum, Ricoeur'ün "ideoloji ve ütopya" diyalektiğinde olduğu gibi, her iki tarafın kendi profillerini mutlaklaştırma özelliğini yansıtır. Gerçek bir ahlâkî analiz, siyasal ideolojilerden arındırılmış bir zemin gerektirir. Seküler ve dindar kesimlerin kaygıları, mutlulukları ve ümitleri çatışmacı bir söylemden kurtarılıp kolektif bir hareket biçimine dönüştürülmelidir. Bu, sivil toplum, entelektüeller ve devlet arasında bir iş birliğinin zorunlu kuralları çerçevesinde ahlâkî bir dünyanın yeniden inşa edilmesiyle mümkün olabilecektir.

Ahlâk krizine dair söylemlerin bir şekilde dinle ilişkilendirildiği, bunun dini yüceltme aracına veya bir din eleştirisine döndüğü görülmektedir. Dini yüceltme aracına dönmesi, ahlak krizinin esasında dinden uzaklaşıldığı için ortaya çıktığı, bu nedenle krizin esas çaresinin dinde olduğu, İslâm ahlâkı değerlerine dönmenin gerektiği gibi ana fikirler çerçevesinde işlenmiştir. Ayrıca "çoğu zaman bütün dinî ve ahlâkî tartışmaların sadece kadın, namus ve mahremiyet üzerinden yürütülmesi pek çok yanlışı içermektedir. Bu husus, kadınlar ve gençler nazarında bir din yorgunluğuna sebep olmaktadır." Bilhassa "ahlâk krizinin esas sebebinin dinden uzaklaşılması olduğu" kısmının daha doğru ve hakkaniyetli bir şekilde analizini yapmaya artık cesaret etmemiz gereklidir. Meseleyi böyle bir ikileme sokmanın dine de ahlaka da bir faydası yoktur. Ahlâk krizinin sebebinin dinden ziyade, modern paradigmanın doğru okunamaması ve dinden hareketle bu paradigmaya nasıl yöneleceğimize dair perspektif ve aksiyon geliştirilememesi olduğunu birlikte düşünebiliriz.

Dışlayıcılık yerine alternatifler sunulmalı

Ahlâkî krizi söylemi ve panik havasının geçmişte olduğu gibi bugün de varlığından söz edilebilir. Panik halinde yapılan üretim ve müdahaleler sağlıklı ve uzun ömürlü olamaz. "Dışlayıcı, suçlayıcı, yok sayıcı, çağın hâkim söylemleri ve meydan okumalarını ciddiyet ve hassasiyetle dikkate almayan bir tavrın geleceği yoktur. Dinlemenin, dikkate almanın ama gerekçelendirerek cevap ve alternatifler sunmanın çok daha doğru bir tavır olacağı unutulmamalıdır." Ayrıca ahlakı sadece öznenin omuzlarına yüklemek özneyi yorabilir. Bu nedenle kolektif eylemleri de merkeze almak ve politika, hukuk, ekonomi, bilim, sanat ve eğitim gibi kurumlarını ahlakîleştirmek, ahlâkı, medeniyetin gökyüzü değil zemini yapmak esas olmalıdır. Geçmişin bagajını ve erdemlerini olduğu gibi taşımak bugün öznenin yetkinleşmesini sağlamaz. Ayrıca çağdaş meselelerle teması güçleştireceği için lakaytlığa ve ahlaki duyarlılıkların kaybına yol açabilir. Oysa ahlâk, tüm çalışma konularının en insani ve en acil olanıdır.

Ahlâkî tefekkür günümüzde temel haklar, barınma, gelir dağılımındaki adaletsizlikler ve liyakat gibi modern bireyin yetkinleşmesini sağlayan hususlara yoğunlaşmalıdır. Söz gelimi klasik dünyada vazife üzerine kurulan ahlâkî söylemin bugün artık hak üzerinden işlediğini fark etmek gerekir. Yeni durumda hak kavramının ahlâk ile yakın ilişkisi de takip edilebilir. Yine barınmayla ilgili olarak insanın mekânı kullanımı da haklarla ilgilidir. Doğanın ve diğer canlıların hakları vardır ve bir mekân inşa edileceği zaman bu hakların gözetilmesi gerekir.

Ahlak yavaşlık ister

Ahlâkî açıdan, yavaşlık, bireyin kendisi ve ötekiyle etik bir ilişki kurmasının ön koşuludur. Bu doğrultuda ahlâkî kararları kriz ve sapma olarak değil, değişim ve dönüşüm üzerinden ahlak ve yaşam ilişkisini kurarak yapmak gerekir. Bu doğrultuda ideallerimizin seçimi, hayata ilişkin olguların mümkün olan en geniş bilgisi tarafından belirlenmelidir. Ahlâk ile hayat arasındaki ilişkiyi bulmada birbirinden ayırt edilmesi gereken üç temel soruyu sormak gerekir:

Psikolojik soru: Ahlâkî fikir ve yargılarımızın tarihsel kökeni nedir?

Metafizik soru: İyi, kötü ve yükümlülük sözcüklerinin anlamı nedir?

Vakayla ilgili (casuistic) soru: İnsanın bildiği çeşitli iyilik ve kötülüklerin ölçüsü nedir?

Bu sorular, insan yükümlülüklerinin gerçek düzenini ortaya koymak için gereklidir. Çünkü toplum, sosyal keşiflerle bir dengeden diğerine doğru ilerler. Nihai olarak ahlâk ve hayat arasındaki ilişkiyi soyut ilkelerden aniden türetmek yerine, fizikte olduğu gibi sabrederek ve sonuçları günbegün revize ederek cevaplamak gerekir. Çünkü ahlâk, yanılmaz bir tarif değil, bir arayıştır.