Ahmet Kaya'ya açık mektup

Muhsin Kızılkaya - Yazar
2.11.2013

Seni sürgüne gönderen, seni ölüme yollayanların, Kürtçe şarkı için seni linç etmek isteyenlerin büyük bir kısmı şimdi Kürt dostu kesildi. Hatta savaşı durdurmak isteyen Kürtlere kızacak kadar Kürt dostu... Onlar için en iyi Kürt, savaşan Kürt’tü çünkü!


Ahmet Kaya'ya açık mektup

Sevgili Ahmet,

Benden yaşça büyüktün, sana “abi” diyordum; ama şimdi ben senden büyüğüm, saçım sakalım ağardı, sense genç kaldın, onun için artık “abi” demeyeceğim sana, kızma.

Ölülere yaşı sorulmaz.  O an geldiğinde hayat durur, yaprak kıpırdamaz, rüzgarın sesi kesilir, salavat getirir dağ taş, resim donar. Artık hafızanda ölen kişinin yaşı, o donan resimdeki halidir. Yüzlerce, binlerce resmin var. Ama nedense, boynunda atkı, sakallarındaki kırlıklarla, dalga geçen gülümsemenle hepimize “gururla baktığın” o resmin canlanıyor belleğimde sen aklıma düştükçe.

Soğuk, karlı bir kış günü... Cihangir o zamanlar bu kadar “steril” değil, yanında fizik olarak da sana benzeyen Cewat (Korkmaz), dudaklarında “saza niye gelmedin...” Takıldığın yerde durup soruyorsun Cewat’a, aceleniz var, şarkıdan çok yiyeceğiniz yemeği düşünüyorsunuz belki ikiniz de... Karbonmonoksit çökmüş Çukurcuma’nın iman tahtasına, nefes alamıyoruz; sisin içinde uzun uzun kaybolan iki siluetsiniz hafızamda şimdi... 

1984 yılından beri hayatımızı kuşatan şarkıların kadar umutlu, şarkıların kadar öfkeli, şarkıların kadar neşeli, şarkıların kadar muzip, şarkıların kadar dirençli, şarkıların kadar karamsar, şarkıların kadar yürekli, şarkıların kadar hüzünlü bir hayatın içinden geliyoruz. Öfkelendiğimizde Atilla İlhan’dan bir mısraı, senin yakıştırdığın ezgiyi katık yapıp fırlatmışız “düşman” bellediklerimizin üstüne. Aşka düştüğümüzde Ahmed Arif’ten desturla senin ezgin eşliğinde “kapama gözlerini üşüyorum” demişiz. (Kudretli şairin, bu dizeyi “yastığına mısra dökmek” istediği Leyla Erbil için yazdığından bihaberiz henüz...)

Memleket tarumardı. Tabutlar geliyordu ülkenin doğusundan, dağlar kanıyor, ovalar taziyeye oturmuştu. Ülkenin bahtı zift karası; insanlar çaresiz, götürülüp kaybediliyor daha bir sevgilinin elinde eli terlememiş civanlar, sokak ortasında kurşunlar serseri gibi dolaşıyor, umut namına hiçbir şey yoktu... Vakti zamanında ölümsüz şiirler yazmış büyük şairlerin şiirlerinden başka hayata katık yapacak şeyimiz yoktu. 

İşte böyle bir zamanda geldi bestelerin. O şairlerin mısralarına gizlenmiş olan umut, senin notalarınla birleşti, o zamana kadar duymadığımız kadar kalbe dokunan sesinle yayıldı memleketin sathına. Bize öğretilmiş, bize anlatılmış, bize empoze edilmiş bir ses değildi seninki. Bildiğimiz hiçbir türe girmiyordu müziğin. Şaşırdık. Yalpaladık. Bocaladık. Bir türlü müziğine bir sıfat; sana, seni koyacak bir yer bulamadık. 

Seni dinlemek, gizli gizli ibadet etmek gibi bir şeydi bazen, bazen Cumhuriyet’in seçkinci egemen kültürüne ihanet etmek... 

Arabesk günahtı, Kürtçe müzik yasaktı çünkü. 

Oysa arabeskin üç kralı Orhan, Ferdi ve İbo o seçkinlere günü göstermiş, hiçbir aşağılanmaya, yasaklanmaya aldırmadan her yere yaymışlardı seslerini. Senin yaptığın müzik ise hiçbir türe girmiyordu. Pop değildi, halk müziği değildi, arabesk müzik ise hiç değildi. “Devrimci arabesk” ve “protest” tanımlamaları ise seni “irite” ediyordu. Sen bile adını koymakta güçlük çekiyordun. Atilla İlhan, Can Yücel, Nevzat Çelik, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Enver Gökçe, Ahmed Arif ve daha sonra Orhan Kotan’ın şiirleri sanki senin bestelerin için yazılmıştı. Müzik ile şiir buluşmuş, şiirin içindeki müzik senin sesinle özgürlüğüne kavuşmuştu.

Bütün dünya milenyuma hazırlanırken, biz İtalyan makarnalarının üstünde tepiniyor, “Öcalan’ı hemen bize verin, derisini yüzelim” diye bütün Avrupa’ya kafa tutuyor, gavurun mallarının taşıyan kasaları kırıp etrafa saldırıyorduk. “Onuncu yıl marşı” sevdiğimiz şarkılar listesinin en başındaydı, hamaset nutukları, şiirden daha çok yer işgal ediyordu hayatımızda. Ergenekon harıl harıl çalışıyor, birileri bir yerlerde yeni bir darbe tezgahlamanın sinsi planlarını yapıyordu. 

Kürtler sinmişti, bazıları isimlerini unutmuş, bazıları gelecek darbelerden korunmak için kuytuluk yerlere saklanmıştı. Öcalan’ın savaşı durdurmuş olması yetmemişti şanlı milliyetçilerimize, daha çok Kürt öldürerek içimizin ateşi sönebilirdi ancak.

Böyle bir iklimde Kürtçe bir beste yaptığını, o şarkıyı çalacak yürekli televizyoncuların bu memlekette olduğunu, çalmazlarsa eğer bu halkın yakalarına yapışacağını söyledin; belki de o gece hiç orada bulunmaman gereken bir yerde.

Nene gerek be bıra, “nene gerek karıştırmak eşkıya künyelerini?” Seni alıp Paris’e, Yılmaz Güney ile Dr. Qasimlo’nun yanına gömdüler. Belki de sana sorsalardı, doğal bir ölüm sonrasında yatacak en güzel yerdir orası derdin, dünyanın gidişatını değiştirmiş bir yığın kıymetli insanla yan yanasın nasılsa ama seninki doğal bir ölüm değildi ki. 

Sürgünü kurşun yapıp kalbine sıktılar!

Sevgili Ahmet,

Sen gittin gideli neler olmadı ki! Uzun bir süre şarkıların yasaklı kaldı. Her yerden, her şeyden sesini silmeye kalkıştılar. Seni yok etmek için uğraştılar. Ama olmadı. Gülten, canını dişine taktı, her sene “düşmana inat” doğum gününü kutladık büyük kalabalıklarla.  Bu arada senin ölümüne sebep olan Kürtçe şarkılar serbest kaldı Ahmet! Sen gittikten sonra iktidara gelen muhafazakar Müslümanlar, hepimizin bir zamanlar çok güvendiği o laiklerden daha yürekli çıktı, Kürtçeye serbesti tanıdılar. Artık günde 24 saat Kürtçe yayın yapan bir televizyon kanalı var, ancak o da devletin. Senin sözünü ettiğin o “yürekli televizyoncular” hala kendi özel kanallarında yasak olmadığı halde Kürtçe şarkılar çalmıyorlar. Sonra Başbakan Erdoğan, Meclis kürsüsünde senden bahsetti, sana yapılan haksızlığı anlattı, senin ruh verdiğin bir şiiri okudu kürsüden.

Sen ölmemiştin. Ölümsüz bestelerin senin ruhun gibi dolaşıyordu içimizde, her yerde. 

Ve en önemlisi geçen hafta oldu. 

Cümle alem biliyor artık, mutlaka haberi almışsındır, ilk muştulayan olmak isteyen ne çok akraban var biliyorum ama yine de tekrarlayayım ben. Cumhurbaşkanlığının her yıl bir sanatçıya verdiği müzik alanındaki “Kültür ve Sanat Büyük Ödülü” bu yıl sana verildi. Her sene 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda açıklanır bu ödül. Bu yıl öyle olmadı, senin aldığın ödül, senin doğum gününde 28 Ekim’de açıklandı. O tarafta, gelen sevinçli haberler nasıl karşılanıyor, oradaki sevinç de biz fanilerin sevincine mi benziyor bilmiyoruz, -orada olup bitenlerden haber getirecek hiç kimse henüz buraya gelmedi-, ama hepimiz çok sevindik. 

Hepimiz çok şaşırdık da aynı zamanda. İlk aklıma gelen şu oldu: Sen gittikten sonra Orhan Pamuk Nobel Edebiyat Ödülü aldı. Onun dünyasına yakın, onun fikrine benzer fikirler savunduğunu söyleyen Ahmet Necdet Sezer Cumhurbaşkanıydı o sırada. Tenezzül edip bir telefon bile etmedi, tebrik bile etmedi senin anlayacağın. Kendi dilinin Nobel’le ödüllendirilmiş olmasını önemsemedi. Bir sürü zevatla birlikte, yalan üstüne kurulmuş bir ideolojinin esareti altında doldurdu yedi yılını. 

Ama senin dünyana uzak, senin savunduğun fikirlere benzer hiçbir fikri olmayan mütedeyyin bir Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül, bu yılki Cumhurbaşkanlığı ödülünü sana verdi.

Böylece devlet, aradan 13 yıl geçtikten sonra incinmiş onurunla birlikte itibarını resmen sana iade etmiş oldu.

Memleket 13 yılda nereden nereye geldi; haberi aldığında hissettiklerini ne çok merak ediyorum şimdi.

Seni sürgüne gönderen, seni ölüme yollayanlara gelince... Bir kısmı senden özür diledi. Mezarına gelip çiçek bırakanlar bile oldu. Ve hemen hemen hepsi “devrimci” oldu Ahmet! Sana çatal-bıçakla saldıran, seni oracıkta doğramak isteyen güruhun önemli bir kısmı, bu yaz başında senin şarkıların eşliğinde, kuşandıkları yeni bir “ruhla” “direnişe” geçti. Dillerinde senin şarkıların, arkalarında “finans kapital” devrim yürüyüşüne çıktılar. Kürtçe şarkı için seni linç etmek isteyenlerin büyük bir kısmı şimdi Kürt dostu kesildi. Hatta savaşı durdurmak isteyen Kürtlere kızacak kadar Kürt dostu... Onlar için en iyi Kürt, savaşan

Kürt’tü çünkü!

Seni linç etmek istedikleri gece, “Onuncu Yıl Marşı”nın baş solisti Serdar Ortaç için özel bir not... İçlerinde en “safı” bence oydu... Rol çalmıştı o gece. On yıl boyunca ona karşı duyulan öfke, o gece sana duyulan öfke kadar büyüdü. Birkaç kez özür dilemeye kalkıştı. Bu mektubu sana yazmak için bilgisayarın başına oturduğumda okudum haberi:

Bir konserde, ona da çatal-bıçak fırlatmışlar Ahmet! Ona çürük yumurta, çatal bıçak atanların elinde senin resimlerin vardı. Sen Cumhurbaşkanlığı büyük ödülünü aldın, o da kendisine fırlatılan çatal bıçaklara maruz kaldı.

Zaman böyle bir şey işte. Her yeri kanata kanata geçen zaman, “maya tutar” böylece.

“An gelir 
La ilahe illallah”
Ahmet Kaya dirilir.
Nur içinde kal iki gözüm. 

[email protected]