AK Parti dönemi genel seçimlerinin anlamı-3 Demokrasinin kurumsallaşması, küresel adaletin ifası

Kudret Bülbül / Siyaset Bilimci, AYBÜ
5.05.2023

Gerek iç siyasette demokrasinin kurumsallaşmasının ve gerekse dış siyasette küresel adalet arayışının sürmesi için, "Türkiye yüzyılı" olarak da tanımlanan Türkiye'nin yürüyüşünün devam etmesi, daha sonraki seçimlerde bu vizyonun muhalefet partilerince de paylaşılması son derece önemlidir.


AK Parti dönemi genel seçimlerinin anlamı-3 Demokrasinin kurumsallaşması, küresel adaletin ifası

Önceki iki yazımızda 2002'den 2023'e seçimlerin, iktidarda kalabilme, vesayetin devrilmesi, demokrasinin kurumsallaşması olarak üç başlıkla kavramsallaştırılabileceğine değinmiş, iktidarda kalabilme ve vesayetin devrilmesi üzerinde durmuştuk.

Bugün üçüncü kavramsallaştırma ile devam edelim.

2017'de gerçekleştirilen Başkanlık referandumu, 2018 seçimleri ve haftaya gerçekleştirilecek 14 Mayıs seçimleri, Türkiye'de demokrasiye yeniden geçişin tarihi olan 14 Mayıs 1950'den beri yaşanan onca badireden sonra, içerde demokrasinin kurumsallaşması dışarda ise, Türkiye'nin öncülük ettiği küresel adalet arayışının sürdürülmesi bağlamında değerlendirilebilir.

Neden böyle düşündüğümüze madde madde değinelim.

Toplumsal değerleriyle barışık bir Türkiye

Türkiye'de demokrasi mücadelesinin tarihi, siyaseti/toplumu/devleti milletin tercihlerine göre dizayn etmek isteyenlerle devletin tercihlerine göre dizayn etmek isteyenler arasındaki mücadele olarak görülebilir. Milletin tercihleriyle uyumlu politikalar geliştiren partilerin isimleri sürekli değişmekle birlikte, devletin tercihleri doğrultusunda milleti dizayn etmek isteyen siyasal akımın temsilcisi hep aynı gibidir: Cumhuriyet Halk Partisi. Bu isimlendirme esasen Türkçe dil kuralları açısından çok doğru görünmemektedir. Daha doğru bir isimlendirme Cumhuriyetin Halk Partisi ya da Cumhuriyetçi Halkın Partisi, yani Devletin Halk Partisi ya da Devletçi Halk Partisi. İsimlendirme aslında kuruluşundan bugüne CHP'nin bakışını ve duruşunu net bir biçimde ortaya koymaktadır. Devletin Halk Partisi, yani devletin şekillendirdiği, dizayn ettiği halkın partisi.

CHP'nin tepeden inmeci toplumu dizayn politikaları Rahmetli Menderes ve arkadaşlarının destansı mücadeleleriyle ilk defa sekteye uğramıştır. Ama her defasında, CHP milletten almadığı desteği devlet elitlerden almayı başarmıştır.

2017'deki Başkanlık referandumuyla gelen yüzde 50+1 kuralı, iktidarı devlet elitleri üzerinden devşirmek isteyen anti-demokratik, darbeci, vesayetçi geleneğin büyük oranda sonu olmuştur. Bu kuralla, demokrasilerde olması gerektiği gibi, iktidara gelebilmek için Milletin desteğini almaktan başka yol kalmamıştır. Bu kuralla iktidara gelmek isteyen partiler, sadece kendi tabanını koruma saikiyle marjinal politikalar geliştirmek yerine, toplumun tamamını kucaklayacak politikalar geliştirmek durumundadırlar; ki bu durum sağlıklı bir toplum açısından son derece iyidir.

Yüzde 50+1 kuralından sonra, başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinde tarihlerinde olmadığı kadar, en azından görünürde bir değişim göze çarpmaktadır. CHP belki de ilk kez bu kadar irtica, gericilik, laiklik elden gidiyor, yobazlık, Atatürkçülük gibi ideolojik, dışlayıcı, baskıcı muhalefetten uzak durmaktadır. Bu durum aslında Türkiye için bir kazanımdır. Evet ama yetmez demek gerekir. Buradaki mesele bugün bunları yapmayanlar ile dün bunları yapanların aynı kişiler ve kadrolar olması nedeniyle, milletin doğal olarak güven duymamasıdır. Yaptığı bütün evleri ilk depremde yıkılmış bir müteahhidin, yapmayı vadettiği yeni evlere dair verdiği sözler ve vaatlere güven duyulmaması gibi.

Bu anlamda 2023 seçimleri, bagajı son derece kirli eski elitlerin siyaset sahnesinden çekilip yerlerini daha temiz yeni elitlere bırakması açısından da anlamlıdır.

İç vesayet odakları ve demokratikleşmeyi hazmetmeleri

Türkiye'de askeri, yargısal, bürokratik, medyatik, ekonomik vesayet odaklarının zaptu rapt altına alınması için ne büyük bedeller ödendiğini, bu vesayet unsurlarının sonuna kadar nasıl direndiklerini biliyoruz. Türkiye tarihinde belki de ilk kez bu vesayet odakları seçilmiş, sivil ve milli iradeye boyun eğmiş durumdadır. Bunun da en önemli nedenlerinden biri yapılan reformların yanı sıra güçlü siyasettir. Geçmiş örneklerde olduğu gibi siyasetin zayıflaması durumunda bu odakların yeniden güçleneceğini öngörmek kehanet değildir. Çünkü güçlü siyaset zayıf vesayet, zayıf/parçalı siyaset güçlü vesayet demektir.

Türkiye'deki vesayet odaklarının yapılan demokratik değişimleri sindirebilmesi, durumdan vazife çıkarmayıp hazmedebilmesi, her durumda kendi sınırlarında kalarak, seçilmişlerin rolünü üstlenmemesi için Türkiye'de bir süre daha güçlü siyasal iktidarlara ihtiyaç vardır. Başbakanlara küfreden albayların, bildiri dağıtan savcıların, onbaşılar karşısında hizaya geçen siyasilerin, 28 Şubat'ın beşli çetesinin, şortla Başbakanı karşılayan medya patronlarının üzerinden daha henüz çok vakit geçmemiştir.

Başkanlık sistemi ya da yönetilebilir bir Türkiye

Başkanlık sisteminin işleyişine ya da geliştirilmesine dair kuşkusuz haklı eleştiriler yapılabilir. Bir sistemin tek bir başkanın başkanlığı döneminde tam olarak oturması zaten beklenemez. Ancak birkaç başkan değiştikten sonra belki başkanların tarzları değil, sistemin kendi gelenekleri daha fazla öne çıkacaktır. Ama bir ülkenin yönetilebilir olması her şeyin üstündedir.

Bir konuşmasında, tek parti dönemindeki yoklukları, yoksunlukları, zulümleri eleştirerek, o insanı bam telinden yakalayan çok içten ve etkileyici sesiyle Rahmetli Menderes'in "biz Türkiye'ye çağ atlattık" ifadesini dinlemiştim. Bizim nesil bu ifadeyi daha çok rahmetli Özal'dan hatırlar. Erdoğan bu ifadeyi kullanmıyor ama herkes AK Parti'nin Türkiye'yi nereden nereye getirdiğini biliyor.

Ama ne oluyor ki, Menderes'ten, Özal'dan sonra Türkiye adeta geriye çağ atlıyor? Bunun kuşkusuz birçok nedeni var. En önemli nedenlerinden biri herhalde Türkiye'nin iç ve dış vesayet odaklarınca yapısal bir şekilde içine düşürüldüğü yönetilemezlik halidir. Davulun başkasında tokmağın başkasında olduğu, siyasal iktidara sınırlı bir yetki verildiği ve seçilmiş iktidarın her bir tarafına iç ve dış vesayet odaklarınca prangaların bağlandığı, vesayet odaklarının tek vücut, seçilmişlerin çok parçalı olduğu bir ülkenin milli irade tarafından yönetilebilmesi esasen imkânsız gibidir.

Önceki Başbakanlardan Mesut Yılmaz'ın ölümü nedeniyle kendisine mikrofon uzatılan önceki başbakanlardan Tansu Çiller'in sözleri bu durumun açık bir ifadesi gibidir. Çiller, Yılmaz'a rahmet diledikten sonra, şu minvalde bir açıklamada bulunmuştu: "Biliyorsunuz, biz Sayın Yılmaz ile geçinememiştik. Koalisyonu yürütemedik. Eğer gençlerimiz, bana o yıllardan nasıl bir ders çıkarırsınız diye sorarlarsa, derim ki ben o yıllardaki bir koalisyon yapısıyla Türkiye'nin bugünkü korana ile mücadeleyi yönetebilmesini bile hayal edemiyorum".

Türkiye'nin seçilmişler tarafından yönetilebilir hale gelmesinin en önemli adımlarından biri, yapılan diğer köklü reformlarla birlikte ülkenin Başkanlık sistemine geçmesi ve 2018'de geri dönüşü savunanların destek görmemesidir. Menderes ve Özallı yıllardan farklı olarak atılan bu adımlarla Türkiye, tahinde ilk kez, seçilmişler tarafından, ülkesi için daha rahat yönetilebilir bir ülke haline gelmiştir. Bir ülkenin seçilmiş iktidar tarafından yönetilmesi ise herhalde demokrasinin kurumsallaşması açısından en temel unsurdur.

Türkiye'nin iç ve dış politikada bugün pek çok şeyi gerçekleştirebilmesinin en önemli unsurlarından biri, yakın tarihinde ilk kez Türkiye'nin bu kadar seçilmişler tarafından yönetilebilir olmasıdır.

Türkiye bugün yakın tarihinin en özerk politikalarını uygulayabilen, bu nedenle küresel emperyalizm açısından eskisi kadar kolay yönetilemeyen bir ülkedir.

Dış vesayetle mücadelenin devamı

Az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerin kaderi, temsil sorumluluğunu aldıkları milli iradeyi iç vesayet yanı sıra, onunla son derece iç içe olan dış vesayete/küresel emperyalizme karşı da korumak zorunda olmalarıdır. Bu açıdan maalesef sonuçlar çok başarılı değildir. Bu ülkelerdeki darbeler küresel emperyalizmin müdahaleleri görülmeden açıklanamaz.

Türkiye gibi oyun değiştirici ülkeler ise hiçbir şekilde tek başlarına bırakılmazlar. Almanya'ya 2. Dünya Savaşı ile empoze edilen iç düzen, Türkiye'de 1960 ve Anayasası ile gerçekleştirilmiştir.

ABD'den Politico dergisinin "2023'te dünyanın en önemli seçimleri Türkiye seçimleridir" açıklaması, Türkiye'nin potansiyeli bilenlerce malumun ilamıdır. Bu açıklama aslında olumlu bir açıklama olarak görülebilir. Çünkü önceden Türkiye'deki bir seçimin bu kadar önemsenmesi gerekmezdi. İç vesayet unsurlarına gereği yaptırılırdı.

ABD Başkanı daha önce, Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı düşürmek için demokratik muhalefete destek vereceğini açıklamıştı. FETÖ'nün elebaşısının ABD'deki şatosunda yaşadığını, Suriye'de PKK/PYD terör örgütüne Türkiye'nin olanca karşı çıkmasına rağmen binlerce tırla askeri destek sağladığını, Türkiye'ye karşı yürüttüğü ekonomik yaptırımları düşündüğümüzde ABD'nin desteğinin sadece muhalefeti desteklemekle sınırlı kalmadığı açıkça görülebilir.

Türkiye'nin bağımsız ve özerk duruşunun sürmesi, demokrasisinin kurumsallaşması için iç vesayetle mücadelesi kadar küresel vesayetle mücadelesi de son derece önemlidir. Değilse, küresel emperyalizmin onaylamadığı bir ülkede adaleti ya da milli iradeye dayalı bir siyasal iktidarı sürdürmek neredeyse imkânsız gibidir.

Küresel adalet arayışının sürmesi

Yakın yüzyıllarda pax americana, yeni dünya düzeni gibi daha çok Batı merkezli düzen arayışları öne çıksa da tarihin her döneminde küresel düzen arayışları olmuştur. Bizim tarihimizden de ilayı kelimetullah, nizamı alem, pax otomana, adil düzen gibi kavramlar adil bir küresel düzen arayışlarına işarettir.

Bu noktada yanlış olan küresel düzen arayışı değil, bu arayışın ne üzerine oturduğudur. Küresel düzenin adalete değil, bugünkü gibi güce dayalı olarak işlemesidir. 2. Dünya savaşından sonra kurulan dünya düzeni ve kurumları bugün işlememektedir. Gittikçe orman kanunlarının daha fazla geçerli olduğu bir dünyaya doğru evrilmekteyiz. Daha adil bir dünya için acil adımlar atılmazsa, bu gidişatın sonu önceki iki gidişattan farklı değildir: 3. Dünya savaşı.

Türkiye bu noktada gerek tarihi, birikimi, medeniyetiyle ve gerekse yakın dönemde izlediği politikalarla sıradan bir ülke olmadığını göstermiştir. Türkiye'nin "dünya beşten büyüktür" söylemi ve Ukrayna'dan Suriye'ye, Afganistan'dan Sırbistan'a; göçmen politikasından tahıl politikasına uyguladığı politikalar daha adil bir dünya arayışının sürmesi açısından hayati derecede önemli politikalardır.

Türkiye gibi ülkeler, küresel siyasette başat aktör olmasalar da duruşlarıyla küresel emperyalizm karşısında ses çıkaramayan dünya mazlumlarına doğru yolu gösteren birer deniz feneri gibidirler. Bu açıdan bakıldığında İktidarın yakın dönemde geliştirdiği insanlığın vicdanı olarak görülebilecek politikalar, siyaset üstü bir biçimde, muhalefet partiler tarafından da desteklenmelidir. Ama Türkiye muhalefeti maalesef, Erdoğan karşıtlığının oluşturduğu körlükle, Türkiye'nin küresel düzeyde oynadığı ve oynayabileceği bu rolü görmenin çok uzağındadır.

Oysa hızla yaklaşan 3. Dünya savaşından korunmak ve küresel barışa daha fazla katkı sunmak için acil bir biçimde Türkiye'nin de içinde olduğu küresel adalet koalisyonları kurulmalıdır. Önceki savaşlarla ve teknolojilerle karşılaştırılamayacak şekilde sahip olunan savaş teknolojileri düşünüldüğünde, olası bir 3. Dünya savaşı insanlığın toptan sonunu getirebilecek niteliktedir.

Gerek iç siyasette demokrasinin kurumsallaşmasının ve gerekse dış siyasette küresel adalet arayışının sürmesi için, "Türkiye yüzyılı" olarak da tanımlanan Türkiye'nin yürüyüşünün devam etmesi, daha sonraki seçimlerde bu vizyonun muhalefet partilerince de paylaşılması son derece önemlidir.

[email protected]