AK Parti dönemi genel seçimlerinin anlamı-2 Vesayetler kapışması ve sessiz devrim

Prof. Dr. Kudret Bülbül / Siyaset Bilimci, Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
29.04.2023

Her türlü feodal, derebeyi ya da vesayetçi yapıların sivil, seçilmiş ve milli iradeye boyun eğdirilmesinde, Türkiye tarihinin en önemli demokratikleşme adımı herhalde 2017'de gerçekleştirilen başkanlık referandumdur. 2018 seçimleri ise yeni sistemin kurumsallaşmasının ilk adımlarıdır.


AK Parti dönemi genel seçimlerinin anlamı-2 Vesayetler kapışması ve sessiz devrim

Geçen haftaki yazımızda, 2002'den 2023'e seçimlerin, iktidarda kalabilme, vesayetin devrilmesi, demokrasinin kurumsallaşması olarak üç başlıkla kavramsallaştırılabileceğine değinmiş, iktidarda kalabilme üzerine durmuştuk.

Bu hafta vesayetin devrilmesi üzerinden devam edelim.

2002'de seçmen, koalisyon partilerinin tamamını baraj altı bırakıp çok güçlü bir toplumsal değişim talebiyle tek başına iktidara getirmesine rağmen, AK Parti, vesayetçi kesimlerin hassas olduğu konularda fazla adım atmayarak, toplumsal uzlaşma sağlanmasını beklemiş, önceliği AB uyum yasalarıyla genel özgürlük meselelerine vermişti.

AK Parti'nin onca sabrının, iyi niyetinin, uzlaşma beklentisinin tam tersine soğuk savaş vesayetçisi kesimlerin harekete geçmesi uzun sürmedi. 2002'den beri özellikle askeri vesayetçi kesimlerin dönem dönem gösterdikleri antidemokratik, kaba, müdahaleci, durumdan vazife çıkaran, tehditkâr yaklaşımları Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça daha belirginleşti (Askeri vesayetçi kesimler ifadesiyle askerimiz/ordumuz değil, şahsi çıkarlarını, küresel vesayetçilerin siyasi emelleriyle de tevhid eden ordu içerisindeki bir grup örgütlü antidemokratik zümre kastedilmektedir).

Soğuk savaş vesayetinin son çırpınışları

Türkiye'de 1960 Askeri darbesi ve darbecilerin güdümünde hazırlanan Anayasayla kurumsallaşan vesayet rejiminin bir uzantısı olarak neredeyse her Cumhurbaşkanlığı seçimi bir krize dönüşmüştür. Çünkü belirli kesimler, devletin/cumhuriyetin başı olarak gördükleri Cumhurbaşkanlığını kendi hakları ya da kendilerinin belirleyeceği bir hak olarak görüyorlardı. Bunun için toplumu baskılama aracına dönüşmüş olan söylemler hemen hemen her dönemde aynıydı: Laikçilik, Atatürkçülük, irtica, gericilik...

Cumhurbaşkanı Sezer'in görev süresi 16 Mayıs 2007'de bitiyordu. Özal, Demirel ve Sezer'in seçimlerinde olduğu gibi, olması gereken Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunda nitelikli çoğunluk(367), diğer turlarında ise salt çoğunluk(276) aranmasıydı. Cumhurbaşkanı seçilememesi durumunda, görev süresi dolan Sezer'in görevini TBMM Başkanı'na devretmesiydi.

Ama hiçbir şey olması gerektiği gibi olmadı. 1960 Darbesinden beri alışık olunan süreçler yine devreye sokuldu.

Cumhuriyet mitingleri, E-muhtıra, 367 ucubesi

Yargıtay Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, daha 2006'da, AK Parti çoğunluğundaki TBMM'nin yeni Cumhurbaşkanı seçememesi için, daha önce kimsenin aklına gelmeyen bir "cin fikir" bulmuştu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, TBMM'de, ilk turda karar yeter sayısı olarak değil, toplantı yeter sayısı olarak nitelikli çoğunluk (367) aranmalıydı. ("TBMM'deki bir oylama Cumhuriyet Başsavcısını neden ilgilendirir? Bir başsavcının yorumu neden bu kadar önemsenir" gibi haklı sorular akla gelebilir. Bu sorular normal zamanların haklı sorularıdır. O yıllarda başsavcılar, generaller, kuvvet komutanlarının görev değişimleri, vesayete eklemlenmiş medyanın en fazla itibar ettiği unsurlardı)

Diğer taraftan askeri, yargısal, bürokratik, medyatik ve iş dünyasındaki vesayetçi odaklar, milli iradenin temsilcisi olan TBMM'nin Cumhurbaşkanı seçememesi için var güçleriyle ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu amaçla demokrasi karşıtı çevrelerin rehberliğinde "Cumhuriyet Mitingleri" düzenlenmeye başlandı. Bu mitinglerde demokrasi karşıtı söylemlerle birlikte "ordu göreve" pankartları açıldı. Yine bilindik yöntemlerle üniversiteler bu mitingleri desteklemeye ve hükümet karşıtı açıklamalara zorlandı.

Nihayet TBMM'de Cumhurbaşkanlığı'nın ilk oylamasının yapılacağı 27 Nisan gelip çattı. Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül oylamaya katılan 361 milletvekilinden 357'sinin oyunu aldı. Kanadoğlu'nun şapkadan çıkardığı 367 yorumuna uyarak TBMM'deki oylamaya katılmayan CHP aynı gün oylamanın iptali için Anayasa Mahkemesine başvurdu.

Yine aynı günün gece yarısında, eski Türkiye'nin alışık reflekslerinin bir yansıması olarak Genel Kurmay Başkanlığı'nın internet sitesinde, daha sonradan "e-muhtıra" anılacak olan yine laiklik gerekçesiyle hükümete karşı bir bildiri yayınlandı. Eşi başörtülü bir Cumhurbaşkanı, "Cumhuriyet değerlerine" aykırı görülüyor, başörtüsünün adeta devletin temeline dinamit koyacağı varsayılıyordu.

Ama siyasi tarihimizde ilk kez alışık olunmayan bir şey oldu. İlk defa hükümet bir askeri bildiri karşısında şapkasını alıp gitmedi. Dik durarak ertesi gün sert bir açıklama yaptı. Genelkurmay Başkanlığı bildirisinin "hükümete karşı bir tutum" olarak algılandığı vurgulanarak, Başbakanlığa bağlı bir kurumun, Genelkurmay Başkanlığının, herhangi bir konuda hükümete karşı bir ifade kullanmasının demokratik bir hukuk devletinde düşünülemeyeceği" ifade edildi.

Hükümetin açıklamasından sonra hava birden değişti. 27-28 Nisan, 28 Şubat süreci nedeniyle üniversitesinde kendisine kadrosu verilmeyen bir genç akademisyen olarak herhalde ömrümde aralıksız en fazla TV izlediğim günlerdir. Genel Kurmay Başkanlığı'nın bildirisi üzerine bütün televizyon kanallarının nasıl darbeci yorumcuları tüm gün ekranlarına taşıdıklarını, hükümetin karşı duruşundan sonra ise demokrasi savunucularının nasıl ekranları kapladığına şahit olmuştum.

Ama demokratik ve darbeci cephenin stratejileri bitmiyor, dizi filmler gibi, anlık değişiyordu. CHP'nin açtığı davayı, Anayasa Mahkemesi, tarihinde görülmemiş bir hızla görüştü. 1 Mayıs 2007'de, Kanadoğlu'nun, daha önce hiçbir cumhurbaşkanı seçiminde yapılmayan yorumunu kabul ederek TBMM'de yapılan ilk tur oylamayı iptal etti.

2007 seçimleri ve kapatma davası

Ülkenin ordusunda, yargısında, bürokrasisinde, akademisinde, iş dünyasında, aydın kesiminde, medyasında öbeklenmiş vesayetçi kesimlerin TBMM'ye, sivil yönetime, Milli iradeye Cumhurbaşkanı seçtirmeme çabası bir kez daha başarılı olmuştu.

Bu durum karşısında, AK Parti, vesayetçilerin en zayıf olduğu, hiçbir şekilde güç alamadığı bir yöne yöneldi: Milletin hakemliği. Erken seçim ve anayasa değişikliği kararı alarak sorunun çözümü için demokrasilerde en temel unsur olan milletin hakemliğine başvurdu. Bu konuda AK Parti'nin belki de en önemli şansı, TBMM'de erken seçim ve anayasa değişikliği kararı alabilecek bir çoğunluğa sahip olmasıydı.

Seçimlerden sonra çok daha güçlü şekilde iktidara gelen AK Parti, soğuk savaş vesayetinin bütün ayak oyunlarını boşa çıkarsa da onu bekleyen rahat günler değil, inşa edilmekte olan bir başka vesayetti.

Küresel vesayetin yeni aparatı: FETÖ

1960 Darbesi ve Anayasasıyla küresel vesayete eklemlenmiş şekilde inşa edilen vesayet rejimiyle (soğuk savaş vesayeti olarak adlandırdığım) Türkiye'de, milli iradenin "istenilmeyen sonuçlar" doğurmaması için yapısal önlemler alınmıştı. Bu çerçevede 1960 darbesi, 71 Muhtırası, 80 Darbesi, 28 Şubat ve bu süreçlerde olağan işlemeyen hiçbir siyasal, bürokratik, yargısal, medyatik faaliyet sadece iç faktörlerle açıklanamaz. Bunun belki de en somut yansıması 80 Darbesi gerçekleştirildiğinde CIA Türkiye Masası Şefi Paul Henze'nin dönemin ABD Başkanı Carter'a söylediği "bizim çocuklar başardı" ifadesidir.

Ama millete, onun değerlerine tepeden bakan soğuk savaş vesayetinin maliyeti, küresel vesayet sahipleri için gün geçtikçe çok yönlü olarak artıyor ve sürdürülemez hale geliyordu. Küresel vesayet için önemli olan kaynağı/meşruiyeti değil, bizatihi vesayetin kendisidir. Değilse farklı din, ideoloji, siyasi görüşler üzerinden farklı ülkelerdeki vesayetlerini nasıl sürdürebilirlerdi?

Bu bağlamda, ileride FETÖ olarak adlandırılacak olan örgüt, 80'li yıllardan sonra sisteme sızmaya başlamıştı. Sivil ve dini bir oluşum gibi görünen örgüt, özellikle kurduğu okullardan mezun olan öğrenciler aracılığıyla Türkiye'de ve bulunduğu bütün ülkelerde, ordu, emniyet, yargı, merkezi bürokrasi gibi siyasal sistemin temel kurumlarına ağır ağır yerleşiyordu.

Adaletin çalınması

Türkiye'de geniş toplum kesimleri bu yapılanmanın 17/25 Aralık 2013 yargı ve 15 Temmuz 2016 hain darbe girişimleriyle daha fazla farkına vardı. Bu nedenle FETÖ sadece devlet kurumlarıyla ilgiliymiş, gündelik hayatla çok ilgili değilmiş gibi sanılabilir. Hain darbe girişimi yeterince bilindiğinden ben FETÖ'nün daha az bilinen yönlerine işaret etmek istiyorum. Örgüt uzun on yıllardan beri sisteme ağır ağır yerleşmiştir. Askeriyeden, yargıdan, iş dünyasından, bürokrasiden kendisinden olmayan pek çok insana operasyonlar çekmiş, onlara itibar suikastları düzenlemişti. Özellikle yargıyı büyük oranda ele geçirdiklerinden, kumpaslar ve mahkeme kararlarıyla, her türlü operasyonu gerçekleştiriyor, istediklerini elde ediyorlardı. Herkesle herkes gibi görünüp tam bir gizlilik ve sinsilik içerisinde faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Ben de dahil, bu örgütün alçakça operasyonuna uğrayan insanların mağduriyeti çok daha sonraları anlaşılabildi. Yargısal operasyonları nedeniyle FETÖ'cü hakimler için 2015'de aşağıdaki dizeleri yazmıştım:

ADALETİ BEKLERKEN

Adalet çalınıyorsa bir ülkede

Hem de hakimler tarafından

Kim koruyacak bizi onlardan

Haykırmak vaktidir,

Hakimler sesimizi de çalmadan.

Gençliğin geleceğinin çalınması

FETÖ'nün çaldığı sadece siyasal, askeri, yargısal, bürokratik her türlü iktidar değildi. Özel eğitimlerden geçirerek adeta mankurtlaştırdığı elemanlarını sisteme yerleştirmek için askeri okullar da dahil, ÖSYM gibi gençliğimizin geleceğini şekillendiren tüm kurumlara da yerleşerek soruları da çalıyorlardı. Çalınan sadece bir ülkenin kurumları değil, gençliğinin de geleceğiydi.

Vesayetler kapışması

Artık çok maliyetli ve sürdürülemez hale gelen soğuk savaş vesayetin yerine, küresel gelişmelere de paralel olarak, daha maliyetsiz, daha ılımlı ve toplumsal değerlerle daha barışık görünen yeni vesayet tipi 80'li yıllarla birlikte sisteme sızmaya başlamıştı.

28 Şubat döneminde samimi, yerli ve milli olan dini oluşumlar bastırılırken FETÖ'nün önü açıldı.

AK Parti, bir taraftan soğuk savaş vesayetiyle sürekli tehdit edilirken, diğer taraftan, "kurtarıcı" rolündeki FETÖ sistemin merkez kurumlarına iyice yerleşmekteydi.

Böylelikle, Ak Parti, vesayetçilerle iş tutmayan önceki partilerden farklı olarak iki vesayetle uğraşmak durumunda kalıyordu.

Soğuk savaş vesayeti ve yerine ikame edilmek istenen FETÖ vesayeti ülke içinde birbirleriyle yer yer çatışmış gibi görünmekle birlikte, her iki vesayet küresel vesayetin iki uzun kolları olarak görülebilir. Pek çok ülkenin darbeci generallerinin ABD'ye sığınması gibi, FETÖ'nün elebaşı da ABD'deki şatosunda yaşamaktadır.

Soğuk savaş vesayetinin aşılmasında, AK Parti'ye tek başına iktidar olma gücü veren 2002 ve 2007 seçimlerinin etkisinin büyük olması gibi, FETÖ vesayetinin aşılmasında da özellikle Kasım 2015 seçimlerinde AK Parti'nin meclis çoğunluğunu elde etmesinin etkisi büyüktür.

Sessiz devrim

AK Parti soğuk savaş vesayeti ve yerine ikame edilen FETÖ vesayetine karşı sivil, demokratik ve milli iradeyi korumak için canhıraş mücadele ederken, tüm vesayet arayışlarına karşı demokrasinin, özgürlüklerin, sivil ve milli iradenin alanını genişletmeyi bir yöntem olarak benimsemiştir. AK Parti'nin onca baskıya, zorluğa rağmen gerçekleştirdiği adımlar sessiz devrim olarak tanımlanmaktadır. Karşı karşıya kalınan ölümcül baskılar nedeniyle kuşkusuz dönem dönem geri çekilmeler yaşanmıştır. Ama normalleşmeyle birlikte bu geri çekilmeler aşılmaktadır.

Her türlü feodal, derebeyi ya da mültezimin (vesayetçi yapıların) sivil, seçilmiş ve milli iradeye boyun eğdirilmesinde, Türkiye tarihinin en önemli demokratikleşme adımı herhalde 2017'de gerçekleştirilen başkanlık referandumdur. 2018 seçimleri ise yeni sistemin kurumsallaşmasının ilk adımlarıdır. Rahmetli Menderes'in 14 Mayıs 1950'deki tarihi zaferiyle aynı güne denk gelen 14 Mayıs 2023 seçimlerinin bu açıdan anlamına haftaya değinerek serimizi tamamlayalım.

[email protected]