AK Parti radikalleşiyor mu?

Prof. Dr. Hüsamettin Arslan - Uludağ Üniversitesi Öğr. Üyesi
7.09.2013

Ak Parti’nin karşısındaki risk, radikalleşmesi değil, tam tersine, kendi radikal damarını kaybetmesidir; kendi radikallerine bütünüyle sırtını dönmesidir. Eğer böyle bir şey olursa AK Parti bir ‘toplumsal kadavra’ya dönüşebilir. Sadece bu koşulla dönüşebilir.


AK Parti radikalleşiyor mu?

Her konuşma bir minvalde gerçekleşir. Her konuşma kendi kontekstine, kendi minvaline mecburdur. İnsan hayatındaki her şeyin bir minvali, bir konteksti vardır. Ve yalnızca Tanrı minvalsiz ve kontekstsizdir. Tanrı minvali olmayan minval, konteksti olmayan konteksttir. Minvali ve konteksti görmediğinizde her yönelimin hedefinin “yel değirmenine” dönüşmesi mukadderdir. Politik konuşmalar ve yazılar da böyledir. Minvalin, kontekstin dışından konuşmak konuşmayı veya yazıyı içerikten yoksun kılar ve anlamsızlaştırır.

Ülkemizdeki politik minvalde, politik kontekstte ne var: Öncelikle jakobenizm (halka rağmencilik). “Üçüncü dünya ülkeleri kendi ordularının işgali altındadır” der tarihçi Bernard Lewis. Türkiye’de bunun karşılığı militer, bürokratik, ekonomik, hukuki ve entelektüel vesayet (aydın vesayeti). Ve buna paralel olarak merkeziyetçilik nedeniyle jakobenizm) ve çoğu durumda aşırı merkeziyetçilik ve elitizm. Ak Parti bu minvalde, bu kontekstte yer aldığı için AK Parti’dir; bu minvalin ve kontekstin dışında anladığınızda Ak Parti’nin mevcudiyeti ve liderinin her konuşması saçmaya dönüşür. Ak Parti bütün bunlara karşı olması dolayısıyla AK Parti’dir ve başarısının arkasındaki temel sebeplerden biri budur. Ak Parti bu yüzden vardır. Ak Parti’yi Ak Parti yapan şey “halkı” jakobenizmin mütehakkim, mütecaviz elinden kurtarmaktır; yalnızca Kemalist, solcu, liberal jakobenizmden, dinli ve dinsiz versiyonlarıyla milliyetçi jakobenizmden değil, aynı zamanda Alevileri “Alisiz Aleviliğin,” materyalist ve sosyalist Aleviliğin jakobenizminden, Kürtleri “Kürtçü jakobenizmden” kurtarmak. Ak Parti sadece bu misyonunu kaybederse parçalanabilir. 

Politik yelpazenin sağı solu

Ak Parti’yi AK Parti yapan Türkiye’deki politik yelpazenin “sağ”ında durması değildir; kuşku götürmez ölçüde kuşatıcı bir “temsil kapasitesine” sahip olmasıdır. (Batı’da “sağ”da olmakla Türkiye’de sağda olmak aynı şey değildir ve eşitlenemez). Bu temel niteliği  (iddiaların aksine) AK Parti yönetiminin “çoğunluğun despotizmine” dönüşmesini engelleyen şeydir; çoğulculuğunun teminatı yasalardan önce bu temsil kapasitesidir. Sadece “merkeziyetçi” partiler (merkez partiler değil) çoğunluğun despotu haline gelebilirler.

Bu temsil kapasitesine birçok açıdan bakılabilir. Bildik anlamda Türkiye’deki etnik, dini komünal grupları temsil; çok daha önemlisi farklı politik eğilimleri temsil: Radikal Müslümanlar, ılımlı Müslümanlar, CHP’li Müslümanlar, dindar milliyetçiler, muhafazakar liberaller (memleketçi liberaller), solcu liberaller. Çok daha önemlisi Türkiye’nin geçmişini (ölmüş olanları ve ölmüş olanların mirasını) temsil; şimdisini temsil (Ak Parti’nin oylarının kahır çoğunluğu yoksullardandır ve ekonomik açıdan başarılı olduğu kuşku götürmez); geleceğini (henüz doğmamış olan gelecek nesilleri temsil (büyük yatırım ve projeler).

Ak Parti’yi “çoğulcu” değil, “çoğunlukçu” bir parti olarak okuyanlar “gizli” elitizmlerine kılıf arayanlardır; eğer AK Parti söyledikleri gibi “çoğunlukçu” ise CHP, MHP, BDP nedir? Bu diğer partiler “çoğulcu” mudur? “Çoğunlukçuluk” suçlamasını bir nakarat gibi tekrarlayanlara büyük Fransız düşünürü Alexis de Tocqueville’i yeniden ve daha dikkatlice okumalarını önerebiliriz. Ilımlı adem-i merkeziyetçiliği savunan bir parti “çoğunlukçulukla” suçlanamaz. Çoğunluğun despotizmi “merkeziyetçilik” denen ideolojinin türevidir.

Merkezden kayma riski

 “Çoğunlukçuluk”  yalnızca, bir ülkedeki “ara kurumların (STK’lar)” olmadığı yerde mümkün olabilir. Türkiye’de bu kurumların, terim dar ve bilinen anlamıyla düşünüldüğünde,  zayıf ve çelimsiz oldukları kuşku götürmez. Çünkü Türkiye’deki bilinen sivil kurumlar elitlerin kurumlarıdır halkın değil. Bir avuç jakoben elitin tezgahladığı kurumlardır. Fakat bu terimi artık geniş anlamıyla düşünme zamanı gelmiştir: Modern gelişmeler, modernleşme süreci ve modern demokratik anlayışlar dini cemaatleri “sivil toplum” kurumlarına dönüştürüyor. Elimizi vicdanımıza koyalım ve artık kabul edelim: Dini komüniteler, mesela, sendikal, ideolojik komünitelerden çok daha “sivil”dir artık. Türkiye’nin jakoben elitleri onları “sivil” toplum saymıyor. Onların problemi. Bu konumu “otantisitelerini” kaybederek elde ediyor olsalar bile, hem büyüklükleri, hem siviliteleri hem de etkileri bakımından daha sivildirler. Çünkü onlar kadim “yerli” (bizi biz yapan) geleneklerden gelirler; kadim yerli gelenekler sivildir. Marjinal gelenekler olabilir, fakat kadim gelenekler marjinal değildir. 

Ak Parti radikalleşirse merkez partisi olmaktan çıkar; bu sadece AK Parti için geçerli bir kaide değildir; çünkü radikalleşmek daralmak, temsil kapasitesini yitirmek anlamına gelir; fakat bu yersiz bir düşüncedir; çünkü bir proje olarak AK Parti radikalizmlerin prangasından kurtularak toplumun tümüne açılma hamlesinden doğmuştur; Recep Tayyip Erdoğan’ı başarılı kılan şeylerden biri budur. Bu Ak Parti’de radikallerin barınamayacakları anlamına gelmez. Gerçek merkez partileri radikallerini ve radikalleri dışlamaz. Kaldı ki toplumlar ve ülkeler gibi her sosyal “oluşum” da kendi radikallerini yaratarak varlığını sürdürür; bu onların lehinedir (tehlikeli olan şey sadece radikallerin kaçınılamaz jakobenizmidir; çünkü jakobenizm özgürlüklere saldırır); diriliğini ve dinamizmini büyük ölçüde buradan alırlar. AK Parti’nin kurmayları liberalizmin egemen olduğu bir dünyada “liberte”yi (özgürlüğü) görmezden gelerek ıskalayanların hiçbir şey yapamayacaklarını görme basiretinden yoksun değil görünüyorlar.  Ak Parti’nin karşısındaki risk, radikalleşmesi değil, tam tersine, kendi radikal damarını kaybetmesidir; kendi radikallerine bütünüyle sırtını dönmesidir. Eğer böyle bir şey olursa AK Parti bir “toplumsal kadavra”ya dönüşebilir. Sadece bu koşulla dönüşebilir.

Entelektüel haysiyet

Türkiye’nin “entelektüel haysiyet” denen erdemi politik çıkarları ya da görüşleri için askıya alan ve ülkemizdeki her çatışmayı, her kargaşayı toplumumuzun kendi istedikleri istikamette dönüşmesi için fırsat sayan kalemşörleri Ak Parti gibi, toplumdaki herkesi kucaklamayı idefikse dönüştüren bir partiyi kutuplaşma ve gerilim yaratmakla suçluyorlar. Temenniler temennidir, realite değil. Ak Parti eğer “herkesin evinde hissettiği bir ülke ve toplum” yaratma misyonundan taviz verirse,  bu onun sonu olabilir. Birileri Dersim’i Dersimli jakobenlerin sultasından kurtarırsa buna çok sevineceğim. Toplumda gerilim ve kutuplaşma yaratanlar, “evimizi” riske edenlerdir. Türkiye’yi evimizi riske edecek kadar geren ve kutuplaştıranlar Gezi Parkı’nı “Alisiz Aleviliğin”  gösteri parkına dönüştürenlerdir; Dersimlilerden oy alabilmek, Alevilere de açılmak için kapı kapı dolaşarak buz dolabı dağıtan ve bir başka politik geleneğin yaptığı “hata”dan dolayı özür üstüne özür dileyen bir parti değil. Ak Parti’yi mi savunuyorum? Hayır, “evimizi,” hepimizin “evini” savunuyorum. Evimiz olmadığında AK Parti’yi eleştirme imkanından ebediyen yoksun kalabiliriz. Bir gün AK Parti “en az üç çocuk” temennisini yazılı bir yasaya dönüştürürse, bir gün içkiyi yasaklarsa, insanların rutin hayatına müdahale ederse, o zaman entelektüel yeteneklerimi AK Parti aleyhine yazarak kullanacağım. Gerilimden ve çatışmalardan yoksun Türkiye modelinin bir Jakoben ideoloji olduğunu düşünüyorum; seküler olanlar ile muhafazakarlar arasındaki gerilimin, bu gerilim insan onuruna yakışacak şekilde devam ederse, geleceğin Türkiye’sinin dinamosu olacağını düşünüyorum. Geleceğin Türkiyesi’ni (olumlu anlamda) bu gerilim belirleyecek.

Sokak-iktidar ilişkisi

Gezi Parkı’nın yarattığı gerilim Ak Parti’ye ve tabanına, radikal demokrasinin gözde olduğu bir dünyada sokaklara sahip olmadan iktidarda kalınamayacağını öğretmiştir. Çok iyi öğretmiştir. Sokaklar önemlidir ve hatta çok önemlidir. Hem demokratikleştirme programları uygulayıp hem de sokakları ihmal edemezsiniz. Ak Parti’nin tabanı ve başka gruplar bu konudaki ilk sınavını Mısır ve Suriye olaylarını protesto emek amacıyla Saraçhane Parkı’nda ve Diyarbakır’da vermiştir. Fakat Saraçhane’nin ruhu Gezi Parkı’nın ruhu değildir. Saraçhane radikalizmi Mısır’ın ve Suriye’nin gözyaşlarıdır; politik değil, etiktir. Saraçhane radikalizmi “İslamcı” radikalizm değil, etik radikalizmdir. Ülke içi radikalizm değil, uluslararası radikalizm.  Bu radikalizm türü Ak Parti’yi politik bakımdan radikalleştirmeyecek, aksine güçlendirecektir.  Sivil toplum politik partilerden daima daha etiktir ve etik radikalizm Türkiye’ye yakışır. Saraçhane Parkı’na gelmeseler bile, Türkiye’de bürokrat ya da işadamı yahut sıradan insan, insanlık onuruna ve vicdanına sahip herkesin Saraçhane’dekilerle birlikte içten içe ağladığına inanıyorum;  Austwitz ve Hiroşima için ağlayanların Mısır ve Suriye katliamları için ağlamamasını bir insanlık ayıbı olarak görüyor ve etik dışı buluyorum.

[email protected]